Tatil ve tatil kipatları

Bugün Ece ile birlikte çıktığımız 10 günlük tatilin son günü; bana sorarsanız (sormasanız bile), ideal olacak süreyi biraz geçirdik, neyse, bir aksilik olmaz ise yarın Ankara’da Bengü’yle kahvaltı yapacağız (My Breakfast in Tiffany, with André — bunun "My Breakfast was André versiyonunu öğrendim: espri olarak bilmemkaçyılı oskar ödüllerinde kullanılmış, benim de çok komiğime gitti doğrusu).

Bir ay kadar önce elimde Jim Harrison’ın "The River Swimmer"ı vardı; Neslihan’la Brian’ın düğününe giderken yanımda idi. İki uzun hikayeden (novella) mürekkep bir kipat idi, Jim Harrison’ı daha evvelden okumuşluğum yok idi, entel dantel dergilerinden (yalannnn, AV Club’dan) tanıyıp, meraklanmış; adına enternet denen bu uçsuz bucaksız alemde bulamayınca da, ODTÜ küpüthanesinden (evet, kitaba "kipat" demek belki bir yere kadar ama "küpüthane" hiç olmadı şimdi, ben de fark ettim, söz yok bir daha) rica etmiş ve dahi sonrasında unutmuş idim — taa ki işte tam da yola çıkacakken sağolsunlar beni haberdar ettiler de tanışabildik kendisiyle (meğer ki çok önemli bir ağabeyimiz imiş modırn amerikın litrıçır’da (veri veri maç); Ernest Hemingway filan gibi). Ne diyordum, evet, yes please thank you, iki uzun hikaye var idi, birincisi "The Land of Unlikeness" ki, hikayenin bir ressamın üzerinden anlatılmasına paralel olarak, hikaye de bir hikayeden çok bir tabloyu andırıyordu (nasıl yani? ben anlatamam, işte hikayeyi okuyun, göreceksiniz, tavsiye ederim). Ben çok beğendim kendi payıma. Sonra entel dantel kaynaklarıma (Google & Wikipedia) sordum, soruşturdum, "Ben çok beğendim bu amcayı kendi payıma, siz daha neler söyleyebilirsiniz?" diye de, bir tanesi (Wiki) amcanın aslına bakarsam çok da karakteristik (kökeni taşra/tarla/çiftlik işte rural dediğimiz yerler olan bölgelerden çıkıp şehirde belli bir entelektüel seviyeye erişmiş erkeklerin genelde çıktıkları yerlere döndüklerinde/ziyaretlerinde yaşadığı şeyler (neyler?), doğadan gelen o (yarı-)vahşi çağrının lezzeti falan filan (böyle yazdığıma bakmayın, dediğim gibi, ilk hikaye tam da bu tatta ve çok güzeldi). İkinci kaynak (Google vasıtasıyla bulunan feminist bir eleştiri) ise arkadaşın bildiğin şövenist-maço-hırt (ki bendeki Hemingway de bu bağlamda bir arkadaştır) biri olduğundan dem vuruyordu ve "otur, sıfır!" mealinde yargıyla bir eleştirinin daha sonuna geliyordu (şimdi internet yok, bu satırları text-editor’e yazıyorum, elbet bir gün kızgın kumlar, sanal sular – işte o vakit bu eleştiri yazısını da bulur (bulursam), bağlantısını veririm). Böylelikle kipattaki ikinci hikaye olan ve kipata da adını veren "The River Swimmer"a bu kanıların bilgisiyle başlamış oldum. Ondandır diyeceğim ama değil. Hakikaten de hodbin bir gidişatla fantastikten gerçeğe, ilk hikayenin olaysızlığına karşılık verircesine her türlü aksiyonun yer aldığı saçmasapan bir hikaye idi (listeye baktım şimdi: 2 yıldız vermişim bu hikayeye; ilkine 4). Yine de birkaç kitabını daha okuyacağım Jim Amca’nın (kulübesi).

Ece ile 10 günlük tatile çıkarken (fiziksel olarak – as opposed to e-books) yanıma aldığım kipatlar: Neslihan’ın tavsiyelediği Donna Tartt – The Secret History; Julian Barnes – Before She Met Me; neşe pınarım Şopi’nin "Ölümün Anlamı"; "A very short introduction to Hobbes" (lisans yıllarında Leviathan’ı okuduğumdan beri tövbeliydim aslında Hobbes’la bir daha görüşmeye (bir de, Leviathan’ı okumuşluğum var ya, her fırsatta ifade ederim bunu, yani Leviathan’ı okumuşluğumun olduğunu, kolay iş değil hani…)) — başka? Sanal olarak bir süredir, ara ara John Banville’in "The Untouchable"ına göz gezdiriyordum, yanına ek olarak Brian’dan "The Situation" vesilesi ile duyduğum Jeff Vandermeer’in, o hikayesini de kapsayan "The Third Bear" toplamasını almıştım (Situation’ı hala okumaktayım, pek sarmadı).

Ben edebiyatta zeki, aykırı (hele de zengin), öyle kendi aralarında cool, etraflarını iplemeyen, kendi aralarında felsefe konuşan çocuk ve gençleri pek sevmem (Glass Ailesi bir yere kadar istisnadır ama çok da zorlamayalım şimdi). Edebiyatta tahammül edemem, gerçek hayatta ne yapayım? Neyse ki gerçek hayatta pek karşılaşmadım – bir tanesi vardı mesela, onu da the Royal Tenenbaums’da Gwyneth Palthrow’a oynattılar (Margot’nun TR şubesi). İşte Donna Tartt’ın (halk arasında Düşes’in kanlısı olarak da anılır) The Secret History‘si de böyle genç kardeşlerimiz hakkında. Aman her bir şeyi o kadar iyi biliyorlar ki, (bu paragrafta ikidir annelerin çocukların bilgiç bir şey söylediklerinde ağızlarının ortasına çaktıkları ellerinin tersine göndermede bulunup, sonrasında siliyorum çünkü tamam, tasvip etmiyorum ama, hayır, biz niye yedik o zaman? Haydi yedik daha niye hala her gün arıyoruz, hatır soruyoruz? Nerede bu istikrar, nerede bu devlet?). Romanı bu gençlerin arasına yeni gelen ezik fakir kardeşin ağzından dinliyoruz – olaylar 80lerde geçmesine rağmen 1950lerin Amerikası (iyi bilirim, master tezimi bu konu üzerine yapmışlığım vardır 8P) baz alınmış, yazar Great Gatsby’yi okumuş, bir ihtimal Trier’in (ki günahım kadar sevmem pis herifi) Idioterne’sini de izlemiş ve çok beğenmiş (bu ilk kitabı bu arada, toplam üç kitabı var (sanırım) ve üçüncüsüyle Pulitzer’i almış Donna Turtası). Bakın böyle de kesin ahkam keser, yargı veririm, şipşak. Bu noktada şaşırabilirsiniz ama kitabı pek beğenmesem de, kötü diyemem (5 üzerinden 2.5 diyeyim, siz de anlayın). Özellikle Riçırd’ın (kipatın anlatıcısı) semestre tatilinde hippinin yanında çalışırken donma tehlikesi geçirdiği günleri anlattığı bölüm hakikaten çok usta işi ve etkileyici idi (heyhat kitabın geri kalanıyla hiçbir alakası yoktu).

Oflaya puflaya evvelsi gün onu bitirince, öteden beri sevdiğim bir yazar olan Julian Barnes’ın "Before She Met Me"sine (Düşes Kipatlığı’ndan) başladım. Bugün bitti. Yazara da yazık, bana da yazık: haydi ben iki gün sonra unuturum, geçer gider ama sevgili JB bir ömür boyu o kipatın dandikliğinin sızısını içinde taşımayacak mı? (5 üzerinden 0.5 – o yarım puan da, çok ilginç bir biçimde, inandırıcılıktan uzak erkek karakterlerin (Graham & Joe) aksine, kadın karakterin (Ann) sonnnnn derece başarılı yazılmasından geldi: keşke Ann kipattan sonra kendi yoluna gidip, kendi romanlarını yazsa imiş / ben zaten ilk olarak 10.5 Bölümde Dünya Tarihi’ni okuduğumda da Julian Barnes’ın kadın olduğuna hükmetmiştim). JB’ın özelini bilince, Pat’in buna yaptıkları daha da bir şey (ney?) geldi bu arada.

Bu kadar kipatsal kalp kırıklığından sonra teselliyi beni her daim neşelendirip, günümü şenlendiren yaşama sevinci menbağı Şopi’de buldum:

(…) ölüm öznel bakımdan sadece bilinci ilgilendirir. Şimdi bu bilinç kaybının keyfiyetini herkes bir ölçüde uykuya dalıştan çıkarabilir; fakat gerçekten bayılan kimse bunu daha da iyi bilir, çünkü burada geçiş uykuda olduğu gibi tedricen ve rüyalar eşliğinde gerçekleşmez, önce bizi bilincimiz henüz tam olarak yerindeyken görme duyusu terk eder, hemen ardından derin bir tam bilinçsizlik hali bunun üzerine biner. Duyu/algı eşlik ettiği kadarıyla bu katiyen nahoş bir şey değildir; ve hiç kuşku yok ki ölüm uykunun kardeşiyse bayılma nöbeti de onun ikiz kardeşidir. Hatta kaza sonucu ölüm de acı verici bir şey olamaz, çünkü genellikle derin yaralar bile bir zaman geçtikten sonra hissedilmez ve çoğu zaman ancak harici belirtilerinden dikkati çeker. Eğer ölümcül ise bunun anlaşılmasından kısa bir süre önce bilinç kaybolacaktır ve eğer daha sonra ölümle sonuçlanırsa durum diğer hastalıklarımızda nasılsa öyledir. Suda veya kömür dumanıyla ya da asılarak bilincini kaybeden herkes gayet iyi bilindiği üzere bunun acısız sancısız gerçekleştiğini söyler. Ve şimdi son olarak doğal sebeplerle ölüm, yaşlılıkla, ötenazi yoluyla ölüm bile varoluştan hissedilmez bir tarzda tedrici bir kayboluş ve çıkıştır. Yaşlılıkta ihtiraslar ve arzular, nesnelerine duyarlılıkla birlikte yavaş yavaş azalır; duygular artık kendilerini heyecanlandıracak bir şey bulamazlar; çünkü zihnimizde canlanan resimler zayıfladıkça zayıflar, tasavvurlar canlılığını gittikçe kaybeder. İzlenimler artık üzerimize yapışıp kalmaz, herhangi bir iz emare bırakmadan gelir geçer; günler gittikçe hızlanır; olaylar anlamını kaybeder; her şeyin rengi soluklaşır. Yaşlı, yılların yorgunluğuyla iki büklüm, şimdi eski benliğinin bir gölgesinden veya hayaletinden ibaret, ya sendeleyerek dolaşır ya da bir köşede dinlenir. Geriye ölümün yok edeceği daha ne vardır? Bir gün uyuklaması son uyuklama olur ve rüyaları —-dır. Bunlar Hamlet’in meşhur monoloğunda hakkında soru sorduğu rüyalardır. Bizim tam şimdi bu rüyaları gördüğümüze inanıyorum.

Schopenhauer, "Ölümün Anlamı", Say Yayınları, çeviren: Ahmet Aydoğan

Sarkastik kısımlar bir yana (evet, sarkazm yapmayı severim, hayır sevmem), bir de o "rüyaları —-dır" kısmı var ki, onu ben de anlamadım, kipatta öyle idi, ben de anlamadan geçirdim (ben zaten sadece resimlerine bakmakla yetiniyorum), neyse, ne diyordum, hah, evet, Hamlet diyor ya, doğrusu benim de aklıma vaktiyle Gerontion eliyle TSE üzerinden değindiğim şu Measure for Measure alıntısı geldiydi:

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming on both

Şopiciğim, bu ahkamlarında bir de ilginç bir noktaya değiniyor – özetleyecek olursam: yahu ölümden sonra ne olacak diye bu kadar konuşup tartışıyorsunuz da, aşkolsun, içinizden bir (o tam olarak bu kelimeleri kullanmasa da) Allahın kulu da çıkıp ‘peki ya doğumdan önce ne var?’ demiyor e pes vallahi!

Özetlemeyecek olursam da:

Ruhun ölümsüzlüğü umuduna her zaman "daha iyi bir dünya" umudu eklenir; bu mevcut dünyanın çok değerli olmadığının işaretidir. Bütün bunlara şu da ilave edilmelidir, ölümden sonra akıbetimizin ne olacağı sorusu kesinlikle hem sözlü hem de yazılı olarak ölümden önceki halimizin ne olduğu sorusundan on bin kez daha fazla ele alınıp tartışılmıştır. (a.g.e., a.e.g. / Ahmet Emir Gümrükçüoğlu)

(sonrasında reenkarnasyon düşünceleri dolayısıyla bu konuda Budistlere haklarını teslim ediyor)

başka bir şeyler daha diyecektim ama hatırlayamadım şimdi. Bunları güzel manzaralı balkondan yazıyorum, hatta resmini çekeyim şimdi bilgisayarın ekranı ile birlikte, bir saniye…

 

Ece ile ilkin Altınoluk’a babamların yanına gittik, sonrasında da Artur’a, diğer dedesinin yanına geldik. Artur Bengü ile tanıştığımız yer (Sene 1996), şans eseri (her seferinde şans eseri oluyor zaten Emren ile karşılaştık, Tita ile tanıştık. Tita Slovenyalı imiş; ona "Ptij’un horoz adamlarını ve daha pek çok karanlık sırrınızı biliyorum!" dedim (ben de Nerea eliyle Blas’dan öğrenmiştim 8) — böyle yazınca da ("Tita Slovenyalı imiş"den başlayıp "dedim" kısmına kadar, sanki Lale Müldür yazmış gibi oldu. Bak evde Lale Müldür de vardı, düzyazıları ("Anne, ben barbar mıyım?"), onu niye getirmedim ki sanki yanımda.

Bugün yine kitaplar konusundaki bahtsızlığımı düşünüyordum ki aklıma yine Fransız Teğmenin Kadını ile Bainville’in Deniz’i geldi, sustum.

Emren’e geçen sene önerdiği Per Fly filmleri için şükranlarımı sundum; bir de dün, Espanya’dayken Barış’tan aparttığım filmlerin olduğu klasördeki filmlere göz gezdirdim. Jiro Dreams of Sushi’den de, onu çeken ibişlerden de… (nefret demeyelim ama — sopa?), Happy-Go-Lucky’yi Bengü’yle seyrederiz diye rafa koydum, The Book Thief’i direkt atladım (Nazili filmlerden artık sadece X-Men’li olanlarını seyredeceğim), Double Life of Veronique’i çooook evvelden izlemiştim, hayal meyal hatırlıyordum, Irene Jacobs da ne güzel bir kızdır ama yaşlılığı (Kırmızı) daha güzel gibi geldi sanki bana bu filmdeki halinden (şimdi bu filmi seyretmişliğiniz varsa, asıl ne demek istediğimi, ima filan anlamışsınızdır…). İki üç film daha seçmiştim o zaman (Loose Cannons (2010); Spring Summer Fall Winter and Spring again (2003); La Grande Bellezze (2013)) ama bu kadar entel dantelin içinde en uzun süre (~30 dakika) seyrettiğim gelgör ki Dudley Moore’lu, saçma-sapan Bedazzled (1967) oldu (şu feleğin işine bak).

Bugünlük herhalde bu kadar, yaz, kitap, deniz, sıcak, rüzgar, buz gibi sular, çay çay çay… öptüm bye!

“Tatil ve tatil kipatları” için 3 yorum

  1. arti bir — Murathan Mungan’nin “$airin Romani”; gure$iyoruz hala. Bir de ba$ yapiti, diyorlar. Offff 🙂

  2. Mungi mungi… — Ursula da öyle dediydi… 8)

    Ben vimpir/kurtadam/cadı kitapları okudum, ilaç gibi geldi, meğerse bu türün adı bile varmış (“Urban Fantasy”), şimdi de çiddi şeylere kademeli dönüş yapayım diye “Ancillary Justice“ı okuyorum, M. Banks tadı var, hoşuma gitti çok, tavsiye edering. Sevgiler edering! (Bir de dün kulaklarınızı çınlatırken bulduk: Taş, Baas, Makas 😉

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir