Give me a reason to love you/Give me a reason to be/A woman

Miranda July’ın yeni filmi “The Future” 21 Ocak’ta Sundance Film Festivali’nde, klişe tabirle görücüye çıkacakmış. Oyyy oyyy oyyyy, mirandajuly lay.

Haberin Kaynağı: Miranda July’ın blogu — http://mirandajuly.com/news/12-15-10/
Resmin Kaynağı: /Film — http://www.slashfilm.com/miranda-julys-the-future-photos-plot-synopsis-jon-brion-composing-premiere-sundance/

deja vu, oyunlar simülatörler..(ve intikam! intikamımız ne o

sene 1993 idi, Cengolar yeni bir oyun düşünüyorlardı, benim de aklıma Another World‘den esinli bir konu gelmiş idi: bir anda gözlerini bir depoda, bir hasta yatağında açan bir adam, meğerse bütün hayatı bir simülasyondan ibaretmiş, kaçar, kovalanır, vs. vs. Şimdi kitaplarda olsun, filmlerde olsun, özellikle de oyunlarda, karakterinizin daha dakika bir gol bir yeni bir dünyaya gelmesi çok önemli çünkü bu sayede karakterle bütünleşmeniz çok daha kolay olur – o da bilmiyor, siz de, daha kolay derisinin altına girersiniz (çok afedersiniz, kesiyorum ama şimdi arka planda Tom Petty ve Dadaşlar’ın baby even the losers get lucky sometime’ı başladı, ahh ahh… ben bir iki dakika efkar molası vereyim, siz lütfen okumaya devam edin, ben size yetişirim…) ne diyorduk, ah evet, işte kaçar kovalanır bildiğiniz matrix yani. Ortaokulda da benzer muhabbeti arkadaşım Yavuz’a yapmıştım: ona aslında bir uzay gemisi pilotu olduğunu (Wing Commander hastasıydı Yavuz), işte düşmanca (yani bizler) esir alındığını, köfteyi çakmasın diye de simülasyona bağlandığını anlatmıştım (Wing Commander’da başarılı olması tesadüf değildi yani, bizzat kendisi Wing Commander’dı — bir de bu arada, Wing Commander’da simülatör opsiyonu vardı, oyun içinde oyun, hakikaten çok iyi bir oyundur).

Sonra bildiğiniz üzere önce 1999 yılı, ardından da the Matrix the movie geldi. ‘Aaa,’ dedim, ‘ben bunun aynısını düşünmüş idim.’ dedim de dedim sevgili Dee’ye. Ben Dee’yi çok severim, süper bir insandır (buraya açıklamalar, tasvirler yazmıştım, sildim, tanıyorsanız ne mutlu size, tanımıyorsanız da daha ben ne diyeyim size). İşte Dee de bana demişti ki “eee, so what, herkes hayatında illa ki düşündü bu olguyu” (bu kelimelerle olmasa da) ben de işte oracıkta satoriye erdim, “haggatenyaw” dedim (bu kelimelerle olmasa da).

Gelelim sebep-i entry’mize: arkadaşlar, ben öyle bir süredir vik vik ötüyorum ya, sanal dünya, her şey bomboş, hancı sarhoş, arkitekt sarhoş… siz bana bakmayın, meğerse o kadar da özgün değilmişim, yani özgün değildim o kadar, biliyordum ama hakikaten bildiğim kadar bile özgün değilmişim. Dün Inception’ı seyrettik, haydi o bir şey değil, geçen hafta mıydı, evvelsi hafta mıydı, neydi, Iain M. Banks hazretlerinin “Feersum Endjinn”ini bitirdim (Barış dediydi zaten taa ben bu muhabbete başlarkene, arkadaş sözü dinlemek lazım, olmuyor öyle taka taka yazmak). Yahu adam 1994 yılında basmış yahu, daha ben ne diyeyim. Tamam, tamam sustum (acımasız öcünü aldı bu bağr ben gideyim bu gece burrası banağ biras dağr).
Bu girişin sevdiceklerinin tam listesi:
Dee
Barış
Emir


“ben dediydim” – Iain M. Banks

Ayşe için synechdochelar.

Wiki’den baktım da Türkçe karşılığına, pedi “kinaye” diyordu, benim kafamdaki kinaye kavramına pek yediremedim, ikşınari ise “kapsamlayış” olarak veriyordu karşılığını, ki bu kadar kastırıcı bir kelime olduğuna göre, büyük ihtimalle doğrudur ama ben yine de orijinalini kullanmaya karar verdim. Zaten şunun şurasında bu blog vasıtasıyla tanıdığım iki kişi var, iyice soğutmayayım istedim.

Synechdoche’ların beni en büyüleyen özelliği, tanım itibarı ile hem bütünün parçayı temsil etmesine, hem de parçanın bütünü temsil etmesine karşılık gelmesi. Vaktiyle Mandelbrot’un Fraktallar kitabını okurken böylesi bir tabiat olayına denk gelmiştim: nasıl ki fraktallarda parçadan bütünü çıkarabilirsiniz (and vice versa), kitap da sürekli kendine referans verip duruyordu.

Yanan ev metaforu ne kadar ne kadar güzeldi gerçekten de. Önce kör göze parmak gibi geliyordu ama sonra olayın kaçınılmazlığı, “odadaki fil”, genelde biri öldükten sonra farkına vardığımız ama aslında her zaman bariz olarak orada duran şeylerin ağırlığı, eziciliği göz önüne alındığında, o kör göze parmak metafor daha da hüzünlü bir hal almasına yol açıyordu bütün hikayenin.

Ben yine yaptım yapacağımı ve onca katmanları bir kalemde es geçip, şu mevzuya kafamı çarpmıştım, çarptım: bir insanın, sadece onun taklidini yaparak kendisinin etkilemeyi başaramadığı birini etkilemeyi başarmak bir (o) insanın başına gelebilecek en kötü şey, vurabileceği en derin dip ve tadabileceği en yok edici yeniliş değildir de nedir? (tersaneleri dağılmış, kaleleri zapt edilmiş).

Bu noktada, sponsorumuzdan bir reklam alıyorum araya:
Ama öyle ama böyle, işte bir şekilde, kahverengi renkte ve baloncuk çıkaran, şerbetçiotlu ve şekerli bir içecek icat ediyorsunuz, adını da rahmetli dedenizden ilhamla Coca Cola (Koka Kola) koyuyorsunuz. Sonra çocukluktan hasmınız Pepe, kötü bir taklitle çıkageliyor ve buna Pepsi Cola (Pepsi Kola) adını veriyor, üstelik de bir dizi reklamla sizin ürününüzle dalga geçiyor (Amerika’da dalga geçme maksadıyla her türlü telif ve royalty’den (her neyse) muaf olabiliyorsunuz — Weird Al Jankovic, Richard Cheese ve Robot Chicken gibi faydalı sonuçları olsa da ne yazık ki işte böyle kımıl zararlılarının eline de fırsat verebiliyor).

Ben üniversitedeydim o zaman. Kendimi bildim bileli çok (rakamla: ÇOK!) kola içerim. Tercihim iptal edilene kadar Diet-Cola idi, artık yalnızken Coca Cola Light, civarda Ece varsa da normal kola oluyor (çünkü benim zararlandığım her zararlı şeyden göz payını zorla alıyor). Pepsi’yi hiç sevemedim, hem tavır, hem de tat olarak pek uyuşamadık kendisi ile (evet, o da benim tadımı beğenmez öteden beri). Gelin görün ki, işte ben üniversitedeydim, gençtim, ve bir gün televizyonda Generation Next’in işte o ilk parti “Generation Next” reklamıyla karşılaştım. İzlediğim en etkili şeylerden biri olmuştu ve ciddi ciddi, sırf bu reklam yüzünden, hem de reklamın aslında Pepsi ile hiçbir alakası olmadığını bildiğim halde, Pepsi içmeye başlamayı ciddi ciddi aklımdan geçiriyordum ki, Pepsi Spice Girls ile bol sıfırlı bir anlaşma yaptı, şarkıyı onlara devretti, içinde Spice Girls olan bir reklamdan bekleyeceğiniz her şeyi barındıran bir dizi reklam filmi çekti ve öbür (asıl) reklam unutuldu gitti. Düzenli olarak bu reklamı yıllar boyu Youtube’de aradım (zaten oradan biliyorum Pepsi’nin öbür agresif reklamlarını), nihayet yakın zamanda buldum — bu kadar yazınca ilgili 16 saniye karşısında “bu muymuş yani” diyeceksiniz büyük ihtimalle ama olsun, bana ne (gam+keder)! http://www.youtube.com/watch?v=eJ8PJR434Z0 . Budur. (aslında tam halinde spoken word ile başlar, bir de şu Beck’in Loser’ının başında çalan aletten (banjo? anormal synthli bir gitar?) çalar boing bong diye, ama bunu bulduğuma da şükür – bunu dediğim anda şunu da buldum : http://www.youtube.com/watch?v=QfVF36TzL28&NR=1 – ses biraz patlak olsa da 7saniye longer ya da fps’den öyle geliyor).

Reklamı bitirip gene filme/hayata dönelim ve evet, bence kesinlikle bilinçli bir şekilde yapılmış bir göndermeydi o Chloe göndermesi. Yani kişisel değildir (aka “paranoyak olmanız izlenmediğiniz manasına gelmez”). Bu filmi izledikten sonra Philip Seymour Hoffman’ın belki de gerçek hayatında neşe dolu bir insan olabileceğini düşündüm iyimser olmak için ama değil tabii ki. Kötü, kötülük için iyilik yapma lüksüne sahip olsa da, iyilik için kötülük yapılamaz. Yani bir insan hem komedi hem de dram filmlerinin de hakkını verebiliyorsa, bu o kişinin mutlu olduğunun değil, mutsuz olduğunun kanıtıdır (yani komedide rol yapmıştır). ve blah blah…

Kaufman çok tehlikeli bir adam benim için. Hakikaten. Beni anında Being John Malkovich’le vurmuştu diğer filmleri birkaç nokta dışında laylay gelmişti (Eternal Sunshine of the Spotless Mind haricinde — onu izlerken hor görmüştüm ama sonrasında beynimde filizlenip, ardı ardına takdir edilmek suretiyle intikamını aldı – Adaptation’da da kardeş olayına vurulmuştum mesela). Ama Synechdoche, New York tam manasıyla öldürücü. Yönetmenlik lisansını iptal edip, kendisini kimseyle iletişime geçemeyeceği bir ortama hapsetmek taraftarıyım, zira etkileşime girip bozulmasın, onun yerine ömrü boyunca saf halde bir şeyler üretmeye devam etsin, o öldükten sonra da bunlar halka arz edilsin(ler). Bir Kafka, bir Oğuz Atay kolay yetişmiyor, şöhretin/tatminin/mutluluğun bu tip kişilere ulaşıp bozmasına müsade edilmemeli, devlet erkanımızı göreve çağırıyorum (nerede bu devlet when you most need it?).

Sanırım nokta. Aklıma başka şeyler gelende, yorum olarak yazarım aşağılara elbet. Hakikaten güzel filmdi, Bengü yokken izlemiştim, şimdi onun aklını çelip bir de onunla izlersem, yine yazacak bol bol şey bulurum elbet. Bir de bir de sanırım bunu daha evvelden yazdım ama sanırım buraya değil de arkadaşa giden bir mektuba: Samantha Morton ile Emily Watson’ı düşünebilmenin yalnızca bana has bir özellik olduğunu sanırdım, yanılmışım (yanılmışım as in : “My noon, my midnight, my talk, my song; I thought that love would last forever: I was wrong.”).

Dead man walking.

SeNe 1999, EMre sururi in NGC 1637, kucuk prens ziyaretinde.Bundan yıllar önce (yıllar dediysem, 10+ yıl, şaka değil yani), girdiğim bir laylaylayın ertesinde, pek çok şeyi yadsıyıp, artık insan ne kadar sünger çekebiliyorsa o kadar çekip, artık o yaşlarda ne kadar münzevi olunabiliyorsa, o kadar münzevi bir hayatı yaşamaya başlamıştım. Doğu Almanya’nın değil de, SSCB’nin yıkılışını andırır bir şey olmuştu benim cephemde: hani Gorbaçov olmasaydı da eninde sonunda dağılacaktı (1), sonra da suyu çıktı iyiden iyiye, ortaya çıkan şey öncekinin o kadar anti bir şeyi haline geldi ki (tabii ki Putin değil, Yeltsin yıllarından bahsediyorum), öncekinin azameti de payını aldı bundan, yıprandı bitti gitti, hiç olmamış gibi bile değil de, bir şaka gibi oldu (2). Tıpkı eskiden insanların uçtuğu bilgisinin, büyülerin, ejderlerin zamanımızda aldığı hal gibi.

Bundan yıllar önce, işte öylesi bir zamanda, bir hikaye yazmıştım o anki halet-i ruhiyemi anlatan. Bu hikayemin adı “Bir Ölünün Güncesinden” idi ve şimdi sonundaki twisti açıklayıp spoiler edecek olsam da, bir ölünün güncesini anlatıyordu. Şakayı (latifeyi) bir yana bırakacak olursak, gerçekten de ölmüş olduğunun ne kendisinin ne de çevresindekilerin farkına vardığı bir fizik profesörü hakkında idi hikaye. Hikayeyi okuyan biri, doğal olarak oradaki aforizmaları sistemin çürümüşlüğü, kokmuşluğu ile ilişkilendiriyordu, anlatıcı da onun bu şekilde düşünmesine zemin hazırlıyordu sürekli olarak sistemden şikayet ettikçe. Hikayenin benim açımdan sembolleri ise farklı idi: orada, benim yaşadığım değişim ve aslında artık eski ben olmasam da, beni tanıyanların bunu fark edemeyişlerinden dolayı eskiyi devam ettirmeye çalışmalarıyla daha da karmaşıklaşan yaşamımı anlatmaktaydım (böyle yazınca fıkra açıklamaktan bile beter oldu, özür dilerim. Merak eden varsa http://www.emresururi.com/page.php?page=docs adresinden gerek bu hikayeye, gerekse diğer birkaç seçtiğim hikayeye ulaşabilir).

Geçen aylardan birinde, Charlie Kaufmann’ın Synechdoche, New York‘unu izledim. Filmi izleyip, hayran kaldıktan sonra, oraya buraya baktım kim neler demiş, neler görmüş diye de, link linki açtı, Cotard’ın Sendromu (Cotard’s Syndrome) diye adlandırılagelen, nam-ı diğer “Yürüyen Ceset Sendromu”ndan (Walking Corpse Syndrome) haberim olageldi. E bu kadar girişten sonra, bariz olan açıklamayı yapmayayım müsadenizle ama ne kadar tanıdık ve bir o kadar da sıradışı!

Eğer bir insan, aklını yitirdiğinden şüphe duyabiliyorsa (standart misalim, Solaris), pekala hayatını yitirmiş olabileceğinden de şüphe edebilir, etmelidir. Sadece kendisinin gerçek, diğer her şeyin algısının üretimi olduğunu düşünen insanlar nasıl varsa, diğer her şeyin gerçek fakat kendisinin sahte olduğunu da düşünen birileri çıkmalıdır. Sadece Descartes yetmez (Ze Weld is geen enough.). Ama bu başka bir hikayenin (“Dünyanın En Güzel Şems’i”) konusu. Adım Emre, soyadım Sururi, yıllarca beni böyle bildiniz, Emre Sururi’den reklamları izlediniz.


[Resmi aparttığım kaymak: AOÇ Dondurmaları Tesisi, K. Maraş]