Marutai no Onna (Woman in Witness Protection) (1997)

Japonya’dayken (çok Japonyel bir insanımdır ben), filmlerden konuşuyorken, hocam (kendisinin Japonya’da yasamışlığı ve Japonya’dan evlenmişliği vardır) bana Juzo Itami’den bahsetmişti – onun favori yönetmenlerinden biri olan bu şahsı da ben ilk defa orada ondan duymuştum. O gün not almışım 3 filmini:

    * Marusa no onna (Taxing Woman)
    * Ososhiki (The Funeral)
    * Sûpâ no onna (Supermarket Lady)

Evvelsi günü öyle grup içi, biz bize bir veda toplanması yaptık, sağolsun hocam bana halis Royal Delft Blue (Koninklijke Delftsblauw) çinisi hediye etti, hem de üzerinde son bir seneyi aşkın bir süredir iki adım ötemizdeki Doğu Kapısı’nın (Oostport) çizimi var! Neyse, işte oradayken bahis yine filmlerden açıldı, ben de Itami’nin filmlerini bulamadığımı söyleyince, 3 filmini verdi arşivinden: Bugün seyrettiğim Marutai no onna (Woman in Witness Protection); Marusa no onna 2 (A Taxing Woman 2)  ile Minbo no onna filmlerini. Anladığım kadarı ile hep aynı aktris ile çalışmış. Seviyorum böyle bir yönetmenin aynı kişilerle çalışmasını, tanıdıklık hissini arttırıyor. Kar Wai Wong – Tony Leung, Maggie Cheung; Aki Kaurismaki – Matti Pellonpaa, Kati Outinen; Akira Kurosawa – Toshiro Mifune (bu isme netten bakıp da yazdım, hatırlamam yani yolda karşılaşınca sorarsanız ama tanıyorum tabii sima olarak 8) – bir yönetmen daha yazacaktım yahu, kimdi kimdi, neyse.

Marusa no onna’nın konusuna değinelim (patron kapa gözünüö spoiler geliyor!): İşte meşhur bir aktris var, bu aktris bir gün tarikatların üzerine giden bir avukatın öldürülmesine şahit oluyor. Polis onu tanık olarak koruma programına alıyor, tarikat da onu tanıklıktan vazgeçirmek için baskı uyguluyor: önce köpeğini öldürüyorlar, para teklif ediyorlar, sevdiği adamdan ayırıyorlar, kamuoyundaki imajını zedeliyorlar, en sonunda onu öldürmeye teşebbüs ediyorlar. Onlar bunu yaparken, polis de iyi niyetle onu korumaya çalışıyor ama tabii ki bu kötülüklere verebilecekleri eşdeğer bir karşılık yok. Bütün bunlar olduktan sonra, bir noktada şahitlikten vaz geçmeyi düşünmeye başlıyor da, polis onu uyarıyor – “vaz geçersen cezası var” diye, bu da şaşkına dönüyor, zaten korkmuş, soruyor cezanın niteliğini de para cezası olduğunu öğrenince gülme krizine tutuluyor…

Ben böyle yazınca çok ciddi bir film gibi durdu ama değil, bol bol güldüğüm sahneler oldu, zaten başka türlü de insan dayanamaz böyle bir konuya. Sonuçta çok gerçekçi ve bir o kadar da tanıdıktı. Kötülerin imkanlarını sonuna kadar kullanabildiği, her zaman kazandığı – haklının ve doğrunun ezildiği, acı çektiği ve suçlanan durumuna düştüğü bir güzel dünya. Ben Schopenhauer okuyorum, şerbetliyim bu türden şeyler duymaya… Amca dememiş miydi ki:

Bir insanın hayata daha adım atar atmaz kendisini içinde bulduğu maskeli balodan haberdar edilmesi çok önemlidir. Aksi halde karşılaştığında anlayamayacağı ve tahammül edemeyeceği, hatta şaşkınlıktan donup kalacağı birçok şey vardır; ve aslında en uzun ömürlü olanlar onlar olacaktır. Alçaklığın gördüğü himaye, erdemin çektiği aldırmazlık, hakikate ve büyük yeteneklere tahammülsüzlük hatta garazkârlık, bilim adamlarının kendi sahasındaki cehaleti, halis mamullerin neredeyse her zaman aşağılanması ve sadece sahtelerinin baş tacı edilmesi böyle bir şeydir sözgelimi.

O yüzden gençler bu maskeli baloda elmaların balmumundan, çiçeklerin ipekten, balıkların mukavvadan yapılma ve istisnasız her şeyin oyun ve oyuncaktan ibaret olduğunu mutlaka öğrensinler. Birbirleriyle ciddi ciddi iş yapma azmi içerisindeki iki insandan birinin sahte mallar tedarik ettiğini, diğerinin de bunun karşılığında ona kalp paralar ödediğini onlara zamanında söylemek gerekir.

Hiç utanmadım, gittim kitabın arkasında yazanı bulacağımı bildiğimden internetten kopyala/yapıştır yaptım (ahanda buradan mesela). Şimdiden tiyo vereyim, Schopi bu senenin listelerinde yılın filozofu seçilecek (diğer adayları etik kurallarımız açısından gizli tutuyoruz – şimdilik 8). Eğer bu hayatınızda bir tek filozof okuyacaksanız, make it Schopenhauer – bu kadar doğru söze pes doğrusu denir (gerçek beyazlık). Kitapçıya gidince çekin elinizi öyle Aşkın Metafiziği’ymiş filandan, adam gibi bir kitabını alın, ileride ödevlerinizi bitirdikten sonra vaktini kalırsa kumsalda okursunuz Aşkın Metafiziği’ni de.

———–

Gene bir sürü bir sürü şeyler yazmıştım, bir dolu ahkamlar kesmiştim hatta inanmayacaksınız politik bile takılmıştım ama uçtu gitti bim bam bom (kulakların çınladı mı Disq’im benim lala bibim?). Bunu da -tabii ki- işaret olarak alıp, bir daha yazmaya kalkmayacağım. Onun yerine üç şarkıya değinmiştim, onları anacağım tekrardan, okkada.

– Rahmetli Dee Dee’ciğim ve “What can you do? With a brat like that on your back, what can you do?”
– Depeche Mode ve “Love, in itself”
– Morrissey Bey (Morrissey = Muhsin’in İngilizce’de söylenişi) ve şu.

Bir de ayrıyeten, aşkın ağzını burnunu kıran Schopi’nin en az iki kere dayanamayıp, izdivaca teşebbüs etmeleri ve bunun Thomas Mann’da yarattığı yüz kızarıklığından dem vurmuştum. Bir de benim bugün kendi kendime bulduğum:

Q: What is love? A: What isn’t? sufisel duosu sonucunda kendimi bizzat takdir edişim vardı uçup da politik olmayan şeyler arasında.

Bir de itiraf ediyorum: o Morrissey – Muhsin esprisini de yapmıştım uçan metnin içinde (ben), utanmadım, bir daha yaptım işte.


Sonradan bir edit (daha):
Ohhoooo, Itami üzerine bir araba dolusu laf yazmıştım (özenle Wikipedia’dan çevirmiştim kazı) esas onlar uçmuş ya. Itami mafya üzerine film yapınca (Minbo no Onna) mafya da onun üzerine çalışma yapmış (dövüp kesip biçmişler), halk da tepki göstermiş, polis de tepki göstermiş, gitmiş mafyanın üzerine iyice (mafya deyince bu kontekstte yakuzadan bahsediyor oluyoruz, repeat after me…). O olaydan 5 yıl sonra da Itami kendisinin yazdığı şüpheli bir not bırakarak intihar etmiş (yerseniz neden olmasın?) bu masal da burada bitmiş. (arada şu İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı başlıklı girişime de bağlantı vermiştim, niyeyse 8P) Yani anlayacağın sevgili okur, ben galaksiyi kurtarmış idim ama uçtu gitti işte, ne yaparsın… Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

İmza: Sizi seven CTRL-A, CTRL-C kombo insanı Sururi.

“Marutai no Onna (Woman in Witness Protection) (1997)” için 8 yorum

  1. untitled 1 — ctrl-a ctrl-c candir. ama app gocerse clipboard’dakiler de ucabiliyor bazi durumlarda bazi os/app kombinasyonlarinda. 🙂

  2. clientele — Çok haklısınız beyefendiciğim ama sonuçta “Ben mıhlanıp kaldığım yerde Allahın dediği olur.” – Emekli Binbaşı Ali Kocaer.

  3. ayrıca labne — ayrıca işaretler de olmasa bu gibi durumlarda ne kaldı bizi uyaracak? Ja Fraulein, öyle işte..

  4. mazoshit — bu kadar üşengeçlik de yuh. yap şu kodunun manikürünü. (a.k.a. bi film eksik seyret düzelt şu tırnaklarını)
    ayıp ayıp koca adam…

  5. oyle diyorsun kralicem emmeee… — son bir yildir hic goctugunu hatirlamiyorum o tirnak meselesi yuzunden (her zaman potansiyel olsa da gerceklesmedi yani what I mean) (bu bir/een/ein), son bir haftada iki kere goctu, ikisinde de hakikaten cok kara, bogucu seyler yazmis idim (bu da iki/twee/zwei). Bu bug’i sevip, bagrima basmayacagim da, neyi benimseyecegim efendim, kralicem?

    Bu konuyla ilgili olarak ayrica bkz:
    Bu çocuğu hemen aldırtmazsam

    ‘İşaretleri bunca sevdiğine göre
    ona yorulmadan işaret vermeliyim’.
    Nasıl yorulmazdı: Kapısına götürüp
    bağladığı beyaz at, aynı gün içinde
    postaya attığı binbir mektup, beklenmedik
    gecede beklenen bir güneş olmak –
    verdiği her işaret hayatında birikmiş
    büyük bir imgeyi söküp atıyordu ondan.
    Kadın doymuştu oysa bu duygulara.
    Beklediği işaretler değil işaretlerin
    işaret ettiği yere çağrılmaktı.
    Olmayınca o da yorulmadan işaret
    verdi. Nasıl yorulsundu ki: Adamın
    çakmağı bitince onu değiştirdi,
    gömleğine sinmiş kokuyu benimsedi,
    istedi ve isteklerini onun istediği
    kadar göstermeyi öğrendi, kabul etti.
    Yalnız kaldığında düşünüyordu: ‘Bu
    çocuğu hemen aldırtmazsam, onunla
    ölebilirim.’ Zaman geçiyor ve çocuk
    büyümüyordu oysa. Neden sonra içinde
    kaskatı bir ur olduğunu farketti
    ve onu sevdi.

    Enis Batur, Fugue V.

    Budur yani. Ayrica bu siirin Jarmusch’un Limits of Control’une de pek bir basariyla uyarlanabilecegine dikkatinizi cekmek (ie, to pull someone’s attention) ister, hasretinizde oldugumu belirterek yorumuma burada son veriririm… MUCK!x2 (bir size, bir patrona)

  6. başlıksız-2 — Yılda bir kez yorum yazan bir okuyucu olarak, Merhaba!
    “bir yönetmen daha yazacaktım yahu, kimdi kimdi, neyse.” Aklıma gelen iki yönetmen var. Bunlardan biri Woody Allen diğeri ise Mike Leigh. Mike Leigh dedim de aklıma geldi, şu Naked filminin son sahnesinde çalan bir müzik vardı. O kadar aramıştım da bulamamıştım. Halen de bulamadım. Filmin son üç dakikasını kesip tekrar tekrar dinlemiştim o zamanlar, hey gidi günler hey!

    Jim Jarmusch’un Limits of Control’unden sizin sayenizde haberdar oldum. Filmi (i love you torrent)indirdim ancak henüz altyazı bulamadım. Şöyle sahnelere bir göz atınca pek bir diyalog yok gibi geldi ama yine de altyazıyı bekleyeceğim izlemek için.

    Bu girdinin başlığı olan filmi izlemedim ama hem film hakkında yazdıklarınız hem de filmin afişi, bir komedi filmi izlenimi uyandırıyor.

    Schopenhauer’a gelince okuduğum ilk kitabı Aşkın Metafiziği (Bordo Siyah Yayınları) idi. Kitabı okuduktan sonra bu adamda iş var diyerekten, Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’ı (Kabalcı Yayınları)da alıp okuyuvermiştim. Sonrasında başka kitaplarını da aramıştım da gözüme ilişmemişti. Demek ki verdiğiniz linklerdeki kitaplar benim aradığım zamandan sonra basılmış. Neyse ki bu blog girdisinden sonra bu kitaplardan da sayenizde haberdar olmuş oldum.

    İş değişikliği sürecinde umarım her şey gönlünüzce olur.
    Seneye görüşmek üzere 😉

  7. Selam Seyfettin! — Merhabalar! Hoşgeldiniz, şerefler verdiniz… Ben de merak ediyordum (arada google’lıyorum isminizi ama sanırım bunu evvelden de söylemiştim, değil mi? okullar, vs..)

    Aklımdaki yönetmen, kendisiyle çok haşır neşir olduğum halde, Woody Allen değildi, kimdi bilemiyorum, hala hatırlayamadım. Mike Leigh’i ise tanımıyorum, filmografisine baktım, tanıdık hiçbir filme rastlayamadım (Hangi kapıyı çalsam, evde yoklar). Müziğini de aradım Naked’ın (David Thewlis bu arada!) bir tek şunu bulabildim, belki budur söylediğiniz hem, bir umut: http://www.thebluemask.com/blog/2008/11/ten-inspirational-moments-in-film-soundtracks/.

    Bugün, az evvel hatta, Clark Gregg’in The Choke‘unu bitirdim. Vaktiyle kitabına başlamıştım da, daha başında sıkılıp bırakmıştım. Filmi halbuki öyle bir aldı içine ki beni, Fight Club’dan sonra bir daha beni vurabileceğini hiç beklemediğimden belki de, gene Palahniuk’a fena halde teslim oldum. Filmin sonunda bu arada, öyle bir müzik başladı ki, böyle ideal bir dünyada, U2’nun bozulmayıp da, zamanımızda yapıyor olması gerektiği gibi bir müzikti, aradım buldum, bulunca da yine dumur oldum – Radiohead – Reckoner olduğu ortaya çıktı ki, o şarkı da, olduğu albüm de bende vardı ve öylece duruyordu aylardır, dinlemiş, beğenmemiştim (Radiohead’i de çok zor beğenirim, Thom Yorke’a pek tahammül edemiyorum). Ayrıca gerçekten çok güzel kızlar oynuyordu, ve dahası o kızlar hep birilerinin gençliğine benziyordu… Nico rolündeki Paz de la Huerta’yla geçen gün Limits of Control vesilesiyle tanışmıştık, bu filmde de beğendik ama daha önemlisi, kendisi, Woody Allen’ın oyuncularından Judy Davis’in gençliği gibi. Sütçü kız (Bijou Phillips imiş kendileri) da çok tanıdıktı – bazı açılardan Jeri Ryan’ı, bazı açılardan
    Jaime Pressly’i, bazı açılardan geçmişten bir arkadaşımı aklıma getiriyordu 8). Kelly Macdonald’la Angelica Houston’ın varlıklarına ve oyunculuklarına hiç girmiyorum. Kelly Macdonald’la sevgi/sevgi/bayma & sıkıntı/sevgi ilişkim var (kendi çapımda). Sonuçta filmi tavsiye ediyorum (test edildi, onaylandı). Sam Rockwell’den hiç haz etmem mesela ama bu filme çok yakışmış, gerçekten oyunculuğun da hakkını veriyor, ilk gördüğümde kendisinden mazi için özür dileyeceğim (bazen böyle sevmediğim adamlarda karakter-film denklikleri şaşırtıcı derecede başarılı oluyor: Jack Black – High Fidelity & Be Kind, Rewind; River Phoenix – Two Lovers diğer örnekler).

    “Marutai no onna” gerçekten de komedi filmiydi ama Aziz Nesin komedileri gibi, hiciv yapmanın başlıca amaç olduğu şekilde (Aziz Nesin’in eserlerini çok çaba göstermeme rağmen ne yazık ki bir türlü sevemediğimi de üzülerek itiraf etmeliyim).

    Schopenhauer’ın yoluna Thomas Mann üzerinden girdim, tavsiye eder miyim, etmem: insanın gözleri açılsa da, Matrix’te uyanmayı da tercih etmezdim şahsen. 8)

    Böyle bir şeyler işte.. Uzun bir cevap oldu, hatta başlarda bir yerde ayrı bir giriş olarak mı yazsam dedim de, sonra vazgeçtim, böylesi daha bir kişisel duruyor… İş değişikliğinde sıkıntılar ve kaygılar çok şükür atlatıldı, geriye bir tek beklemek kaldı gibi görünüyor… Haftaya bu vakitler her şeyin hayırlısıyla çözülmesini bekliyorum.. Haberdar ederim tabii ki buradan.

    Çok selamlar, sevgiler, sağlıcakla kalın!
    Emre

  8. Choke vs — (Bu paragraf ve bundan sonraki ilk paragraf kayıp zaman hakkında bilgi vermektedir.)
    Efendim, İstanbul’da bir okulda mini mini hallerinden sıyrılmaya başlayan 3. sınıf öğrencilerimle 3. sınıfı bitirdikten sonra, bir de baktım ki asker olma zamanım gelmiş de geçiyor bile. Vatan borcudur diyerek, yedek subaylık sınavına girdim. Benim için en iyi seçenek öğretmen asker olarak bu görevi tamamlamaktı. Bunun için tüm formlarda öğretmen olarak yapmak istediğimi belirtip, sınava da girip, hayatımın en uzun 10 günü olduğunu düşündüğüm 10 günü beklemeyle geçirdikten sonra, yedek subay öğretmen olarak askere gideceğimi öğrendiğimde sevinçten havalara uçmuştum. Sonra Burdur’da 20 gün süren bir askerlik maceram oldu. 20 gündür geçer gider diye düşünürken askerdeki zamanla sivil hayattaki zamanın göreceli olduğunu anlamam fazla zamanımı almadı. 20 günün ardından Muş ilinin Malazgirt ilçesinin bir köyüne atandığımı öğrendim. Sivilde olayım da neresi olursa olsun diye düşünüyordum o zamanlar, halen de öyle düşünüyorum. Neyse ki koşullar çok kötü değil bulunduğum yerde. Bu yıl buradaki 5. sınıfları mezun ettikten sonra, askerlik görevim bitmiş olacak ve İstanbul’a dönmüş olacağım.

    Bir ara blog yazmaya başlamıştım. Host satın almamıştım ve ücretsiz bir hosta kurduğum wordpress yazılımı yardımıyla yazıyordum sonra hesabım bloke oldu. Geçen yıl da sınıf için basit bir site yapmıştım -ödevlerin veliye bildirilmesi ve öğrenci etkinliklerini içeren- o hesabım da bloke olmuş sanırım geçenlerde denedim açılmıyordu 🙂 İnternette bir yer edinemedim henüz. Ama aklımın bir köşesinde duruyor blog yazma işi. Yazmaya başlayacağım belki yarın, belki yarından da yakın.

    Dün gece yorumunuzu okuduktan sonra, Choke için arşivime baktım ve bulamadım. Sonrasında yine bir p2p programı ile filmi edindikten sonra, izleyip öyle cevap yazmaya karar verdim.Film birkaç saatimin güzel geçmesine vesile oldu. Fight Club gibi derin ve güçlü dalgalanmalara neden olmasa da iyiydi.

    Arayıp da bulduğunuz kısım filmin belirli bölümlerinde çalıyor ama benim aradığım kısım o değildi. Yine de çabalarınız için teşekkür ederim. Filmin son birkaç dakikasını kesip upload ettim, (http://rapidshare.com/files/310268382/Naked_Last_Scene.rar.html) dinlemek isterseniz diye düşünüp. Hani, filmi izlemenizi de tavsiye ederim. Belki hoşunuza gitmeyebilir ya da sıkılabilirsiniz belki, çünkü filmlerdeki karakterler ilginç biraz ve diyalog üzerine kurulmuş filmler. Bu son sahnede David Thewlis’in leylek gibi seke seke ilerlemesi hem üzmüş, hem de içten içe mutlu etmişti beni.

    Schopenhauer o zamanlar iyi gelmemişti bana. Okumayı istiyordum, okuyordum da ama okuduktan sonra kendimi iyi hissetmiyordum. İçimde yeni yeni alevlenmeye başlayan yazma isteğimin üzerine su serpiyordu okuduğum her satır. Yazılabilecek her şeyi yazmış gibi hissediyordum. Bunlara rağmen şu an bir Schopenhauer kitabı olsa yanımda okumadan duramazdım herhalde. Bir yazara ya da yönetmene alışmışsam veya bir yönüyle sevmişsem o yazarın yahut yönetmenin tüm kitaplarını ve tüm filmlerini izleme isteği uyanıyor içimde. Misal sizin sayenizde tanıştığım Julian Barnes’in Türkçe’ye çevrilmiş -hepsini olmasa da büyük bir bölümünü- kitaplarını büyük bir zevkle okumuştum. Jim Jarmusch’da o yönetmenlerden biri Limits of Control’ün altyazısı hazırlanmış. Birazdan izlemeye başlayacağım.

    Görüşmek üzere efendim,iyi geceler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir