duman

16 kasım’da sizden habersiz, tekrar puroya başlamamla ilgili bir blog yazmış, tamamlamadan oradaki ahkam bidi bidi tonumdan fazla sıkılmış ve oracıkta bırakmıştım.

O günlerden bugünlere kaçak göçek (insanların yanında puro/pipo içmeyi sevemedim çokça zamandır) haftada siz deyin 3, ben diyeyim 2, guilty pleasure tadında hoşlanarak götürüyordum.

Tütünü severim ben. Şimdi o sıkıcı girişime gidip de okumadım, tam olarak bilmiyorum orada ne kadar ne söylediğimi ama işte 93’te doğrudan puroyla başladım olaya, 99’du herhalde, 98 de olabilir, hafızam iyice göçünce, vites değiştirip pipoyla ateşli bir ilişki yaşamaya başladım, 2005-2006 sezonunda yeşil sahalarda Ece Hanım’ı beklerken de severek ayrıldım tütünden, nargile ile kaçamaklara devam ettiysem de, yurtdışına çıkınca hani bana nargile, defter kapandı yani.

Puro, tahmin edeceğiniz üzere, açık havada rüzgarlı ortamda da içilse, içenin üzerinde ağır bir koku bırakan bir aygıtımız. O yüzden bendeki yüksek empati işlem hacmi nedeniyle, puro içtikten sonraki 45 dakika boyunca en azından, diğer canlılarla pek sosyal etkileşmelerde bulunmak istemiyorum. Bugün de akşama doğru bir güzel üzerinize afiyet tüttürdüm puromu, döndüm ofisime, hocam geldi. YA 5 BUÇUKTA KİM KİMİN YANINA GİDER, DÜNYA MI BATIYOR, YARIN KONUŞSAK OLMAZ MI? değil tabii ki, sevgili hocam, hakikaten, samimi söylüyorum, kinaye yok, haklı olarak bir şey sormaya gelmiş, hata bende.

Bütün keyfim tuzum biberim kaçtı, zaten after effect’leri de hoşuma gitmiyor, yine bıraktım anlayacağınız. Değmez ya. Ölünce cennete gidersem, nasıl olsa orada zincirleme içeceğim beyaz hudsucker proxy purolarından, gelsin pipolar, nargileler, oh lay lay (şimdi bunu deyince de aklıma Selçuk Erdem’in bir karikatürü geldi, adam kucaklamış bir koyunu, “akşam yemeğinde misafirimsin” diyor da, koyun “oh be, değişik bir şeyler yiyelim, ne o öyle hep ot hep ot!” diye cevap veriyor.. (hani)).

Puroyla ilgili bir şey daha vardı ama o kadar ilginç gelmedi şimdi, neyse, bu kadar yazınca gereksiz meraka sokacağıma sizleri, anlatayım da ben de kurtulayım, siz de:
İşte İTÜ’deyken bir gün bir arkadaşla kötü bir şeyler geçmişti aramızda, akşam otobüsle dönerken, bir başka arkadaşa dert yanıyordum, “yahu (o kız) bari benimle tartışmaya gelirken, yanında puro da getirseydi de canım ardından bu kadar sıkılmasaydı..” demiştim de, o da gayri ihtiyari “tamamdır, aklımda bulundururum, ileride öyle bir şey olursa yanımda getiririm” demişti. Budur yani olay, ama uyarmıştım önceden.

Yatıyorum şimdi ben. İyi geceler. Sigara filan içiyorsanız, değerini bilin de için, farkına vara vara. İçmiyorsanız da nargile için – sigara içmeyenlerde etkisi daha da iyi. Elmalı, elmalı, elmalı….

http://twitter.com/#!/common_squirrel

Some days, you just can’t get rid of a bomb part deux

Cool blue reason
I’m just talking to myself
Cool blue reason
I’m just rearranging hell
I’m just talking to myself
I’m just talking to myself
Oh no, oh yeah

Cool blue reason
Wraps around your throat
The minutes change like seasons
Only eight more hours to go
Only eight more hours to go
Only eight more hours left to go*

Çok kriptik bir mesaj havası verse de, değil aslında (aka “değil be annem!”). Bu akşam yorgun bir haftayı bitirdim, otobüste dönerken Murakami’nin The Hard-boiled Wonderland and the End of the World’ünü ikinci kez bitirmek üzere bir duruma geldim, onun o sonlarındaki kayıtsızlık, dinginlik, bulaştı bana da, otobüse binerken Cake’ten “She’ll come back to me” çalıyordum, ondan sonra da alakasız ‘Italian leather sofa” başlar (bouncing ponies), “Hem of your garment”a zıpladım haliyle, işte “Cool blue reason” da zaten oradan girince, sağdan 3. şarkı, “Alpha beta parking lot”ı geçtikten sonra 2. oluyor. Otobüsten indiğimde o çalıyordu, eve geldim, Bengü nefis somon yapmıştı, onu yedik, Ece’yle çıktık, yazdığı mektupları gönderdik postaneden, pastaneden peter pan kaptan kanca’yla dövüşürken olan bir gemi/oyuncak/kumbara aldık, benim geçen seneki emlakçılara uğradık hatır sormak için, iyi oldu, Ece yattı, Bengü mutfakta, ben de açtım kendime bir 50cc High Fidelity, aklıma önce başka birtakım şeyler, sonra da Emir geldi, ya ben bir daha acaba Emir’i görebilecek miyim (in reality?), şimdi bunu yazdım, aklıma Jonathan Ames’in kitabından (Gece Gibi Geçiyorum) şu pasaj geldi, bilemiyorum bütün hikayeyi okumadan çok anlamı olacak mı ama neyse:

I don’t know why I wrote those other things about him, I prayed for him to live. I did Poppy, I wore your hat today, I didn’t want you to die.

Konudan saptık yine, neyse, ne diyorduk, Cool Blue Reason & She’ll come back to me. (aka sonra denize döktük).

bilsen öyle yorgunum ki / yalnız alnımı örtüyor uyku

(CS, Çay Bahçesi’nden detay)

Bu akşam çok yorgunum, az çok biliyorum niye, koştur/çalış/kızgın güneş altında taş kır (kanunla çarpıştım, kanun galip geldi). Hava çok sıcaktı, günler uzuyor. Bilbao’da gün doğumu ve gün batımı çok güzel bir renk alıyor gökyüzü, ilk geldiğimde gün doğumlarını görmüştüm, bu aralar gün batımlarını görüyorum. Ayın 24’ünde İspanyolca kurslarına başlayacağım, bir ara da bedelli askerlik için uğraşmaya başlamam gerekiyor.

Manyetik uzay gruplarıyla uğraşıyorum bu aralar, öyle böyle değil sayın seyirciler, tam 1651 tane (as opposed to the 230 (spatial) space groups). Burada grup teori ve simetri üzerine çalışıyorum, Bilbao Kristallografi Sunucusu‘nda. Ortam güzel, programlar(lar) yazıyorum, canavar bilgisayarlarla uğraşıyorum, bir işi yapmanın değişik yollarını keşfediyorum. Tavanı, zemini, duvarları boydan boya aynayla kaplı bir odaya girdiğinizi ve uçabildiğinizi düşünün, ben işte ortaya çıkacak olası görüntülerin ne olacağı üzerine düşünmekteyim genel olarak. Odanın şekli değişir, sizin yeriniz değişir, sihirli aynalar çıkar kimi görüntünüzü ters, kimi de mavi çıkarır, kimi az öteler, böyle bir şeyler. Dikkatle inceleyince malzemeler de bizden çok farklı değil (skip a life completely, stuff it in a cup. she said money is like us in time, it lies but can’t stand up, down for you is up).

Hazır bilgisayarın başında yorgun argın beklerken, bir şeyler yazayım dedim, onu da pek beceremedim (sanırım). Bir tane süper kahraman projem var, süper kahraman olduğunu bilmeyen biri hakkında, kaldı ki süper gücü gelmiş geçmiş en büyük güç, zira yürekten dilediği her şey oluyor ama o bunu bilmediğinden ve bu gücü sonradan edindiğinden hayatı çok da değişmiyor, en azından kendi yağında kavrulup gidiyor, bir de biraz kaderci, o yüzden pek undo da dilemiyor başına az biraz kötü bir şey geldiğinde. Zaten belki de bu öylesine özel bir süper güçtür ki, kişi biraz farkına varır gibi olduğunda uçar bir başkasına konar, onun keşfedilmedik süper gücü olur, evet belki de böyledir.

Netice itibarı ile ey kâri,

Çiçekleri sulasan, kurumuş yaprakları kessen
Sözgelimi tırnaklarını yemesen
Akşamları erken yatsan iyi olur.

(EC, ‘Çiçekleri Sulasan’ detay)

yeni yıl hediyesi: buruk bir aşk şeysi.

Not: Akademik hayat, diğer mesleki hayatlar gibi, kendine özgü bir hayat. Bu (geçtiğimiz) sene “Up in the air” beni yerden yere vururken belki de farkında olmadan orada sunulan hayatla akademik hayatın ne kadar da örtüşüyor olduğunu bilinç altımda kavrıyor ve bu nedenle empati overdose’una uğruyordum (ben uydurdum büyük ihtimalle).

Aşağıda, sıcağı sıcağına yazıp, ikinci bir kere okumadan, düzenlemeye girişmeden, en “çiğ” haliyle gönderdiğim taslağı görmektesiniz. Çok vaktiniz varsa, ya da yarın işe giderken otobüste/trende okuyacak bir şey arıyorsanız vs.. o zaman tamam ama aksi takdirde, babanızın oğlu olmadığımdan kelli, beklemenizi salık veririm, iyice düzenleyip ilgili yere koyarım. Bir aydır çok fena bir şekilde yazılması gerekiyordu, bugün ilgili zamanı buldum, hikaye de sağolsun aktı gitti, sonunda bitti, o heyecanla göndereyim dedim (zaten baştan sona Guben Blogger’ın editöründe yazdım, öyle copy/paste durumları olmadı ve bir de ne kadar çok konuşuyorum ben, niçin niçin..)

Buruk bir aşk şeysi

– M., S. ve E. için –

İtalya’daki misafir araştırmacı olarak çalışmamın 3. senesinde, bölüm başkanı beni artık bir misafir olarak değil de, daimi olarak ağırlamayı istediklerini söylediğinde, bana sunulan pozisyonu sevinçle kabul ettim. Yalnız İtalya bürokrasisi ve akademik sıkıntılar bir arada düşünüldüğünde, onların teklifi ve benim akabindeki kabulumden sonra, işe resmi olarak başlamam için 2 sene geçmesi gerekecekti. İstersem bu iki seneyi misafir araştırmacı olarak çalışmaya devam ederek geçirebilirdim ama ben Türkiye’ye dönüp, orada işlerimi toparlama taraftarıydım.

Böylelikle eski üniversiteme döndüm, durumumdan ötürü sözleşmeli olarak işe alındım, ben gittikten sonra benim konumla ilgilenmesi beklenen eski asistanım, yeni yardımcı doçentim Erkan’a püf noktaları göstermeye başladım. Bu arada, İtalya’ya gitmemden önce verdiğim ileri fizik derslerinden tanıdığım öğrencim Hasan lisansı bitirmiş, yüksek lisansa başlamış, kendine danışman arıyordu, benden rica etti, ben de iki sene burada kalacağımı bildiğimden, memnuniyetle kabul ettim, durumumu da ona açık açık belirttim.

Hasan, zeki bir çocuktu ama zekası fazla geldiğinden olsa gerek, gözü hep dışarıdaydı, “köşeyi dönmek” istiyordu hep. Bir şey öğrendiğinde bunu nasıl pazarlayabileceğini düşünürdü; ona göre teorik fizik “tatsız” bir şeydi, “uygulanabilir olmayan şeyler, anlama zahmetine değmez”di. İyi çocuktu ama hep daha fazlasını istiyordu.

İlk senenin sonuna gelmiştik ki, tezi üzerinde çalışırken bir gün “Hocam,” dedi, “ben doktoramı yurt dışında yapmak istiyorum, acaba sizin İtalya’daki üniversiteden bana bir doktora projesi ayarlayabilir misiniz?”. Şimdi ne yalan söyleyeyim, şaşırdım diyemem, doğrusu böyle bir öneriyi beklemiyor değildim. Hasan’a İtalya’daki bölümle bu konuyu konuşacağımı söyledim, birkaç hafta sonra da oradaki pozisyonunun hazır olduğunu.

Böylelikle, aylar geçti, Hasan tezini, ben de hazırlıkları bitirdim, mobilyayı eşyayı dostlara, evi de kiraya verdim, veda ziyaretlerini gerçekleştirdim, İtalya’ya gitmeme bir ay kalmıştı, o bir ayda da şöyle güneye geçip, güzel bir tatil hediyesi vermek istiyordum kendime. Hasan benden 3 hafta evvel İtalya’ya gidecekti, ders programı onu gerektiriyordu, gitmesinden evvelki görüşmemizde bana bir sürpriz, daha doğrusu bir emrivaki yaptı: ofisime yanında bir kızla çıkageldi, kız arkadaşıymış, adı Ayşegül. Niyetleri ciddiymiş, Ayşegül de bu hafta tezini savunup, bitiriyormuş yüksek lisansı, aman ne olur ona da İtalya’da bir doktora programında yer bulabilir miymişim?

Bu noktada, bir parantez açıp, konuyu analiz etmek, sizleri de sandığınız kadar safdil biri olmadığıma inandırmak istiyorum: Tamam, Hasan emrivaki yapmasına yapmıştı, ama kötü bir şey miydi istediği? Belki normal şartlar altında Ayşegül için İtalya’daki üniversite ile bağlantı kurmazdım, ne de olsa hem bizim alanda pek kullanılmayan bir deney metodu üzerine ihtisas yapmıştı, hem de doğrusu not ortalaması öyle pek yüksek değildi. Ama bütün bunlar çok mu önemliydi iki gencin taptaze, saf aşkı karşısında? Sonuçta, Ayşegül’e çaktırmadan, Hasan’a o pek iyi bildiği bakışlarımdan birini atıp onun sonradan söylediği üzere “kanını dondurduktan” sonra, “bir bakalım, bakalım” dedim.
İtalya’dakiler bu sefer benden gelen bu emrivakiyi doğal olarak pek de neşeyle karşılamasalar da, sağolsunlar ellerinden geleni yapıp, bir burs daha temin ettiler. Pek söylemekten hoşnut olmasam da, konsolosluktan arkadaşım Marcello’nun da yardımlarıyla, Ayşegül’ün işlemleri hızla tamamlandı. Güneyde tatil planımı iptal edip, kalan sürede Ayşegül’e bizim konuda yoğunlaştırılmış bir kurs verdim.

Ters kutupların birbirini çektiğine hep inanırım: Hasan ne kadar girişkense, Ayşegül de o kadar çekingendi. Sakin bir kızdı, her şeyi içine atar, ağzından kerpetenle laf alırdınız. Hasan tembeldi ama zekiydi, şöyle bir kulak kabartması konuyu kavramasına yetiyordu. Ayşegül onun kadar keskin bir zekaya sahip olmasa da, sebatla çalışmasının karşılığını alıyordu.

Bir ay sonra, Ayşegül’le, İtalya’ya giden uçağımızda oturmaktaydık. Bizi havaalanında Hasan karşıladı. Orada geçirdiği süre zarfında bölümdekilerle kaynaşmış, İtalyanca’sını ilerletmiş, epey iyi koşullarda bir ev bile tutmuştu. Bizi almaya bölümden bir arkadaşından ödünç aldığı arabayla geldi, beni üniversitenin misafirhanesine bıraktıktan sonra, yeni evlerine yollandılar.

Ertesi gün iki yıldır görmediğim “yeni” bölümüme yerleştim. Eski dostlarla merhabalaştıktan sonra, bölüm başkanı olan Rudolfo’dan can sıkıcı haber geldi: dahil olduğum grup üç yeni kişi için oldukça kalabalıktı, bu yüzden öğrencilerden birini yan gruba kaydıracaktım.

Bu noktada işte ikinci parantezi de açıyorum – şimdi, her ne kadar beni yeni üniversitede tanıyor olsalar da, yine de pozisyonumdaki değişiklikten ötürü soru işaretleri barındırıyor olabilirlerdi, bu yüzden çok dikkatli olmalı, bu konuda doğru kararı vermeliydim. Ayşegül’ün yetenekleri hakkında tam bir öngörüye sahip değildim. Ayrıca, Hasan’ın yeni konulara kolay adapte olabileceğini biliyordum ama doğrusu Ayşegül şu bir aylık çalışmamızın başlarında biraz bocalamıştı, şimdi ondan hem de tamamıyla yabancı bir ortamda bütün bunlara benzer yeni bir süreçten geçmesini istemek pek de sağlıklı olmayacaktı. Hal böyle olunca, asıl öğrencimin Hasan olmasına karşın, Ayşegül’ü bizim grupta tutmaya karar verdim, ertesi gün de gençlere bu konuyu açtım, onlar da durumu bir müddet aralarında görüştükten sonra bana hak verdiler. Böylelikle Hasan simülasyoncuların yanına gitti, Ayşegül de benimle kalıp, teorik uygulama ve metod geliştirme konusunda çalıştı.

Her ne kadar dağınık bir insan olsam da, iş tez öğrencilerime gelince işi sıkı tutarım. Şimdiye kadar bir tek öğrencimin bile, bırakın tezi tamamlamamayı, bitirmek için tanınan normal süreyi bir ay olsun geçirdiği olmadı. Bu açıdan sık sık önce eğitmen, sonra bilim adamı olduğumu düşünürüm. Herkes böyle olmak zorunda mıdır peki, tabii ki değildir. Hasan’ın yeni grubundaki danışmanı mesela, bu kafada değildi. Disiplinli olmadığından ötürü, Hasan da kendisini sıkıştıran birinin yokluğunda tezini serdikçe serdi, en sonunda aklı yine “köşeyi dönmeye” kaydı, o sırada onun grubundaki hocalardan biri de bir yazılım şirketi açmaya karar verince iyice akademik hayattan koptu. Her zamanki işbitiriciliğiyle başlarda ne zaman onu uyarmaya kalkışsam bana merak etmememi, biraz süresi uzasa da tezini eninde sonunda bitireceğini söylüyordu, ama tabii ki akıbeti ikimiz de biliyorduk, o kabule yanaşmıyordu pek. Sonuçta üniversiteye gelişi giderek seyrekleşti, o sırada patlayan internet uygulamaları sayesinde iyi de bir dalga yakalayıp şirketlerini epey geliştirdiler.

Bu arada Ayşegül bizim konuyu epey iyi kavradı, epey özgün ve başarılı metodlar geliştirip kendini kanıtladı. Doktora eğitimi sırasında yarı-zamanlı olarak Hasanların şirketinde çalışıyordu, tezini verip mezun olmasıyla birlikte de tam zamanlı olarak çalışmaya başladı (bu noktada Hasan’dan gelen “Hocam, bana tezi bitirmedim diye kızıyorsunuz ama Ayşegül bitirdi, yine aynı işi yapıyoruz işte” salvolarına değinmeyeceğim). İşte Ayşegül tam zamanlı çalışmaya başladı ya, zaten ne olduysa ondan sonra oldu.

Hasanların şirket, işler yoğun olduğu zamanlarda, kendi grupları başta olmak üzere bölümdeki doktora öğrencilerini dışarıdan çalıştırarak yardım alıyordu. İşte bir gün, bu doktora öğrencileri arasından bir kız, Lucia, işi yapmasına ek olarak, Hasan’ın da gönlünü çaldı. Detayları doğal olarak bilmiyorum. Ama bir gün ben Ayşegül’e Hasan’a iletmesi için birtakım notlar verdiğimde, bütün mahcubiyetiyle artık birlikte oturmadıklarını, işte de fazla görüşmediklerini söyledi. Pek bir şey anlamadım ama bir şeylerin ters gittiği barizdi tabii. Ertesi gün Hasan’ı arayıp yanıma çağırdığımda ondan da Lucia ile yeni hayatı üzerine bilgileri edindim.

Bir üçüncü parantez de burada gerekiyor: Aşk, ne kadar evcilleştirdiğinizi düşünürseniz düşünün, aslında her zaman için vahşi bir şeydir. Öyle çılgın bir aşk mazim olmadıysa da, bunu bilecek kadar acı çektiğimi itiraf etmeliyim. Hasan korkunç bir insan mıydı, büyük bir kötülük mü yapmıştı? Hayır. Bir insan diğerine duyduğu tutkuyu bir gün yitirebilir, bunu bildiği halde öyle değilmiş gibi yapması kötülük olurdu ki, o da bunu Ayşegül’e duyduğu saygıdan ötürü yapamamıştı. Lucia “yuva yıkan kötü kadın” mıydı? Tabii ki hayır. Onlar gençtiler ve insan gençken kalbinin sesini dinlemeyecekse ya ne zaman dinler? Ayşegül’e haksızlık yapılmış mıydı? Ayşegül’ün haksızlığa uğradığı söylenebilirdi belki ama bu haksızlık, yapılmış bir şey değildi, ortaya çıkan bir sonuçtu.

Hasan’dan, en kısa süre zarfında Ayşegül’le arasındaki iletişimsizliği gidermesini rica ettim. Öylesi bir birliktelikten sonra belki dost kalmak zordu ama denemeliydiler ve ilk adımı ve ikinci adımı ve başlangıçtaki pek çok adımı atmak, köprüleri onarmak Hasan’a düşüyordu, söz vermeliydi.

Şaşırtıcı olsa da, Hasan bunu yapmayı başardı. Bunda tabii ki Ayşegül’ün anlayışlı ve sakin (ve biraz da kaderci) mizacının büyük katkısı olsa da, Hasan da kendinden beklenmeyecek (en azından benim beklemediğim) bir olgunluk gösterdi.

——————————————————————————————————–

Bu anlattıklarım 5 sene evvel yaşandı, bu sene, üçümüzün de kalıcı olarak İtalya’ya gelişimizin dokuzuncu yılı. Ayşegül, bir kitapçıda tanıştığı, Stefano adında mimar bir oğlanla evlendi, 2 yaşında Damla Maria adında bir kızları var. Hasan hala Lucia ile birlikte, evlendiler mi bilmiyorum ama herhalde öyle bir şey olsa nikahlarına davet ederlerdi.

Bu aralar, bölümde kullandığımız programları parallelleştirmekle uğraşıyoruz, programcılar olarak da “dışarıdan” Hasanların şirketine verdik bu işi. Az evvel onlarla toplantıdaydık da, oradan geldi bütün bunlar aklıma. Ayşegül hala Hasanların şirkette çalışıyor, bana soracak olursanız da hala Hasan’a aşık. Sonuçta aşk vahşi bir şeydir. Eksik oldu, düzeltiyorum: Aşk vahşi ya da buruk bir şeydir.

Emre Sururi,
3 Ocak 2011,
Bilbao.

diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık

Mutlu Yıllar!

Hepinize mutlu yıllar! 2010 durup da düşününce benim için hiç de fena geçmedi, sonu iyi biten her şey iyidir düsturum uyarınca, epey güzel bir yıl oldu, torunlara anlatacak anı da yükledik heybeye, böyle bir sürü sorun problem lay lomla uğraşıp da hayatta kalınca daha bir yaşadığımızı hissettik, geçen senenin aksine bu sene birlikteyiz de hem, daha ne ister deli gönül?

2011’e süper düper bir giriş yaptık. 24ünde Barışla Efeler geldiler. Bizim oturma izni kartlarımız (AT:+2 DEF:+3 removes borders, iki hava bir deniz resource kullanır, ante olarak oyuna sokulamaz, başkasına devredilemez) henüz yenilenmediğinden İspanya’nın dışına çıkamıyoruz, o yüzden burada toplanalım demiştik, ama Barış da Belçika’da yeni sayılır, o da 3 aydır “Kartım ha bu gün, ha yarın, ha bu diyar geldi gelecek” dediğinden bir türlü kesin bir şeyler yapamıyorduk ama hayallerimiz vardı tabii, bir Kabrio Chevrolet kiralayıp, lastikleri düşene dek sürecektik…

Alınan uçak+tren biletlerinin elde patlamasına birkaç gün kala Belçika göçmen bürosu beni derinden şaşırtan bir hamleyle bizim ramazan rehaveti ile ilişkilendirdiğim noel salmasına rağmen, Barış’ın kartını yolladı, 24’ü Cuma günü (Silent Night) sınırlar aşıldı, Bilbao eyaletine gelindi, bayram havası yaşandı.

İki gün Bilbao’da takılıp bol bol internet üzerinden otel ve araba ayarlanmasıyla uğraşıldıktan sonra (bu vazifeler hanımlara havale edilirken erkekler tavla, bezik, pişpirik ve masasına okey oynamakla meşguldüler), pazartesi sabah otobüsle Madrid’e geçildi, otelden evvel (bu arada otel zincirinin adı ABBA idi!) araba kiralama şirketinin ofisine merak ve ürküyle (ürküntü diyecektim, kötü geldi kulağıma) ziyaret gerçekleştirildi, devasa minivan (hem de Mersedes ama sonradan anlaşıldı ki teybi mp3 cdsi çalmıyordu, ne yapayım ben o halde öyle arabayı!) ayarlandı (Bilbao’da 6 kişilik araba bulamamıştık), Madrid gezildi, o gece orada kalındı, çok kalabalıktı, ne kadar aranıldıysa da, 40°24′55.27″N 3°42′32.45″O koordinatlarındaki, arkadaşlara göstermek istediğimiz San Miguel Pazarı bir türlü bulunamadı, önümüzdeki maçlara bakacağımız sözü verildi.

Ertesi gün de Madrid’i şöyle bir arşınlayıp, arabamıza atladık ve uzun süren bir yolculuğun ardından Endülüs Bölgesi’ndeki Sevil’e vardık. Şimdi oraya Sevil yazdım ya, siz de “Hangi Sevil, o ne?” diyor olabilirsiniz, haklısınız da. Hani kırk yıllık (235 aslında) Sevil Berberi var ya, oranın Sevil. Daha entel olanlarınız Sevilla yazınca anlayacaklardır ama ben tabii ki ona ne Sevil, ne de Sevilla değil, bilakis “Sebiyya” diyorum çünkü adı bu (böyle okunuyor İspanyolca’da). Neyse, bırakalım şimdi bunları. Hava 24 derece (st. petersburg) idi mesela, gömlekle dolaştım, müthiş binalar vardı, yemekler güzeldi, bizde kavak filan olur ya sokaklarda iki sıra, orada turunç ağaçları vardı, dallardan sarkıyordu meyveleri. Buraya (Bilbao) göre çok ucuzdu, programımıza İsviçre’den katılan Efelere göre nasıl olduğunu varın siz tahmin edin. Büyülü bir yer olan İspanya Meydanı’nı (Plaza de España) gezdik, yediklerimiz bize kalsın. Star Wars ep. II’de Anakinle Amidala otobüs terminalinden buraya geliyorlar, eve dönünce kontrol ettik bir kez daha yeri, evet aynen öyle ama Anakin niye hamal gibi yüklenmiş iki bavulu, ayrıca o zamanda bavul ne? (ve daha birkaç soru).

İki gün Sevilla’da gezip tozup, 3. gün Cordoba’da yağmur yedikten sonra, ver elini Madrid, arabayı teslim et, otobüse bin, Kaixo Bilbo! dediğimizde 31 Aralık akşamı, saat 21.30’du. Her yer kapalı, herkes dışarıda idi. Bir acele yiyecek bir şeyler hazırlandı, hediyeler açıldı, 1. dereceden akrabalarla konuşuldu, mesajlaşıldı, dans edildi (çılgın dans, öyle böyle değil asla da göremeyeceksiniz ne yazık ki!), yeni yıl geldi.

Ertesi sabah süper üçlü geldikleri gibi kaldıkları ülkelere geri yollandı, ben ayakta uyuyordum, yeni yılınızı kutladım.

İki Hamiş:
* Başlık yeni öğrendiğim ve koptuğum bir internet şeysinden (aksanların yerini bilmediğimden “meme” yazamadım).
* Tencereli fotoğraf Barış tarafından (Canon EOS 5D Mark II)
, turunç ağaçlı olan da Bengü tarafından (Kodak EasyShare M530) çekildi.
* Zil, şal ve gül, Endülüs’te Raks, Yahya Kemal Beyatlı var ya, YKB bildiğiniz/bilmediğiniz üzere İspanya elçimizdi, Franko’nun darbesinden sonra Kral Madrid’den çekilirken, o grupla beraber o da şehri (Madrid) terk etmiş ve bunun üzerine Atatürk tarafından “sananeoluyorlayn?” vezninde ayar verilerek o görevden alınmıştır (ve ben YKB’yı sevmem, sevemedim sevdiceklerim, niye bilmem, bilirim az buçuk ama yeterli bir sebep değildir bunlar da makul bir insan için) Böyle de dedikoducu/karalamacı bir insanımdır, evet, yes orrayt.

Anahtar Kelimeler: Jarmuch, The Limits of Control.