Yılın Listesi: Filmler

 Ece Hanım ve İspanyolca dublajın standart olmasından bir de pause özelliğinin olmamasından ve daha bir sürü ufak tefek sebeplerden ötürü, nicedir "şu film güzele benziyor, sinemaya gideyim de izleyeyim" demişliğim yok. Ama ben bile buradan, bu oturur halimle biliyorum/duydum ki bu yıl oğlanlarda Michael Fassbender’in (Rainer Werner Fassbinder ile tabii ki bir alakası olamazdı ama yine de gittim, teyit ettim), kızlarda ise Emily Blunt’ın (Türkçe’si ile söylersek: Demet Evgar) yılı olmuş durumda, artık bu sene bizim buralara (DVD filan) da gelirler, misafirimiz olurlar. Biz o yüzden bırakalım şimdi bugünü, geçmişe bakalım… 

Geçen senenin listesini 21 Ocak’ta hazırlamışız, o günden bugüne izlediğimiz filmlerin çetelesine bakıyorum şimdi:

  • Temple Grandin (Film güzeldi ama ben daha hala güzel bir kızın (Claire Danes) oyunculuk yeteneğini ortaya çıkarması için neden ille de çirkin/çekici olmayan bir tiplemede görülmesi gerektiğini… adaletin bu mu dünya… netekim. (hımmm))
  • El misma amor, la misma lluvia (Ricardo Darin, Soledad Villamil var, konu sabun köpüğü bile olsa, El secreto de sus ojos’un üzerine ağırca yenen bir yemeğin ardından gelen kahve gibi gidiyor!)
  • Greenberg (Noah Baumbach ikidir ucundan dönüyor, bir gün patlatacak ve depresif yanı ağır basan bir Wes Anderson olacak, o güne değer! Ayrıca, bu film sayesinde Greta Gerwig’i gördük, tanıdık, hastası olduk, sevdik, siz de seviniz (Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerini / Eski hececilerin şiirlerini bir de / Ben çok seviyorum siz de seviniz)
  • Mary and Max (son 10/20 dakikaya kadar oflayıp poflayarak seyrettim sonra bir anda ne kadar güzel bir şey olduğunu fark ettim – son 10/20 dakikanın güzelliğinden değil, filmin güzel oluşundan. O yüzdendir ki, hep bu hakkını yemişlik duygusuyla anarım kendisini (çok sık olmasa da, işte arada bir))
  • Frygtelig lykkelig (Terribly Happy) (Bu Danimarka filmine 3.5 yıldız vermişim (5 üzerinden ki benim notlamama göre hayli yüksek bir not bu), öyle süper düper bir film değildi halbuki, lakin Edgar Wright’ın Hot Fuzz’ı ve özellikle de Danny Boon’un Bienvenue chez les Ch’tis’i ile birlikte güzide bir üçlemenin ortasında yerini alabilir)
  • Synecdoche, New York (Ah Kaufman, yaktın beni. Otur 5 pekiyi, yıldızlı. Puroyu -en son- Prag’da bırakmış idim (2 ay oldu olacak, geçtik bile mi yoksa?), filmin adını bile yazmak içimdeki puro özlemini harladı)
  • The Illusionist; The Prestige; The Great Buck Howard (bir hafta içerisinde seyrettiğimiz bu üç hokkabaz filminden bir tek The Illusionist’i alalım, diğerleri sizin olsun)
  • Bottle Rocket (işte Wes Anderson potansiyeli böyle bir şeymiş demek ki – ikinci filmde Rushmore geldi ve daha ne olsun?)
  • Soul Kitchen
  • Cloverfield (4 yıldız vermişim! ama teknik, kurgu filan hak ediyordu)
  • London River
  • Inception

Yılın kekliği: Kendim. Sebep? El mismo amor, la mismo lluvia‘yı yazdıktan sonra, El secreto en sus ojos‘a bakarken listede, geri dönmeyi unutmuşum, o yüzden geçen senenin filmlerine girmişim, şimdi uyandım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler, okuyucunuzun/tarayıcınızın ayarı ile oynamayınız reca ederim…

  • Zero Effect – 2000 senesinde, Ankara’da, Öveçler’de iken bu filmin DVD’sini Betül’den almış idim, daha o zamanlar Psych, Monk yoktu hiç öyle obsesif kompulsif, süper dikkatli dedektif tiplemesi. Bill Pulman Independence Day adlı berbat filmde gayet kötü bir biçimde Amerika Başkanı’nı da oynamamıştı henüz (baktım şimdi wiki’den, Independence Day, Zero Effect’ten iki sene önce imiş. balele-sorduk mu?)
  • Social Network – Müzikleri. Ah o müzikleri yok mu. Trent Reznor olduğunu bilmeden, isimler yazarken takıldım müziklere, tam "yahu bu ne güzel bir şeydir böyle!" diyorken Reznor/Ross yazdı, hemmm dedim. Geçen gün de Avengers’ın fragmanını seyrediyordum, orada da güzel müzikler çalıyor, Trent Reznor demiştim, bir saniye, hemen bakayım… Baktım, Alan Silvestri diye biri imiş, bozum oldum tabii, "e bir daha dinleyeyim, bakayım neresini benzetmişim anlayayım" dedim, "avengers trailer music" yazdım, "We’re in this together / NIN" dedi, keh keh diye güldüm kendi kendime keyiften ve iki sebepten (biri çok açık, diğeri, sinir olmuştum Trent’ciğim Sosyal Network ile havalara girdi, piyasa oldu, önüne gelen filme soundtrack yapıyor diye (The Girl With the Dragon Tatoo’nun trailer’ı süper bu arada, geçen gün kadim dostum Georgina ile bu konuda fikir teattüsünde bulunuyorduk, orada üzerinde anlaştığımız üzere, LedZep coverlamak her babayiğidin harcı değil, bir de o cırlayan Yeahx3s’in Karen O’su imiş, o da pek yakışmış Trent’in dehasında – misal Where the Wild Things’in soundtrack’i ne kadar berrrrbat, kulak cırmalayacı idi beri yanda)). Sonuçta öyle anlayacağınız, Trent Reznor lütfen sadece benim sevdiğim/seveceğim filmlere müzik yapsın, avengers’a filan şarkı verebilir, umrumda değil, ama yalanım yok, kıskancım, birazcık da huysuzum enter seda sayan.
  •  Buried (2010 da Ryan Reynolds’ın yılı oldu herhalde. Kaç filmde oynadı bu arkadaş yahu? Taa Two Guys & a Girl yıllarından beri bir türlü ısınamamışlığım vardır, BOSS reklamlarından da haz etmedim, Scarlet Johanson olaylarından da) Film, kurgu açısından inanılmazdı bu arada, takdir.
  • I Love You Philip Morris – Müthiş bir filmdi, Jim Carrey ve Ewan McGregor’ı Jim Carrey ve Ewan McGregor olarak değil de, iki iyi (süper) oyuncu olarak görebileceğiniz bir filmdi (gerçi Ewan McGregor her filminde bambaşka yine yeniden birini oynuyor ya!). Üstelik, bu da Temple Grandin gibi, hatta ondan daha da katmerli bir şekilde, gerçek olaylardan çekilmiş bir film (…dan yola çıkarak değil, bilakis …dan çekilmiş). Yılın filmi olabilir, listeye devam edelim bakalım…
  • Volver – Niyeyse Almodovar’a ara vermiştik Habla con Ella’dan sonra. Volver ("Bolber" olarak okunur) ilaç gibi geldi. Penelope Cruz normal/sosyetik rollerde ne kadar rahatsız edici / batıcı ise, komşu kızı / delimanyak tiplemelerinde o kadar müthiş oluyor. Volver, konu da, renkler de çok güzeldi.
  • Die Fälscher (Counterfeiters) – Toplama kampında geçen komedi olur mu? Olmaz (La Vida es bella diyeceksiniz, o çok istisna diyeceğim). Buradaki aktif anarşist amcanın Inglorious Basterds’ın Gestapo komutanı olarak hatırlamak ilginç oldu.
  • Source Code – Moon’dan sonra, Moon’dan başka, gene güzel gene referansı bol, yine de yeni bir şeylerle. Duncan Jones, sen bu yolda devam et. Michelle Monaghan’ı Boston Public’ten severdik (Kiss Kiss Bang Bang’i de severiz — o film kült statüsüne girmedi mi acep hala?), Vera Farmiga ayrı bir hikaye zaten (Up in the Air’de Alex olarak geldi gönlümüzün mütevazi bir köşesine indiydi zaten vaktiyle).
  • Win Win – Denizden Thomas McCarthy çıksa izlerim zaten. Bunda da Up in the Air’den (ve 2 and a half men’den) Melanie Lynskey vardı az da olsa.
  • The Perfect Host – Eş dost toplantısı, partiler, bir araya gelmeler için ideal bir film. Ben afişine ve tabii ki David Hyde Pierce’ine vurulmuştum. Sonu biraz löylöy olsa da, tiyatro canım, ne beklersiniz (tiyatro uyarlaması değilmiş bu arada).
  • Flypaper – Patrick Dempsey ve o haliyle bile (yani Holywood standartlarına göre çok yaşlı) alımlı ve takmayan Ashley Judd. "Eğlenceli bir seyirlik" idi.
  • Midnight in Paris – Woody’den beklediğim gibi bir filmdi, her şeyiyle yerli yerinde, güzeldi.
  • Le Petit Nicolas (Pıtırcık) – Bu sene (2011) birbiri ardına Pıtırcıkları devirdik Ece’yle, filmi de üstüne ilaç gibi geldi. Biz Ece’den daha çok güldük ama söz konusu Pıtırcık olunca, bu da doğal, değil mi?
  • Beginners – Fragmanını görüp ilgilenmiştim, fakat sonra konusunu okuyunca pek bir plastik, internet blog şeysi gibi gelmiş idi. Sonra fragmanını bir kez de Bengü’yle birlikte izledik, işte bir gün seyredecek bir şey bulamayınca, haydi dedik, hem Ewan McGregor da, Melanie Laurent de var. Beğendik, güzel film. "Beginners" bu arada Raymond Carver’ın ilk kitabına da adını veren "What We Talk About When We Talk About Love" hikayesinin (ve kitabın) ilk adı (sonra editör değiştirtiyor – elimde kitabın iki versiyonu da var, editörün manyaklığına şaşıp/sinir olup, bir yandan da hakikaten iyi iş çıkardığı için gizliden gizliye takdir ediyorsunuz). Bunun yönetmeni (Mike Mills) bir de Up in the Air’in yazarının (Walter Kirn) kitabından uyarladığı bir başka filmi var (Thumbsucker), onu da izleriz artık bir ara.
  • Bienvenue chez les Ch’tis – Micmacs’te hiçbir şey ifade etmeyen Danny Boon’un bizi kırıp geçirdiği Fransız komedi filmi. Biz çok çok güldük, size güleceğiniz garantisi vermiyoruz. Filmi Efe’den duymuştuk, o bayağı bir giriş yapmıştı, beklentimiz filan da yüksekti, ona rağmen çok beğendik. Fransızca bilmiyorken bu kadar eğlendim (eğlendik yazabilirdim ama bakınız yazmadım, niye yazayım, Bengü Fransızca bilir a! ;), bir de Fransızca bilsem ne olurdu kim bilir! Bunun Bask-Endülüs versiyonunu çekelim (Türkiye versiyonunun dram olacağı yönünde ciddi şüphelerim var).

Demek ki neymiş arkadaşlar, bu yılın (2011) filmi, 2009 tarihli I Love You Phillip Morris imiş (roll the drums / ya da Chumbawamba – Scapegoat’ın girişini çalınız)

Hüsran listesi: 
Micmacs
Bakjwi (Thirst)

Vicky Cristina Barcelona – Woody’den beklemediğim gibi bir filmdi, bana ters geldi. Ayrıca Rebecca Hall’u yakında Everything Must Go’da görebilirsiniz (ben görmeyeceğim çünkü Carver’a olan sevgimden, filme gıcık oldum jeneriğini görüp de).

Neslihan ile Brian’ın yılın favori filmlerini yazacaktım ama lil’ sis yazsın dedim, hem yorumunu görürüm, hem de belki Pirates of the Carribean 3’ün de sıraladığı filmlerden biri olduğunun kamuca bilinmesini istemez.. 8)  (biz mesela daha seyredemedik onu ama planlar arasında var – benzer şekilde Paul’ü de Black Swan’ı da hala görmedik, hatta Paul ne ben bilmiyorum : insan isimli filmlerden Hugo ile Pina’yı bekliyorum ama mesela). Briantje ile de The Illusionist’le kesişmişiz.

Bunlar da kısa kısa…lar olsun bakalım:

  • Bir süredir Werner Herzog’un "The Cave of Forgotten Dreams"ini izlemeye çalışıyoruz ama hakikaten çok çaba sarf etmek gerekiyor.
  • Çarpık Kadraj geç keşfettiğim ama hakikaten çok sağlam bir sinema/tv blogu oldu.
  • Bir Zamanlar Anadolu’da’yı herhalde çok zor izlerim ama geçen gün de AV Club’dan çok iyi eleştiriler aldı. Biz daha hala bal ve süt bulup da izleyeceğiz.

Bu sene izlemek için not aldığım diğer filmler:

  • The Future – Miranda July
  • The Good Heart – Dagur Kári
  • Los Lunes al Sol
  • Inside Job
  • Moneyball
  • 50/50
  • The Descendants
  • A Seperation
  • Tinker Tailor Soldier Spy
  • Pina
  • In Time
  • The Secret World of Arrietty

iyi seyirler, patlamış mısırlar.

“Yılın Listesi: Filmler” için 29 yorum

  1. hemen yazayIm… — hemen yazayIm…

    Lil’ sis- Paul, Black Swan, Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides
    Bro – winters bone, The Illusionist

    2011 yuz karasI bir yIl film acIsIndan… o yuzden bizim listeler bole dandik 🙂 Du$un ta$In of puf derken bu cIktI,”Pirates of the Caribbean” eglenceliydi en azIndan…X-Men: First Class mesela, degildi :)… Neyse ki “Transformers: Dark of the Moon”u seydereden ben degilim 🙂 Bu sene biraz ucaklarda gecti bizim icin 10 saat git, 10 saat geri gel bir dolu kotu/vasat film izledik. Mesela : Bridesmaids, Thor, The Other Woman, Eat Pray Love,
    The Young Victoria, Bad Teacher, Due Date

    Ustelik biz bu listeleri size rapor ettigimizde 🙂 Tinker Tailor Soldier Spy’i daha gormemi$tik, gorduk icimiz acIldI acIkcasI, BBC Mini serilerini bile izledik (http://www.imdb.com/title/tt0080297/) bi de Rango (http://www.imdb.com/title/tt1192628/) konusu kesat ama animesi nefis.

    I Love You Philip Morris – muzikleri de guzeldi aslInda, Brianje’yi pek sarmadIysada benim ho$uma gitmi$ti.Win Win – hayal kIrIklIgI acIkcasI, nerde o eski Station Agent’lar. Vicky Cristina Barcelona – bana “da” ters geldi 🙂

    Rubber, Attenberg, Made in Dagenham, Sherlock Holmes: A Game of Shadows, The Descendants, Hugo, Pina, Moneyball, Tree of Life ve 50/50’yi bizde gormedik daha…I$imiz cok yani…

    bu arada…Inside Job 4.0/5.0 bir bo$ vakitte Attack the Block 4.0/5.0 (http://www.imdb.com/title/tt1478964/)

  2. holy — İkinci bölümdeki filmlerden izlemediklerim:

    Zero Effect
    Die Fälscher
    Win Win
    Flypaper
    Beginners
    Bienvenue chez les Ch’tis
    (İzleyeceğim filmlere ekledim. Win win’i izlemeyebilirim, birkaç kez niyetlenmiştim ve izleyememiştim. The Descendants’ı da izlememeyi düşünüyorum.)

    I Love You Philip Morris’i bu yazıyı okuduktan sonra izledim. Pıtırcık’ı da. ILYPM’i bu kadar beklemiyordum (konusuna bakmamıştım daha evvel ve sigara şirketleri ile ilgili olduğunu düşünmüştüm, nasıl da yanılmışım), pek keyif aldım izlerken. Pıtırcık da iyiydi ama Pıtırcık’ın biraz daha afacan ve uyanık bir çocuk olduğunu düşlemiştim.

    Bir Zamanlar Anadolu’da gerçekten iyi film. İzleyeceklerinin içinde de çok çok iyi olmasa da çok iyi filmler var. 🙂

    Howl’dan bir sahne ile iyi geceler dili…

  3. holy moses — Linki tam olarak ekleyememişim. Tam olarak eklenmişi burada.

    (madem tekrar geldim yarım kalan cümleyi de tamamlayayım)”…lilili yar” değil tabii, “…yorum” olacaktı.

  4. holy molly — Beatnikleri uzaktan severdim. Ginsberg’in Howl’u ile Ferlinghetti’nin bir seyi Turkce’de birlikte cikmisti yanlis hatirlamiyorsam… 94/95 gibiydi, kitabin bir fotokopisini Simurg Sahaf sayesinde edinmistim, isin guzeli benim onu teslim almaya gittigim sirada Ferit Edgu de tesadufen oradaydi (Ferit Edgu’nun sik sik oraya gittigini sonradan ogrenmis idim, keza Ginsberg’in bir 4-5 sene oncesindeki Bogaz ziyaretini de). O sirada yasiyor muydu acaba Ginsberg? Hatirlamiyorum (Ginsberg’i Ferit Edgu cevirmisti bu arada Turkce’ye) (bu arada, butun bu bilgileri tamamiyla aklimdan yaziyorum, kendi maceralarim disindakilerin dogrulugundan emin degilim haliyle 8).

    Sonra responsibl bir insan oluverdim, giderek muhafazakarlastim, muhafazakarlasiyorum (nereye kadar?), beatnikler, hipiler filan… Delft’teyken orali iki hipi(~) vardi, iyilerdi, iyiliklerine suphe yok, ke$lerdi de, neselilerdi de. Bir gun pastanede Ece bir cikolatadan istemisti, biz hayir demistik de, onlar Ece’ye alivermislerdi, biz de cok rahatsiz olmustuk, sonra kendimden rahatsiz oldugum icin daha da rahatsiz olmustum. Yine de artik hipi degilim, hipileri de eskisi kadar sevmiyorum (kayitsizim aslinda, sevmiyorum’a kaymadim henuz cok sukur). Ama konu Ginsberg degildi yaw, filmlerdi, Bir Zamanlar Anadolu’yu izlerim artik bir cumartesi oglesi. Kasvet bastiririm icime (25 kasimdan beri puro icmiyorum bu arada, gecen gun babamlar da 3 haftadir sigara icmediklerini acikladi bu arada, sigaralari atmamislar, evin her tarafinda duruyormus, ben de oyle yapmistim – puro setim hala bir kutuda, ofiste ayagimin dibinde duruyor (puro seti: cakmak, puro makasi, belki bir puro?) ozlemez olur muyum, ozluyorum da, neyse, olunce bol bol, ucu ucuna icecegim nasil olsa


    Hudsucker proxy’nin meshur beyaz melek purosu. I light another cigarette / and learn to forget… learn to forget… (Lise yillarimda The Doors delisiydim, o sozler, sarkilar cikmiyor kafadan, Amerikan filmlerindeki sarhosken yaptirilan dovmeler gibi, zaten ne ogrendiysek oradan ogrendik). ILYPM hakikaten neseliydi, Beginners’i da seversin umarim. Biz bir de gecen gun bir kiz filmi olan “Miss Potter”i seyrettik, orada da vardi Ewan’cigimiz, ne oynasa yakistiriyor kendisine. Film hakkinda daha detayli yazmak isterim, buraya not dusmus olayim bari.

    Ben de niyeyse Pitircik’i hep oyle, biraz donuk bir cocuk olarak dusunegelmistim… Annesi ile babasini buyuklere aptala yatmadan anlatamazdi sonucta.. 8)

  5. tatar çöllerinden aştım da geldim — Howl’u izlemeden önce Ginsberg’ün adını bile duymamıştım. Filmle birlikte öğrenmiş oldum. Yorumu yazmadan bir iki gün önce izlemiştim Howl’u. Sabahları uyandığımda bağlantısını verdiğim videodaki şiiri ulur gibi söyler halde buluyordum kendimi. Öylesine detone, öylesine ti (boru sesi). Bir şekilde etkileyivermiş beni.

    Sigarayı altı ay bırakmış ve geçen yılın nisan ayında yeniden başlamıştım. Birkaç hafta üç-beş, tek-tük derken eski formuma kavuşmuş hatta eskisinden daha iyi bir içici olmuştum. İki ay boyunca her sigara yakışımda kendime ihanet ediyormuşum gibi hissettim. Kendim kendimin en yakın dostuymuşum da kendimi kendi sırtımdan bıçaklıyormuşum gibi. Her içişte başlamanın pişmanlığını duyduğum için eskisi gibi zevk alamdım. Yine bırakacağımı düşündüm hep. Eskisi gibi kayıtsız şartsız içmeye devam edemeyecektim bu bile o anki keyfi alıp götürüyordu. Başlamanın iyi olacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Geçen yılın haziranında yine bıraktım ve başlamayı düşünmüyorum ama bu işler düşünmemekle olmuyor. Haftada bir nargile yetiyor da artıyor bile diyelim şimdilik.

    ILYPM’deki kütüphane sahnesindeki o konuşmalar, o bakışlar, o göz süzüşler, Ewan’in ürkekliği filan harikaydı.

    Listeden Bienvenue chez les Ch’tis’de izledim. Güzel filmmiş. Çeviri kötüydü ama çevirenin de yapacak pek bir şeyi yoktur sanırım.

    Yazarlık kursuna giden bir arkadaşım var. Hocası Dino Buzzati’nin Tatar Çölü kitabını tavsiye etmiş. Kitabı elime aldım ve kapağını açtım. (Elime bir kitap aldığımda ilk iş olarak kapağını açarım.) Kitap isminin altında Need Force Speed ile tanıyor.

    Beginners’ı henüz izlemedim araya Tatar Çölü ve dizi bölümleri girdi. Bir cumartesi gecesi izleyeceğim büyük ihtimalle.

  6. deleted scenesNot: Alttaki paragrafı beşinci paragrafın son cümlesindeki “altında ” kelimesinden sonra okumaya başlayınız ve bir şey olmamış gibi devam ediniz. Bu not okunduktan sonra burada durmaya devam edecektir. Dilerseniz tekrar okuyabilirsiniz.

    Il deserto dei tartari yazısını gördüm. İsim pek yabancı gelmedi. Bu kitabın filmi olabilir, dedim. O akşam değil de ondan bir sonraki akşam baktım gerçekten de filmi varmış. İki buçuk saatlik bir film. O akşam izledim filmi. Film fena değildi. Kafka’nın Şato’sunda gibi hissettim bir süre (ilk yirmi dakikada belki), gereğinden uzun olmasına rağmen fena bir film değil ama sonu bir garipti. Kitabı da okumak gerek tabii. Yeni nesil, The Doors’un şarkılarını

    {Her şeyi yorumcudan beklememek lazım, okuyucuyu da işin içine katmış oldum böylelikle.(yine hatalı html tag’i yazmışım, erör verdi.):8)}

  7. Tatariko“(…) Dino Buzatti’nin Tatar Çölü adlı bir kitabı vardır. Kafkaesk bir kitap mıdır? Çok uzaktan bakınca belki ama bana kalırsa aralarındaki fark Hostel ile Elm Sokağı’ndaki Kabus’un aralarındaki farka benzer (niteliksel olarak değil tabii ki, niceliksel olarak). Kafka’da çözümsüzlük vardır, sebepsizlik vardır, bilmemenin ağırlığı vardır. Tatar Çölü ise Italo Calvino-vari bir güzellikte alır sizi, sıfırdan yetiştirir, bilmeniz gereken her şeyi anlatır, bir beklentiye sokar… (spoiler incoming)… sonrasında tek tek bütün hevesinizi, umudunuzu, yeşerttiğiniz her türlü şeyi kırar, tepetaklak, “çünkü ‘gerçek’ hayat da bazen böyle yapabilir, orada da böyle şeyler olabilir”den başka bir açıklama vermeden ve tam da bu yüzden hayli gerçekçi bir şekilde sizi -ve anlatısını- bitirir.”

    Demisiz bundan bir sure evvel, Thomas Mann’a ovguler duzerkene… Tatar Colu gercekten de Kafka’nin ezik, sinik kipatlarinin karsisinda, fena halde curetkardir. Hande’ye film konusunda katiliyorum: filmin kitaba sadik olmasi icin bayik olmasi gerekir, yok, eger omurden omur yemeden izlenebiliyorsa, sadik olmamistir (siir cevirisi/kadin/guzel/sadik anahtar kelimeleriniz.. loy loy loy.. flamer/troll/bendeniz 8)

    Demek nihayet bir cengaver cikip da neredeyse 10 yillik guben blogger kodumu bozdu.. haftasonu bir el atayim bari..

    Tatar Colu’nu kimseye tavsiye etmem, Kafka’yi ya da Oguz Atay’i tavsiye etmedigim gibi. Ama eger birileri cok mutlu, kaygisiz, cicekler bocekler ise, hak etmis demektir.. 8)

    Netice itibari ile, sigara/puro/pipo… Yaredir sinede, eski sevgili, ne yapsan, kolay unutulmaz..

  8. ande — Ande, Hudsucker Proxy’yi yeniden cekecek olsam, Jennifer Jason Leigh’in rolunu mutlaka sana oynatirdim (iyi bir sey anlaminda, aslanligin kaplanligin babinda 8)

    Bir de biz dun bir film seyrettik, “Bon Appétit” adinda, Isvicre’deki bir mutfakta Ispanyol, Italyan ve Alman uc arkadasin hikayesi uzerineydi, genc isi idi (artik 26-30 yas araligi genc isine girmekte hey gidi devran hey!), bana Anna Gavalda’nin “Birlikteyiz, daha ne olsun” (Ensemble, c’est tout) kipatini hatirlatti (3 arkadas ve mutfak, genclik, feelgood olayi filan). O kipatin da filmini seyretmedim ama izleyelim bari bu aksam, obursugun (Bengu kipati okumadi, o kadar chicklit olmasa da, feelgood olaylari bizi pek acan seyler degil). “Bon appetit”i tavsiye ederim bu arada, Miss. Potter’i tavsiyeledigim kadar olmasa da. (Bir de Hande, The Winter of Our Discontent’i pek tutmadim ya, sana cevaplar hazirladim, haftasonu bu sayfalarda ya da eposta kutunuzda gorursunuz artik 8). Sonucta seninle boylesi zevk uyusmazligimiz her seferinde mi sasirtir beni yahu! Cok ilginc ve ayri bir guzellik arkadasligimiz bakimindan (Maggiore Dortlusu ilk akla gelen, giy giy giy… ;).

    Bengu kuputhaneden bir “Bon Appetit”i, bir de “Stesti”yi (“Mutluluga benzer bir sey”) odunc almis idi, Cek filmi oldugunu anlayip, Ispanyolcamizin da kifayetsiz kalabilecegini dusundugumuzden, altyazili versiyonunu bulup, oyle izlemeye karar verdik. Bir de harddisk’te Julen’den aldigim Katalan filmi “Pa Negre” izlenmeyi bekliyor ama acikli bir seye benziyor yahu.

    Haftalik film raporumuzu dinlediniz, televizyonunuzu kapamayi unutmayiniz.

  9. her zaman degil yahu — Duyan da her zevkimiz zit sanacak yahu. Diziler cogunlukla tutmuyor galiba. Kitaplarin tutmadigi olabiliyor. (MD konusunda: ben “An Equal Music”i okumustum, sen “Maggiore Dortlusu”nu. Tercumana mok atabilirim, haha. Ben niye Turkce kitabi verdim ki sana ayrica?) Ama karsit ornek olarak Razor’s Edge’i verebilirim. 🙂 Atonement da tutmustu. (Bu arada sana Alexandria Quartet’i okutmak niyetindeyim, sen satin alma ama, Kindle versiyonunu aldim, bendeki tuglayi size hediye etcem.)

    Filmler fifti fifti gibi galiba, di mi? “Up in the Air”i yarisina kadar sevdim, gerisi i-ih. Ms Potter tuttu, VikiKristinabidibidi tuttu mesela. Aman ne bileyim. :))

    Discontent mesajini da merakla bekliyorum. Merakla gercekten de. Neyse, haydi size iyi Pamuk Prensesleeeer. 🙂

  10. bir erör var bende benden içeri — Hata blog kodlarından değil de benden kaynaklanmıştır büyük ihtimalle. İtalik tagının içine link ekledim sanırım, tam tersi de olabilir.

    Kafka ile ilgili benzetme de pek doğru olmamış. Drogo, daha önce genç subayların (isteği dışında) atanmadığı bir kaleye tayin oluyor filmin başında. Kaleye ulaşması 15-20 dakika sürüyor. Yolda iki komutanla karşılaşıyor. Yoldaki komutanlar da kale ilgili üstü kapalı konuşuyorlar. Drogo da bir bilinmeze doğru alıyor. Bu ilk yirmi dakikada Drogo ile Kafka karakterleri arasında bir benzerlik var gibiydi, deseydim daha doğru olurdu.

    Kitabına, elimdeki kitabı bitirebilirsem ve araya başka şeyler girmezse -bir ihtimal- başlayabilirim. Film bayıktı.

  11. ewan — İzlenecek filmi seçmek bazen film süresinden fazla zaman alır. Film seçmek eskiden sıklıkla sorun oluyordu. Böyle durumlar için birkaç oyuncu belirlemiştim. Film seçmekte zorlanıp kararsız kalmışsam hemen seçtiğim oyuncuların filmlerinden birini izlemeye başlıyordum. Film kötü çıksa bile oyuncunun tanıdık olması filmi izlenebilir kılıyordu. Bu oyuncuların içine Ewan McGregor rahatlıkla eklenebilir.

    Beginners’da, Ginsberg’ün geçmesi ilginç oldu. Howl’u bu filmden sonra izlemiş olsam bu ayrıntıyı yakalayamayacaktım belki. Bir de Harvey Milk. Sean Penn’in Milk filminden biliyordum. Biliyordum derken izlediğimden değil. Filmin birazını izlemiş, devamını getirememiştim. Sean Penn’in oyunculuğu iyiydi ama ona pek gitmemişti o rol sanki.

    Film iyi, bayık değil. 😉

  12. Entel Brian — “Geç kalmış yorum cevapları” köşemizin bugünkü sayfasında, Brian’ın tespit ettiği Illusionist Quantum Dejenerasyonu’na yer vereceğiz.

    O çizgi film olan Illusionist var ya, işte o Fransız amcayla hiç mi hiç işimiz olmaz — vaktiyle herkesin öve öve bitirememesi üzerinde Belleville Üçüzleri’ni seyretmeye kalkmış idik de, almıştık ağzımızın payını (hala daha kabuslarıma girer). Bu “too enteldantel for us my dear..” film kategorisinin diğer demirbaşı ise Jacques Tati’nin Mon Oncle’ıdır (ki allaam, allaam ne fena bir şey idi o öyle – ona da Emir’in tavsiyesi ile başlamış idik), The Illusionist bu iki dev ismi bir araya getirmiş olduğuna göre, kaçayım da kaçayım da kaçayım (goto 10 ama velociraptor’a tikkat!).

    Bizimki tabii ki de eğlencelik, şıpın işi olanıydı, Edward Norton, Paul Giamatti’li felan…

    Sunshine Cleaning vardı ya, hani onun sonunda, sorumsuz kız kardeşinin gerçek hayattaki karşılıkları hakkında konuştuyduk, geçen gün öyle bir şey oldu yine ama detayları hatırlamıyorum bir saniye Bengü’ye sorayım… Štěstí’de görmüşüz de, oradan olmuş. Sunshine Cleaning dedik, bu da bize bonus olsun: Ode to the Indie by Ellen & Brett

    ta!

  13. ian mckellen — Beginners’da Ginsberg’ün geçişini ıskalamışım ben. Milk’i sevdiydik biz, ama yılların kasıntı Sean Penn’i hakikaten çok zorlama olmuştu (gerçi eğer Between Two Ferns with Zach Galifnakis‘te Zach G.’i öldürmedikten sonra, o kadar karizma, sert, çiddi yapsa ne yazar!).

    Bir de: pasif agresifleri severim ama uzaktan (C. Süreya, Yakın). Milk deyince aklıma geldi.

  14. bayık (kime-neye göre?) — Ginsberg sahnesi çok kısaydı zaten -saniyenin onda biri bile değildi demeyi çok isterdim ama diyemiyorum- 10 saniye ya sürüyor ya sürmüyordu.

    Cemal’in “yakın” şiiri de pek güzelmiş nasıl kaçırmışım ben bunu!

    Tatar Çölü filmi aslında bayık değilmiş. Kitabı okuyan arkadaşım filmi de izledi. Filme kitapta olmayan bazı şeyler eklenmiş söylediğine göre ve kitap daha bayıkmış filmden. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuyorum. Okumayı çok ertelediğime pişman oldum. Bitmesin diye gıdım gıdım okuyorum. Çok beğendim. Bundan sonra –uyarılara rağmen Tatar Çölü kitabına başlayıp bayık mı, değil mi bir de kendim göreyim diyorum.

  15. Okuyalı çok oldu ama — Ben Tatar Çölü’nü (kitabı) bayık filan değil gayet güzel bir okuma olarak hatırlıyoum. Hatta düşmanlar uzaktan tozu dumana katarak gelirken heyecanlıydı bile.. Tavsiye de ederim, soran olsa: “Oku oku, iyi kitap.” derim.

  16. ok&yay veya bedava sirke küpüne zarar — Kitabı okumak istediğimi arkadaşıma söyledim. Unutmasaydı bugün getirecekti ama aklından çıkmış. (Bu unutuş bir işaret olabilir mi?) Arkadaşımda olmasaydı büyük ihtimalle para verip almazdım. Bir başlayayım, baktım olmuyor, -ucunda ölüm yok ya- bırakıp başka kitaba başlarım. Aklımda Kara Prens’e başlamak vardı ama kitapçılarda aradım bulamadım. Bir ara sahaflara göz gezdireceğim. Nasip, kısmet, sevgi, saygı, selam…

  17. kara prens.. — Seyfettin, Kara Prens iyidir (o ve “The Sea, The Sea” ennn Iris Murdochlarimdandir), gerci bu kipatlarin beni etkileyisinin ardinda daha cok kisisel naneler yatmaktadir ama olsun…

    Ne diyecektim, hah, The Philospher’s Pupil, mesela, kisisel oldugundan degil, iyi oldugu icin begendigim bir IM kitabi idi.

    Black Prince baymaz ama 60 yasindaki adamin ask sancilari biraz How I Met Your Mother oeeeh’ligi yaptirabilir. Lolita’nin filmini cok severim ben bir de (eski olanini, Peter Sellers’li olani).

    Gecen Hande de diyordu ya, ‘bir ara “The Sea, The Sea”yi okuyabilirim’ deyu, bir ara bosluk denk getirebilirsek, kipat kulubu cekelim yaw ucumuzun, dordumuzun, bilmemkacimizin okumadigi bir kipat kararlastirarak..

    Ben yilbasindan beri cok fena bir kipat olan Hilary Mantel – Beyond Black ile cebellesiyorum. Para verip degil, arkadastan aldim, ama o arkadas o kipati taa Isvicrelerden Belcikalara, ben de Belcikalardan Espanyalara tasimis oldugumdan, el mahkum, okuyoruz… Neyse 450 sayfadan 50 sayfa kalmis, eyoo eyoo.

    Bundan sonra ne okurum diye dusunuyordum, bugun soyle bir Kant’in once “Saf Aklin Elestirisi”ne, ardindan da daha cerezlik, progeloma gibi adi olan, berikinden iki sene sonra yazdigi bir baska kipata, biraz gozum korktu, ama uykum da vardi, vazgectim. Buyuk bir ihtimalle soyle iki-uc gunde Levent Senyurek’in Cennetin Kalintilari’ni okurum.

  18. Mantel ve rss — Emre, benim rss reader’da bu aksam duble duble yorumlar hortladi. Burada tek tek, neden acep?

    Bir de, Mantel’in “Wolf Hall”u Booker kazanmisti. Kindle versiyonunu bedava buldum, sonra sana kitap halini veririm istersen. Liste kabariyor: 1) Alexandria Quartet 2) Possession 3) Wolf Hall 4) Parrot and Olivier in America. Ilk iki kitap baskasina/Oxfam’a vermeye/”unutmaya” kiyamadigim icin listede. 4’u yarisina kadar okudum, araya bin tane baska kitap girdi. Sanssiz kitaplardan. 3’u cok cok az okudum onun icin iyi mi degil mi fikrim yok. Yazar Afrika veya Hindistan kokenli olmayip Booker kazandigi icin iyidir diye dusunuyorum. 😉 (Salman’i tenzih ederim.)

  19. argh! — Irkci esprinize sapka cikardim efendim, insanin boylesi bir odul icin boylesi bir espri yapabilmesi tezatligindan oturu daha bir tatli oluyor.. 8)

    Baskasi soylese katiyen inanmazdim Mantel’in Booker kazanmis olduguna… Booker gozumde dustu. Kitap kotu anlaminda kotu. Joyce’un (ki kac kitabini okumuslugum oldugunu ben bilirim) kazara olani gibi (ki kazara oldugu bariz): amacsiz, karisik kafali bir anlatim, bir yere gitmeyen, celisen ve fena halde sikan bir konu. Sonuna da teyzenin bir resmini ve bir roportajini koymuslar, ki genel olarak bu konuda da yazasim var (neden yazarlar genellikle cirkin oluyorlar? Tamam, biliyorum, ayip ama, niye, ama niye?).

    Possession’i okumadim, filmini seyredesim vardi ciktiginda (Gwyneth oynamiyor muydu onda?). Byatt’in “Cesm-i Bulbulun Icindeki Cin”ini okumustum, orada fazla helkten, fazla insan bulmustum aklimdaki yazardan cok, kotu ya da iyi olmamisti ama degisik geldigini hatirliyorum. Possesion’i okuyayim bari Cennetin Kalintilari’ni takiben, sonra da seninle cekirdek citlerken tartisiriz. Alexandria Quartet’in de Iskenderiye Dortlusu oldugu yeni dustu. 8)

    RSS’e gelince: no se, no se (bilmeyom, bilmeyorm).. Sharpreader’dan mi bahsediyoz, yoksa gugilreader’dan mi?

    En guzel gunler senin olsun, kelebekler ve cicekler, kara basma kayarsin (Ankara daha fenaymis)

  20. Başlıksız — Bengu kismen hakli, iyi kitapti. Ama yine de bayikti gibi hatirliyorum ben de.

    Belki Mantel genel anlamda degildir de Wolf Hall iyidir. O odul kitaba veriliyor ne de olsa. Daha once Booker almis veya shortlist’e girmis olan yazarlarin yeni kitaplari otomatikman Booker jurisine gidiyormus. Juri uyelerine de (ilk bu sene mi bilmiyorum ama) Kindle vermisler. 🙂 Kindle’in hastasiyim demis miydim?

    Sharpreader. Cift yorumlardan Turkce karakterler yerine tuhaf isaretlerle dolu olanlari sildim ben de…

    Istanbul’da kar pek yagmadi. Dun gece yerler tutmustu, ustunden araba gecince iz birakmiyordu (buz?) ama bu sabah bir sey kalmamis.

    Ne diyecektim baska? Haa, Possession’u alma SAKIN! Benimkini hediye etcem. Tugla gibi bir sey oldugu icin de bu senenin sonunu beklesin, bir de onunla ugrasmayin. Iskenderiye Dortlusu’nu okumus muydun?

  21. binaenaleyh… — Bengü’nün yorumunun olumlu etkisi oldu. Kitaba bugün başlayacağım. Hatta hemen başlayayım. “Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir eylül sabahı terk etti.”

    Şimdi bu yorumun girişini değiştireyim. Kitaba bugün başladım ve iyi gidiyor şimdilik. 🙂

    Kulüp fikri çok iyi bir fikir. Seçeceğimiz kitabın çevirisi olursa çok iyi olur.

  22. çölleri aştım bir tek ben erleri yendim — Kitabı bitireli epey oldu. Neden tavsiye etmediğini okuduktan sonra daha iyi anladım.

    (“Tanrım” diye mırıldandı Drogo, endişesini bastıramıyordu, “Tanrım ne olursun iyileşeyim, yalvarırım hiç olmazsa altı yedi gün iyi olayım.”) Bu cümleden çok etkilendim.

    O kitaptan sonra Iris Murdoch’ın Ağ’ını okudum, beğendim. Kara Prens’i ise ikinci el satan bir sitede buldum ve dün siparişini verdim, bakalım yarın gelmesini bekliyorum. Elimde Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek kitabı var. Okuyorum ama ilk birkaç bölümü hayli uykuluyken okuduğumdan kim, nedir, biraz havada kalıyor ama inatla okumaya devam ediyorum. Filmi de varmış, bitirince onu da izleyeceğim fırsat bulursam.

    Ne zamandır aklımdaydı ama bir türlü fırsat bulup yorum yazamamıştım, bugün yazdığım için mutluyum. 😉

  23. gelinlik giymeden, isigi gormeden — Vaktiyle Sebnem Ferah isbu sarkiyla, Ozlem Tekin de “Duvaksiz Gelin Olmaz”la cikis yapinca Volvox’u icabinda canli olarak da dinlemis rock camiasi olarak “n’oluyoz la?” olmustuk (felan), oyle rockci kizlar boyle duvak muhabbeti yapinca garip kacmisti tabii. Neyse, zaten konu bu degil, devam edelim.

    Ya insan o kadar zamanini verdikten sonra, birtakim arabalar patlasin, olay olsun, biz de nasiplenelim istiyor. Kaybeden ata oynamak ilginc olsa da cozum degil, egitim sart. Drogo’ymus demek ki adi. Yani boyle fikirler kitapta olunca dedigim gibi zamana yazik oluyor, iste boyle biraz cocuk kaldim oluyor insan, halbuki filmini ceksinler, dogrudan DVD’ye sursunler, en fazla 1-1.5 saate olan olur.

    Ag’i malesef okumadim (ilk kitabi miydi – oyle bir sey hatirlar gibi oldum). Kara Prens beni fena vurmustu ama vaktiyle muhakkak demis olmaliyim/oldugum gibi, bunun sebebi bendeki kisisel yansimalari/ortusmeleri de olabilir. The Sea, The Sea de mesela tarihcemle ortusur lakin ayni zamanda hakikaten cok da iyi kitaptir. The Sea demisken, bugun Hande vesilesiyle John Bailey’den haberim oldu da, The Sea’sini okuma karari aldim bilinc alti arkadaslarla yaptigim muzakereler sonucunda (an itibari ile gayr-i resmi olarak David Foster Wallace’in “The Infinite Jest”ini okumaktayim ama acik bir okur-kitap iliskisi bu, baska kitaplari/okurlari gormemize engel olmuyoruz, adi konmamis bir sey, bugun ben onu (yahut o beni) birakabiliriz mesela — adinin konulmamisligi daha bir cazip mi kiliyor, nedir).

    Bulbulu Oldurmek’i cooook eskiden okumus idim, ama Harper Lee Hanim bence kitabindan daha ilginctir (filminde yanlis hatirlamiyorsam Cary Grant oynuyordu – seyretmisligim yoktur ama). Bir de yine yanlis hatirlamiyorsam, Harper Lee (Truman Capote’u filan gecersek) Salinger’la da ahbapmis (edebi muhabbet acisindan) – ama uyduruyor da olabilirim. Harper Lee’nin ilgincligi, bir tek kitap yazip onunla odul alip (Pulitzer’di, degil mi?) sonrasinda edebiyat dunyasina “haydin bibi” diyebilmis bir insandir (belki Salinger’la arkadasliklarini da bu dis dunyaya karsi ilgisizliklerinden yola cikarak uydurmusumdur). Peki The Bilmemne Grass’i kim yazmisti? Gittim baktim listeme, “The Grass Harp” imis adi ve Truman Capote yazmis.

    Murdoch’i ben “The Sacred and Profane Love Machine”de yaptigi bir eseklik yuzunden kizip birakmis idim. Gecen sene miydi neydi, iste “The Sea, The Sea”sini tekrar okumustum, tabii yine cok fena etkilenmistim. Bir daha bir kitabini okuyacak olsam, cok buyuk bir ihtimalle “The Philosopher’s Pupil”ini tekrardan okurdum herhalde. Ne cok kitap var.

    Hamis: iste arsive bakinirken (“Sacred and Profane Love Machine’e giydirmistim gercekten, degil mi?” sorusuna cevap ararken), buldum ki zaten 4 sene evvel bahsetmisim John Bailey’den (hatta adamin soyadi Bailey degil, Banville imis) de Murdoch’tan da. Zaten vaiz ne demis? Boslarin bosu, gunes altinda yeni bir sey yok…

  24. Başlıksız — John Bailey de kim? 🙂 Banville, Banville. 🙂 Kitabi alma,kendime Kindle versiyonunu almayi dusunuyorum, kitabi sana hediye edeyim, olur mu?

  25. Bill Banville yazinca Manny alinmiyor ama… — Iste yavas yavas ogreniyoruz yahu John Amca’yi… Ilgili roportaji cok begendim/amcadan etkilendim bu arada, roportaji yapanin “oluyorm,bityormallaaaamyawcildiriciim” tavrina karsi. Amca benim saygi duydugum “yaziyorum da ne oluyor, hayat beni yemis xyz..” yaklasiminin temsilcilerinden gibi(n). Bakalim, alir senden okuruz, bizatihi taniriz yakinen (yalniz, onceden de belirttigim uzere, post-apokaliptik/permanent EMP altinda kindle’in calismazsa geri vermem, ona gore).

    Simdi bir soru sorayim, ama cevap verme(yiniz, dear all), ileride bilog girisi yapar, egleniriz – iyi bir yazar/akilli bir adam oldugunu bildiginiz bir kimsenin (ama babanizin oglu degil, tanimiyorsunuz yani birinci/2./3. dereceden) sizi pek de etkilemeyen kitaplarini okumali misiniz? Yani kitabi okurken, “hmmm, evet, hakikaten guzel oyunlar oynamis buralarda/ insanin boyle bir cumleyi yazmasi icin sunu sunu sunu da kapsamli sekilde dusunup, sindirmis olmasi lazim/ evet, evet…` diyorsunuz ama kitap yine de tortu gibi, yani amca kasmamis pek/ ya da edebiyatin dili yetmiyor amcanin madenini/cevherini tam kapasite/high fidelite yansitmaya (ve evet, infinite jest’ten bahsediyorum). Ya da baska bir deyisle, Wes Anderson kitap yazarsa okumali miyiz? Coen kardeslerin hikayelerini okumustum mesela vaktiyle Emir’den odunc alip (uzunca bir sure kitap odunc listesi Google’in radarindaydi bu arada, veresiye listesini dukkan vitrinine asan bakkal gibi, utanarak ariyordum adimi 8) neyse, galiba kardeslerin degil de sadece bir kardesin kitabiydi, fena da degildi ama o zamanlar filmleri on bes basar idi. amaaaan, “neyse bosver”..

  26. karadır şu prens kara — bülbülü öldürmek’in filmini hala izleyemedim. gözüm kesmiyor o da iki saat. yaz tatiline bıraktım. geçen hafta bir arkadaşın elinde “çavdar tarlasında çocukları” görmüştüm de salinger’ı konuşmuştuk onunla. Harper Lee ile ilgili anımsadıklarının hepsi doğru.

    kara prens’i bitirip öyle yazacaktım ama daha fazla ertelemek istemedim. “ağ” murdoch’un ilk kitabıymış evet. kara prensi bulana kadar en azından bir kitabını okuyayım istedim. “Ağ”da da ana karakter (kara prens’teki gibi) yazar. Yakın çevresindeki insanları tanımayı beceremeyen, yanlış tanıyan bir yazar var. Keyifli bir kitaptı. Kara Prens’in üçüncü bölümündeyim. Bir yandan bitmesini istemezken bir yandan da bitirip başka kitaplar okuyayım istiyorum. Yazarın çevrilmiş diğer kitaplarını da okuyacağım ama çevrilenlerin içinde The Sea, The Sea ve Filozofun Öğrencisi yok sanırım. Sanırım giydirdiğin kitabın da çevirisi yok, yazardan o kadar soğutan o şey neydi onu da merak etmedim değil.

    Çok sıcak bir İstanbul akşamından selamlar, sevgiler, saygılar…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir