Shakespeare, Picasso, Jeff Koons

Geçen gün (evvelsi), çok boş vaktim vardı, ben de nihayet sevdiğimiz bir ağabeyimiz olan Joss Whedon’ın tayfasıyla çektiği Shakespeare "uyarlaması" Much Ado About Nothing‘i izleyebildim. Tıpkı -bir ihtimal adını yanlış yazmakta olduğum fakat bunun da pek umurumda olmadığı- Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet‘i (bağlantıyı vermek üzere ilgili wikipedia sayfasına gittiğimde doğru yazmış olduğumu görüp şaşırdım bu arada) gibi, orijinal diyaloglar ve modern zaman ustalıkla birleştirilmiş, hatta bu ikisinin kesişmesinden doğan birkaç keyifli ilginçlik de monte edilmiş.

Shakespeare, Shakespeare, işte biliyoruz, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth falan filan, illa ki bir ya da birkaç oyununu izlemişliğimiz, koleje gittiysek iki-üç sonesini oku(tul)muşluğumuz vardır, atla deve değil yani. Halbuki öyle!

Bundan epey yıllar önce (yine de ODTÜ’deyken, o kadar da eski değil hani), kütüphaneden A Midsummer Night’s Dream’i (Sandman’in ilgili fasikülünden heveslenmiş olmalıyım) almıştım; epey de güzel bir edizhun’du (don edizyon), bir sayfada orijinali, yan sayfasında da günümüz İngilizce meali yer alıyordu: bir oraya bir buraya baka baka ve çoğu yerde "seslice gülerek" keyifle okumuştum. Ve çok şaşırmıştım. Bu kadar ciddi adamın "Şekspir efendim, bir hayattt!" nidalarıyla yere göre sığdıramadığı bu adam hayli mütevazi şekilde, hakikaten de müthiş kelime oyunları ve hani neredeyse avamsal (şimdi şuradaki arkadaşımızdan rica etsem ayağa kalkıp "e tabii, zira Shakespeare kumpanyasıyla sadece saraylarda değil, kasabalarda da oyunlarını sergiledi, halka hitap etmesi çok normal" diyebilir mi? Teşekkür ederim, biz bilmiyorduk sanki! 8P) laf sokmalarıyla beni hem şaşırtmış hem de epey takdirimi toplamıştı.

Much ado about nothing’in Kenneth Brannagh, Emma Thompson, Keanu Reeves ve Denzel Washington’lı (evet, Denzel Washington yazdım, bir şey mi diyecektin birader?), ah bir de Claudio’yu Ölü Ozanlar Derneği ve House’un Wilson’ı oynuyor, işte o versiyonunu izlemiştim yıllar önce, onu da çok iyi olarak hatırlıyorum ama bu daha bir yakın geldi bana (Buffy, Angel, Firefly kadrosu desem? – Benedickt’i de Alyson Hannigan’ın gerçek hayattaki kocası oynuyor imiş, Angel kadrosundan, görseniz tanırsınız. Düşes’le şaşırdık, maşallah dedik bir de.).

Sonuç itibarıyla: Shakespeare’i takdir edip kanımca anlayabiliyorum, zevk alabiliyorum, kafa bir ağabeyimiz imiş.

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa "olala!", pikaçu yapmışsa "aaaa!" Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar "ow, Picasso!" deyince, ben de "vardır bir bildikleri" diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Ama yine de Jeff Koons (ve yanına da şu öbür zibidiyi koyalım, adını hep unuttuğum Daniel miydi, şu mücevherli kurukafa, kesik koyun/köpek balığı Hearst müydü — bakıyorum, bir saniye… evet, ikisi de imiş: Damien Hirst (bugün formumdayım)) yahu! Puppy’si ne güzel ama bir yere kadar. Buradan bir kere daha "sanatçılar ölümlerinden önce ünlü olmamalı, değerleri bilinmemeli savımı yinelemek isterim – çok isteyen yapsın, bir depoya koysun, ölünce bakarız, gerekirse överiz.

Bana ne!

Hamiş: Yazı, ahkamlarım, karalamalarım giderek vaktiyle çevirdiğim bir muhabbete dönüşegeldiğinden ötürü yayınımıza burada ara veriyoruz, iyi geceler sevgilerler emrelerler…

Hamiş #2: Neredeyse unutuyordum! Filmi seyredecek olursanız mutlaka şu (http://nfs.sparknotes.com/muchado/) siteden faydalanmanızı tavsiye ederim, yoksa özellikle de Dogberry’nin (Nathan Fillion bütün bönlüğüyle şaheser yorumluyor) enfes muhabbetlerini kaçırabilirsiniz! But masters, remember that I am an ass, though it be not written down, yet forget not that I am an ass… | Benedick’in Margaret’ten sone için yardım istediği sahnede de meğerse bel altı muhabbet gırla gidiyormuş, o kısmı da gözden geçirin izlerseniz.

Hamiş #3: Birmingham’dan sevgili YM yazmış: "Ben bütün Shakespearleri okuyup, izledim, şimdi ne yapmalıyım?" diye soruyor, ki cevabı çok basit efendim: Rosencratz & Guldenstern are Dead (çok entelseniz, kipatını da okuyun, biz filmini görüp beğendik. Tarlakuşuydu Jülyet mi, hayır.)

İlhan İrem’le kalın.. (ben yatıyorum)

“Shakespeare, Picasso, Jeff Koons” için 3 yorum

  1. evet — Emre Sururi Bey,

    Sizi çok sevdiğim bir arkadaşımın bloguma bıraktığı Damien Hirst ile ilgili bir yorumu aynen kopyalamak için rahatsız ediyorum:

    “Es grenzt schon an ein Wunder, was so viel Geld und so wenig Talent gemeinsam hervorbringen können”

    “Böylesine az yetenek ve böylesine çok paranın birlikte neler yaratabildiğine inanamıyorum”

    Doyen Robert Hughes
    http://www.sueddeutsche.de/kultur/statue-verity-von-damien-hirst-ausgeburt-an-pompoesem-kitsch-1.1500159

    Bu yorumu beş farklı blog’a yazarsanız üç dileğiniz gerçekleşecek ve daha da önemlisi teletubby’ler o gece size görünecek!!!

    (Etti iki, kaldı üç)

    İyi günler

  2. Damien Hirst and Jeff Koons Dividing Up the Art Market — Jeff Koons had just got up from his chair, enthusiastically throwing his arms out in front of him. Sitting opposite him, slightly hunched up, on a white leather sofa partly draped with silks, Damien Hirst seemed to be about to express an objection; his face was flushed, morose. Both of them were wearing black suits—Koons’s had fine pinstripes—and white shirts and black ties. Between them, on the coffee table, was a basket of candied fruits that neither paid any attention to. Hirst was drinking a Bud Light.

    Behind them, a bay window opened onto a landscape of tall buildings that formed a Babylonian tangle of gigantic polygons that stretched across the horizon. The night was bright, the air absolutely clear. They could have been in Qatar, or Dubai; the decoration of the room was, in reality, inspired by an advertisement photograph, taken from a German luxury publication, of the Emirates Palace Hotel in Abu Dhabi.

    Koons’s forehead was slightly shiny. Jed shaded it with his brush and stepped back three paces. There was certainly a problem with Koons. Hirst was basically easy to capture: you could make him brutal, cynical in an “I shit on you from the top of my pile of cash” kind of way; you could also make him a rebel artist (but rich all the same) pursuing an anguished work on death; finally, there was in his face something ruddy and heavy, typically English, which made him look like a rank-and-file Arsenal supporter. In short, there were various aspects to him, but all of them could be combined into a coherent, representative portrait of a British artist typical of his generation. Koons, on the other hand, seemed to have a duality, an insurmountable contradiction between the basic cunning of the technical sales rep and the exaltation of the ascetic. It was already three weeks now that Jed had been retouching Koons’s expression as he stood up from his chair, throwing out his arms as if he were trying to convince Hirst of something. It was as difficult as painting a Mormon pornographer.

    He had photographs of Koons on his own, in the company of Roman Abramovich, Madonna, Barack Obama, Bono, Warren Buffett, Bill Gates… Not one of them managed to express anything of the personality of Koons, to go beyond the appearance of a Chevrolet convertible salesman that he had decided to display to the world, and this was exasperating. In fact, for a long time photographers had exasperated Jed, especially the great photographers, with their claim to reveal in their snapshots the truth of their models. They didn’t reveal anything at all, just placed themselves in front of you and switched on the motor of their camera to take hundreds of random snapshots while chuckling, and later chose the least bad of the lot; that’s how they proceeded, without exception, all those so-called great photographers. Jed knew some of them personally and had nothing but contempt for them; he considered them all about as creative as a Photomaton.


    …diye başlar Houllebecq’in dilimize “Harita ve Topraklar” adıyla çevrilmiş olan “La Carte et le Territoire” kitabı (çok da tavsiye etmem hani). Arkadaşınızın ağzına sağlık. İşin bir de Ilona Staller (nam-ı diğer) Ciccioliana kısmı var ama hiç girmeyeceğim. Sevmiyorum ben böyle insanların zevkle ilgili (ya da diğer) meselelerden aşırı zengin olmalarını (Sururi Bey, sizce “sanat, sanat için midir, yoksa helk için mi?” (“e” yumuşak okunacak)). Meşrebimizde yeri yok böyle şeylerin… 8P

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir