Ayazda Bir Yürek / Uğur Kökden

“AYAZDA BİR YÜREK”, Uğur Kökden, ADAM SANAT, Eylül 1994, Sayı:106

Yeşil çuha kaplı bir masa. Üstüne yatırılmış, ivedisiz, nazlı nazlı bekleyen bir keman. Seksen ayrı parçadan oluşmuş sihirli ahşap kutu. Üst kapağın üstündeki zarif iki delik -her biri, bir çeşit sol anahtarı- müziğin fışkırdığı iki gözeyi andırıyor. Tellerden çevreye yayılan olağanüstü tını.

İş gömlekli, boyunbağlı, genç bir adım, kendi kendine keman çalıyor.

“-Müzik nedir?” Bir aşk mı yoksa bir düş mü?”

Claude Sautet’nin Ayazda Bir Yürek filmindeki genç kadın, Camille, aşk olarak algılıyor bu sorunun cevabını. Erkek, Stéphan’sa bir düş! Ama, bu düş bir anılar toplamı değil. Yaşamın ta kendisi! Yalın ve çıplak yanlarıyla, gerçek yaşamın!

Müzisyenler Kahvesi’nde, güpegündüz, kendini yaralnmış sayan gencecik bir kız, öfkeyle erkeğe bağırır: “Düşlerden ne anlarsın sen?” Öyle ya, düşler yaşamdan bir parçaysa, yaşamın içinde sevgi yok mu? Bu öfke anından sonra, utanç saati gelip çatar. Kadın, telleri kopmuş bir çalgı gibi duyumsar. Çenesindeki gamze büyür, kaşları cetvelle çizilmiş gibi düz bir çizgiye dönüşür; etli alt dudağı hafifçe aşağıya doğru sarkar. Meydan okuyan ağız silinir, yok olur.

Sessiz duran erkek, karşısındakini uzun uzun, ayrıntılı bir biçimde inceleler. Çenenin ve boynun birbirine eklenerek pürüzsüz inen çizgisini, burnun suyarlı kanatlarını, sımsıkı geriye çekilerek ensenin üstünde toplanan İspanyol topuzunda düğümlenmiş bakır kızılı saçları seyreder bir süre. Alıp verdiği soluğun boynunda oluşturduğu çıkıntı ve gölgeleri; kulağındaki dar, ince, maden halkayı, söylenmeyen nice küçük inceliği düşünür bir bir.

***

Ayazda Bir Yürek, aslına bakılırsa çok eskitilmiş bir aşk üçgeni: iki erkek -Maxime ve Stéphan- ile, bir kadın, Camille. Görünüşte, bu üçgenin köşeleri arasında uzun aralıklar var. Her kenarın uzunluğu millerle ölçülebilir. Bununla birlikte, her köşe, öbürüne uzak olduğu ölçüde da yakın. Zıtlıklar, mutluluk ve acı, bir arada yaşanıyor. Chabrol’un deyimiyle, mutluluk içinde cehennem yaşayan bir üçlü. (*)

Yönetmen bu filmini gerçekleştirdiğinde, yetmişe merdiven dayamış bir insan. Onun erkekleri de kırk yaş dolayında. Belki ulaşmamış, ama yakın. Hepsi de, az ya da çok sorunlu. Bunalımları var. Buna karşılık maddi durumları iyi. Ortanın üstünde. Büyük kentte -sözgelimi Paris- yaşıyorlar. Öbür filmleri de böyle. Hayat Bağları (Les Choses de la Vie) örneğin.

Abartıdan uzak, gerçeğin sınırları içinde, her bakımdan iyi anlatılmış, özenle çekilmiş ve ustaca oynanmış bir film, Ayazda Bir Yürek.. Üstünde çok durulduğu, çok düşünüldüğü belli. Claude Sautet’yle film arasında sıkı bir duygu bağı olduğunu kabul ederek, bu yetmişlik bilge gencin ne denli incelikler ve duyarlı alanlar üstünde gezindiğine hiç şaşmamak gerek. Tüm seçimleri de, bunu kanıtlamıyor mu?

Yalnız filmin isminin Türkçe’ye çevrilişinde hangi ölçülerde başarılı olunmuş, kestirmek güç. Sözcüklerin her söylenişinde yadırgatıcı, kaba, yerine tam oturmamış bir ses çıkıyor. İsimden filme ulaşmak, nerdeyse olanaksız. Dolayısıyla, izleyicinin kendi başına sınaması -gözü kapalı görmesi- gerekiyor. (**)

Bununla birlikte, izleyicinin doğrudan ulaşabileceği apaçık sahneler de eksik değil. Ama, Ayazda Bir Yürek, kaba değerlendirmeyle, güzelliğin, unutulmaz sıcaklıkta dostlukların kenarda köşede, ara boşluklarda, alt katmanlarda, küçük susuşlarda, kısaca atkı ve çözgülerde saklandığı özel bir ipek dokuma. İnsanı yakalayan, heyecanlandıran bir ses. Müziğin konuşmaların mırıltısına karışması. Sevgi. Açığa vurulmayan duyarlıklar.

***

Stéphan’la Maxime, çok eski iki arkadaş (***). Konservatuar öğrenciliği yıllarından bugüne gelmiş bir yakınlığı paylaşıyorlar. Öğrenciliğin ardından, birlikte omuz verilen ortak bir iş: Müzik aletleri -uzmanlaşma, daha çok keman üzerine- onarım ve üretimi. Belli bir beğeniyi ele veren seçkin bir işyerinde seçkin müşteriler. Bir bakıma, bir keman hastanesi sanki: İyileşenler, yeni doğanlar, sahip değiştirenler, küçük bir el uzatmayla herhangi bir kemanın yeni bir özellik -bambaşka bir tını- kazanması.

İki genç erkeğin ikisi de, birbirini olduğu gibi kabul ediyor; iyi bir “takım” oluşturuyorlar. “Biz konuşmadan birbirimizi anlarız.” Ama, işten sonra, “herkes kendi yoluna gider.”

Uzun, soluk bir geçmiş, paylaşılmayan bir gelecek.

Belki Maxime’in arkadaşına yakınlığı, Stéphan’ın öbürüne olan duygularından daha ağır basıyor bile denebilir. Çünkü birincinin tersine, Maxime’in karakteri dışa dönük bir özellik taşıyor. Açık bir yapıya sahip. Tıpkı yüz çizgilerindeki keskinlikte, ağzının kararlılığında, sert ve köşeli çenesinde, acımasız ve baştan çıkarıcı tavrında; sonunda da, Müzisyenler Kahvesi’nde, arkadaşına vurduğu beklenmedik -kopuşu simgeleyen- tokatta görüldüğü gibi.

Maxime belirli bir beğeniyi sergileyen, ama tutkusu olmayan bir insan. En azından, yakın arkadaşı Stéphan’ın gözündeki yeri bu.

Yalnız gözleri gülen, delici ve kıpırtısız bakışlarıyla karşısındakinin en gizemli bölgelerine bile ulaşıyor görünen Stéphan, görünüşte yumuşak bir izlenim bırakıyor. Oysa o ağzı sıkı, dışa kapalı ve katı bir insan. Karşısında ya da yanında bulunanların, ona her zaman katlanabileceğini ummak elbette zor. Genç kemancı bile, bir an için onun sessizliğine saygı duymasına karşın, sonunda duramayıp patlar: “Böyle devam edemezsin!” diye haykırır.

“Bu koşullar içinde yaşamaktan hiç sıkılmıyor musun?”

Stéphan, “Hayır!” diye karşılık verir.

Gerçekten, kapıları kapalı, çeperi buz tutmuş bir yürekle yaşam nasıl sürebilir? Duyguları küçümser görünen böyle bir insanın, kendi varlığına bile katlanması güç.

Zamanımızın iki ergen, olgun insanı. Aralarındaki ilişki ne dostluk ne de iş ortaklığı! yıllarla kanıksamış, hiçbir biçimde şaşırtmalara yer bırakmayan, beklentisiz, aralıklı bir arkadaşlık. Silahlanmış bir yansızlık siyasası yerine, arada dürüst, içten ve sıradan bir işbirliği havasının egemen olduğu başka tür bir ilişki.

Öte yandan çağımızda, özellikle sınırlarının sonuna ulaşmış bir burjuva uygarlığının ürünü iki yetişkin, eğer bunlar belirli bir siyasi amaç uğruna silah arkadaşı değilse, birbirlerine ne verebilir? Ölümü paylaşmayanlar, sevgi için nasıl özveride bulunsuz?

***

Yönetmen C. Sautet’ye her zaman değerli olagelmiş bellibaşlı birkaç izleğin film boyunca ağırlığını koruduğu görülüyor, tıpkı iç-içe oluklardan akan sular gibi: İş, dostluk, başarı ve…

Ayazda Bir Yürek’in yalınlığı, çarpıcılığı, dengesi, ruhsal sınırların belli belirsiz yumuşak biçimde geçişi, kişilerin kendi aralarındaki iç denge titiz bir duyarlığı ele veriyor. Bu nedenle ince bir bıçak sırtı üstünde durduğu halde, melodrama düşmekten kurtulmayı başarmış bir film, Ayazda Bir Yürek.

Aslında, öykü Lermontov’un. Dolayısıyla, Ayazda Bir Yürek’te -ismiyle, kimliğiyle- yapısına yakışan bir slav duyarlığı kendini duyurur. Fransa’nın (bu sözcüğün yerine “Batılı insan” da denebilir, rahatlıkla) varolan yaşamda kendisinden gittikçe uzaklaştığı o soylu duygular dünyasından derlenmiş, o yitik dünyanın öne çıktığı karmaşık bir kesit!

Acaba Claude Sautet, yetmiş yıllık bir yaşamdan çıkardığı bilgece sonucu mu izleyicisine sunmak istiyor? Belki de, Batı Uygarlığı üstüne bir sorgulama denemesi!

Kaldı ki, benzer bir durum ya da sorgulama, üçlünün Konservatuar’daki ortak öğretmenlerinin yaşamına -hastanın kendi isteği üstüne- son verilmesi kararında da gözlenmiyor mu? (****) Ayrıca, böylesi zor bir seçimin Stéphan tarafından uygulamaya konulması bile, belirli bir anlam taşıyor. Bir çeşit yönlendirilmiş eylem, sanki yaptığı. (*****).

Ama, neden o?

Yoksa yönetmen, Stéphan’ın katılığını bir kez daha mı vurgulamak istiyor? Ya da, öğretmenin öğrencisine ilişkin düşünceleri nedeniyle mi? “Stéphan mı? O, çok başka birisi!”

Bahçede yenilen çok konuklu yemekte bile, Stéphan’a yönelik suçlamaları doğrudan öğretmeni göğüsşer. Onu o savunur: “Hayır, Stéphan bir korkak değil! Tersine, onun içinde, derinliklerinde büyük bir ateş gizli!” Gerçekten, tüm o yabansı yemek boyunca söylenen sözlerde, ona karşı bilerek, insafsızca, dikkatle ve sabırla örülmüş açık bir saldırı halinin kokusu duyulmuyor mu? (6*)

Şu anda, yine o geçiyor gözlerimin önünden: Kemanını yeşil çuhadan yavaşça eline alarak çenesinin altına yerleştirmiş, gözleri boşluğa dikili bir Stéphan. Süsten arınmış, yalnızlığın koyu gölgeleriyle dolu soğuk eşliğinde, yumuşak bir dokunuşla kemanını çalmaya başlar. Bu kez yalnız kendisi için, soğumuş bir yüreği ısıtmak için (7*) çalmaya koyulur. Ravel’den soyut ezgiler. Keskin ve sert notalar…

Mesleğini her şeyin üstünde tutan bu adam, Konservatuar’ı bitrerek müziğin yolunda niçin yürümedi acaba? Salt, “Sesimi beğenmedim!” sözleri yeterli bir açıklama sayılabilir mi? Üstelik, bunu söyleyen gene kendisi! Tuhaf bir yazgı Stéphan’ın yüreğini hem sevgiye, hem müziğe kapatması. Kaldı ki, yüreği müziğe kapalı olsa bile kulağı açık. Hem herkesten daha yetkin bir düzayde!

Oysa, öteki arkadaşında böylesi yüksek iç duvarlar görülmez. Maxime ona genç kemancıdan söz açmadan önce, “Bana önemli bir şey oldu,” der. “Birini seveceğimi anladım.”

Bu sözlere Stéphan ilgisiz kalır; dahası soğuk bile durur. Belli belirsiz bir “Ya!” der. Sesi donuk, varlığı uzaklardadır nerdeyse. Ta ki, onu görünceye dek. Camille’in bir dağbaşı pınarı gibi duru, saydam, masum çehresini seçinceye dek.

Bir an, Stéphan’ın gözleri genç kıza takılı kalır. Onu, saklayamadığı bir özlemle seyreder (8*). “Zerafetle birleşmiş bir güzellik!” diye fısıldar, yanındakine. “Çok çekici, gerçekten! Seçkin, gizemli, yaptıklarının bilincinde!”

“-Güzelden de öte! Gönülçelen! Bir çeşit, güzellikten bağımsız sayılacak bir canayakınlık! Ancak bir kısım kadının sahip olabileceği tanrısal bir armağan!” Stéphan bunları söyledi mi gerçekten, yoksa yalnızca düşündü mü pek belli değil!

Sevginin saati çalınca, Claude Sautet’nin kendine özgü bir izleği daha devreye girmiş görünür: İş, dostluk, başarı, sonra kadın, ve…

Havada Ravel’den ezgiler. Oda müziğinin uçuşan notaları.

Keman onarımcısı Stéphan, gene kendisi gibi alçakgönüllü bir sanatçı kişiliği sergileyen Ravel’den parçalar çalar kemanıyla. Bir ara beyaz mendiliyle boynunu ve kemanını siler.

Elindeki bir “Guarnerius” mu, acaba? Çok eski bir İtalyan kemanı? Yoksa, ona dönüşen herhangi bir telli saz mı? Ne olursa olsun, o kemandan çıkan insanların doğrudan yüreğine seslenen bir müzik. Bu nedenle Stéphan için iyi bir arkadaş, lüçük çaldığı. Bir eşé Onu anlayan, bütünleyen bir eş!

“Sesime güvenememiştim.”

Bunu söyleyen Stéphan’ın şu andaki sesi, ilk günlerin sesi değil kuşkusuz. O ses zmanı yedi; olgunlaştı, derinlik kazandı, sevgiyle doldu. Artık onun heyecanı, dışavurumu, belli bir ölçülülük kazanmış surumda. Aynı zamanda, alınyazısına boyun eğmiş görünüyor.

Onun bir başka özelliği de, sürdürdüğü işte kendisine büyük bir güven duyması. İşte, Ravel’le bir başka ortak yan! Yaşadığı yıllarda Ravel’i öğretim dünyası yadsımış, bu yüzden “Roma Ödülü”nü alamamıştı bir türlü. Hem yüzyılın en yetenekli bestecilerinden biri olmasına karşın. O halde, aydın, görgülü, iyi eğitim görmüş, kendi alanında ustalaşmış bir bestecinin film için başvuru ekseni seçilişi yalın bir rastlantı olabilir mi? Ravel’in kişiliğinde, Yönetmen, Stéphan’a bir gönderme niyeti taşımasın bu yolla? Kim bilir?

Sesine, yeteneğine güvenemeyen bir yalnızın keman onarımında sergilediği şaşırtıcı, çelişkili yüksek başarı?

Sevgiden hüzne doğru yol alan lavanta mavisi bir serüven. (9*) Bir yeraltı ırmağı. Kaynağı belli olsa bile, hangi denize döküleceği belirsiz. Stéphan’ın düş kırıklığı, yürek soğukluğu yalnız sevgide değil, aslında mesleğinde de kendini gösteriyor. (10*)

***

Dinlenme salonu.

Sonatlar üstünde çalışan, küçük ve sevimli bir topluluk. Aynı aileden iki yaylı bir vurmalı çalgı. Bir piyano, bir çello, bir de keman. Bir de topluluğa eşlik eden görünmeyen besteci, Ravel. Debussy’nin gölgesindeki özel ışık kaynağı. Baş rol oyuncusu, besbelli yine keman. Camille’in lirik kemanı. Salonda, oda müziğinin saygın ruhu uçuşuyor. Dinleyiciler soluksuz.

Bu küçük müzik üçgeninde bile, genç virtüöze tutkun birisi yer almış. Ama, sorun doğuracak ölçüde dışa vurmuyor bu “iş” sevgisi. Katlanılabilir, hoş görülebilir türden. Sanki genç kız, yakın çevresi için her zaman bir sevgi mıknatısı. Karşı konulmaz bir çekim gücü.

Provalar Stéphan da katılır. Camille’in isteği üzerine ta da kendi istediği için. Ancak uzak varlığı kızı etkiler, sarsar. Çalışını bile bozar. Hiçbir söz geçmeden aralarında, bunu yalnız ikisi anlayacaktır. Birinin çıkıp gitmesi, vazgeçmesi gerekir. O zaman kayıt odasından ayrılmak Stéphan’a düşer. Tıpkı Camille’in sevgisini bırakıp gidişi gibi. Ya da, ortak iş yerinden ayrılışı gibi.

Kayıt günü, herkesin sakladığı ortaya çıkar. Herkes için yeni bir durum başlar. Kayıt sırasında olağanüstü yetkinlik gösteren genç kız çıkarken Stéphan’a, “Senin için çaldım!” der.

Gerçek anlaşılmıştır artık. Rahatlayan genç kemancı, Maxime’le konuştuğunu açıklar.(11*) “Zor oldu, ama dinlemeyi bildi.” Anlaşılan o ki, her iki erkekle nereye dek gideceğine karar vermiştir genç kadın. Duygularıyla hareket ediyor görünmesine karşın, ne yaptığını / niçin yaptığını bilen bir hesap insanı. Üstelik, ta baştan beri bilen.

Gwewktiğinde o can alıcı noktaya parmak basmasını iyi bilir her kadın; erkek mantığının güçsüz kaldığı ölü noktayı onlar kolayca bulabilirler.

Birbirine bağlı bu küçük çalışma topluluğunun Ravel’i seçmesiyle, öykünün uzak slav kökeni arasında bağlar yok mu? Bir yanda Ravel’in yaşamı boyunca Rus bestecilerinden etkilenişi; öbür yanda, Rimski-Korsakov ve Lermontov. Ayeıca, genç kızın doğrudan ve içten yapısıyla Bolero bestecisinin aydınlık / açık seçik yapıtı arasında bir duygu yakınlığını bulmak da olası.

Kaldı ki, Yönetmen’in bir başka şaşırtma öğesi daha var. O da, birbirini tanımaksızın Maxime, Camille ve Stéphan’ın ilk kez bir Debussy dinletisinde karşılaşmış olmaları. O Debussy ki, Ravel’e giden yolun ilk büyük, önemli istasyonu. “Debussy” isimli bekleme odasında, Camille’in cömert ruhunun izlenimci bir müzik çizgisi üstünde kanatlandığı, gerçek ağırtlığına kavuştuğu görülür.

***

…sonra kadın ve iletişimsizlik, düşkırıklığı, yenildi.

İki erkek arasında sıkışmış bir genç kadın. Birincisinin elde tutamayacağı, öbürünün gerçek anlamda elde edemeyeceği kadar güzel (12*) bu genç kemancı, Boğaz’ın bahar sabahlarının mavi pusu gibi uçuk, duru ve alımlı yüzüyle, orta yaş erkeklerinin önüne konmuş bir çeşir “sınav” mı?

Erkeğin, en azından genç kızın ilgisini çekmeye çalıştığı bir gerçek. Stéphan’ın Camille’e doğru belirgin, somut birtakım adımlar attığı. Özellikle kayıt provalarında. Yağmur altında bir koşu ulaşılmış kahvede içilen sıcak koyu kahve, bira eşliğinde yenilen peynir tabağı.

Sözcüksüz sözler. İçinde maddenin yer almadığı iletişim ortamı; iki değişik akışkan arasında yalnızca müziğin “iletken” rolü oynadığı özel sevgi kozası.

Ama, öte yandan, Ravel’i dinlerken bile, Stéphan’ın katı bir tavır sergileyişi, kendini bırakmayışı nasıl açıklanacak?(13*)

O halde, tüm bu çelişkili davranışlar niye?

Yoksa Stéphan, kendisine mi bir şeyler kanıtlamak istiyor? (14*) Karlar altında bir yüreğin, ılık bir mart sabahı penceresini aralayınca, birdenbire ilkyazın gelişini görerek şaşkınlığa düşmesi mi? (15*)

Ya bu arada Camille’in konumu? Birinden uzaklaşırken öbürüne yaklaşmaya çalışıyor olmasın? Ya da, her iki erkeği birlikte götürmek çabası? (16*) Ne var ki, öykünün asıl şaşırtıcı yanı, kimin uzaklaştıkça öbürüne daha yaklaşıyor olduğu? Erkek (Stéphan) mi, kadın (Camille) mı? Böyle bir harcı, Yönetmen, usta işi nasıl bir malzemeyle yoğurmayı başarmış?

Dış koşullar ne olursa oldun, Stéphan kendine karşı bile acımasız. “Belki herkesten çok ben yokediyorum kendimi!” diyen o! “Seninle son şansımı da yitirmiş oldum.” Açıkçası, bahtsız bir bilinç!

Çelişki, ürküntü, güvensizlik. Ve, son fırsat.

“-Aldanıyorsun! Senin hayalindeki insan ben değilim!”

Camille’in yüzüne, soğuk bir tokatı andıran bu sözleri söyleyen de o! Stéphan! Önüne, parlak bir gümüş tepsi içinde sürülen sevgiye Stéphan “Evet” deseydi, bu kez -kim bilir- güçlü bir olasılıkla erkek aldanmış oalcaktı. Açıkça, o zoru seçti. Çünkü, kimi zaman vazgeçmek başlamaktan çok daha zor değil mi?

Gerçekte, hepimizin içinde boşluklar var. Onları sevgi dolduruncaya dek, öyle de boş kalıyor. Ancak Stéphan’ın yüreğindeki boşluğa isimsiz bir korku ve kış yerleşmiş (17*) Soğuğun dokuduğu buzdan buzdan, ince bir örümcek ağı tüm girişleri kapatmış. Dıştan bakıldığında, insansız bir mağaraya çevirmiş o ıssız yüreği.

Gene kayıt günü. Küçük dinleme salonu.

Varlığı çeken güzel kemancıya bakmak, dikkatimi onda yoğunlaştırmak yerine, gözlerimi kapayarak müziği içime çekiyorum. Belki de düş kuruyorum: Fas’ta ayışığının yıkadığı beyaz Mağrip evlerinin birinin rahat oturma salonunda, Küçük Prens’in babası geliyor gözümün önüne. Çay içiyor, dudaklarında sönmüş cıgarası. Bir arkadaşı piyanoda Ravel çalmakta, öbür pilotlarsa briç oynuyorlar bir başka köşede.

***

Yeni taşındığı yalınkat işliğinde, ince bir duman gibi kemanından yükselen ses, yalnız yalın müzik, sanılır ki Stephan’a taze bir kişilik üflüyor. Belki o ses varlığını sürdürdükçe, Camille onun için hep yaşayacak. Geri kalan hiçbir şeyin önemi olmadan Stéphan’a bakılınca, kimi erkeklerin önem verdikleri söz konusu olduğunda nasıl ciddileştiği daha bir iyi anlaşılmakta.

Uğur Kökden, Adam Sanat

(dipnotlar epey ağır konuştuğum yorumlarım olduğu için utandım, koymadım -ES)