Hopper

Easy Rider’ın Dennis Hopper’ı (ki asıl marifeti, çok küçük bir bütçeyle çekilen Easy Rider’ın hasılatta tavan yapması üzerine film stüdyosundan kendisine verilen açık çekle, stüdyoya amiyane tabirle in your face! çekenThe Last Movie’yi çekmesidir [biraz daha detay ve başka aynı tarzdaki ilginçlikler için (mesela Nirvana – In Utero) bkz. -bittabii- A.V. Club’ın“Now I’m bored and old”: 27 deliberately confounding follow-ups to popular successes başlıklı demirbaş listesi ]), neyse ne diyorduk, Dennis Hopper’ın ölümünün üzerinden bir seneden çok zaman geçmiş (benim yazın haberim oldu). Özellikle de Christopher Walken’la, favori filmim olan True Romance’daki karşılıklı sohbetlerini çok severim.

Ama konumuz o değil, konumuz Edward Hopper. İnsan tabii ki bir resmi/ressamı ilk olarak nerede gördüğünü anımsamaz, ama ben Edward Hopper’ı ilk ortaokula giderken, “Reading/Writing” dersi için almış olduğumuz, tuğladan hallice “Prentice Hall Literature: Gold” antolojisinde görmüş idim, şu çalışması ile:

Gas / Edward Hopper (1940)

Bu resim, beni ilk gördüğüm andan itibaren büyülemişti – bir benzin istasyonunun, pompaların resmini yapmak! Sanattan çok hayata yakın bir şeydi. “Sanat salat içindir / sanat hulk içindir” olayına, dalga geçme gayesi haricinde, girmedim, saçma buldum. Ama bu resim, Prometheus gibi, ya da Death Gate Cycle’da labirentten kurtulup da diğerleri için yine geri gelen blabla gibi bir asalet taşıyordu.

O zamanlar internet yoktu, sonra internet geldi, iyi de etti, dijital ortamdan, dijital formatta bir sürü Edward Hopper toplayıp, seyre koyuldum. İşte daha önce de birkaç kere (iki) demişliğim olduğu üzere, Raymond Carver, Edward Hopper, Tom Waits, Jim Jarmusch.

Geçen sene Steinbeck’in “The winter of our discontent”iyle birlikte o güzel kapak resmiyle de görüşmüş olmuştuk:

Mick Wiggins – Winter of Our Discontent Kapağı

İlgili projede ressam (Mick Wiggins), bütün Steinbeck kitaplarının kapağını hazırlamış, epey etkileyiciler, tıpkı hazırladığı diğer kapaklar gibi. Tabii ki, zorlamadıkça Hopper’lara pek bir benzerliği yok, ama yine de, şimdi mesela “duru su” desem, ya da “kuru su”, ya da “toz su”, öyle bir etkisi var işte bunların da (“Çocuk / Güzel anılar gibi hüzünlü / Hüzünlü şarkılar gibi güzel” (- CS, Fotoğraf’tan detay) gibi bir şey, sözgelimi (Brezilya’ya çevirir bir çiçek…)).

Bütün bunlar iyi güzel hoş, lakin, geçen gün karşıma Ben McLaughlin isimli arkadaş çıktı. Soyut resimden enstalasyona geniş bir yelpazede eserler meydana getirse de, benim dikkatinizi çekmek istediğim resimleri şu tarzda olanlar:


Monday February 2 2011: Surgeons are fighting to save the hand of Formula 1 racing driver Robert Kubica, following a high speed crash during a rally in Italy

2010-11


Saturday February 5 2011: A man with a low IQ has been banned from having sexual intercourse by a high court judge

2010-11


December 21 2009: Officials from debt-laden Dubai World Conglomerate are to meet with their lenders to discuss repayment proposals

2009


Friday: 19 Down. Sound like an ass (4)

2009


Saturday: 22 Across. Outside broadcasting (6)

2009


Sunday: 21 Across. Dull pain (4)

2009

(Bir de tabii şekil A,B, ve ardılı harflerde (Baskça’da “C” harfi yokmuş bu arada, geçen hafta öğrenip, şoka girdik. Hani maddeleri sıralarken bile yok: İspanyolca’da mesela “K” var da kullanılmıyor, Basklılar külliyen yok etmişler. Mesela aşağıdakilerden hangisi bu girişi en iyi özetlemektedir:

A) Resimlerden bahsedilmektedir
B) Geyik yapılmaktadır
D) İthamlarda bulunulmaktadır
E) C şıkkı atlanmamıştır, bilakis var olmamaktadır!

)  ne diyorduk, evet, bir de şekil A,B, ve ardıllarında da gözlemlediğiniz üzere, resimlerin adları haber başlıklarından atanmakta, oy oy oyy.)

Şimdi sevgili blog-okur (mon semblable, mon frère!) -o kadar da- ayrımız gayrımız yok, o yüzden açık konuşacağım: 3-4 gündür yazmalarda olduğum bu girişe başlarken, aklımda Ben McLaughlin’i Edward Hopper taklitçiliğiyle itham etmek vardı, hatta senin de kolaylıkla http://www.wilsonstephens.com/artist.html?id=3 adresindeki, sanatçının bağlı olduğu galerinin sayfasına giderek teyit edebileceğin üzere, arkadaşın portföyünden kasıtlı olarak Hopper’a yaklaşanları ayıkladığımı görebileceğin üzere, bir takım hilelere dahi başvurmuş idim bu uğurda (kaldı ki Hopper’ın resme yalnızlık saçan bir neon ışığı etkisi ekleyip daha da ölgünleştiren pastel renklerine karşılık puslu ve soluk hava ve renklerle çalışmakta McLaughlin). Fakat, resimleri galerinin sayfasından birbiri ardından seçtikçe, fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Kabul, özellikle son iki resim hayli Hopperesque (ve tabii ki ben uydurdum, hemen şimdi) ama yine de ahkamın dozunu kaçırmamak, haddini bilmek lazım.

Neyse, bunlardı işte son 3-4 gündür aklımdaki şeyler. Böyle art arda artsal sanatsal şeyler yazmaktan sıkıldım, özüme döneceğimdir (işte TV, diziler, itlik, kopukluk – sakalı da kesmek lazım).

Bana gelince, sevgili bilgisayar başı sakini, Edward Hopper’ın “Chop Suey”ini çok severim, “New York Movie”si öldürür beni, “Room in New York” uzunca bir süre masaüstü resmim olmuştu, “Nighthawks”sız da olmaz. Anılma sırasına göre bu resimlerin küçük halleri şu şekilde — büyük hallerini de, vaktiyle ODTÜ’deki boş zamanlarımda derleyip, toparladığım resimleri, kod yazıp oluşturduğum şu sanal galeride bulabilirsiniz (galeriyi de Hollanda’dan İspanya’daki sunucuya çekmenin vakti gelmiş ya, ihmal etmemeli).

Yaşlılık (ve fotoğraflar)

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming on both
Shakespeare

“Ben gençken” (cue Orson Wells – you, you don’t know what it is to be old, but I hede höt… Yahu, hep söylemişimdir, bir Borges’in “Ah bir genç olsam” mealindeki böygh şiiri bir de bu Wells’in bu şiir/şarkısı, aslında içten içe sevdiğim, saydığım bu amcalara karşı bir acıma ve böygh duygusu uyandırır içimde. Kaldı ki, yine bilir/tahmin ederim, en çok onlar bu ucubiklerle anılageldikleri için vurmuşlardır nato kafalarını nato mermerlere, neyse, geçelim şimdi bunları (bütün bu kadar lafı “ben gençken” diye başladım deyu viyk viyk ötme bahanesiyle yazdığımı bildirmeyi bir borç bilirim)), ne inkar edeyim, yaşlılara karşı (people of the ancient kind), pek de övünülecek hisler beslemez idim, hatta arkadaşlar bilirler, birtakım rekreasyonel projelerim bile yok değildi.

Şimdi 34 yaşımdayım, çok şükür dağ gibiyim, taş gibiyim, yaşlı filan da değilim ama tabii fikirlerde değişme yaşanıyor illaki. Yaşlılar hakkındaki pek çok gözlemim geçerliliklerini sapasağlam korusa da, belki de aynı yolun yolcusu olduğumuz sonunda kafama dank ettiğindendir, onlara vaktiyle çocuklara ayırmış olduğum sevecenlikle (sevecenlik#2 by calvin klein) yaklaşıyorum, ha bu arada çocuklara olan genel seveceğenliğimden de pek bir eser kalmadı, öte derecede elitistim, öyle her gelen çocuğa sevgiyle yaklaşmıyorum, uzakta oynayan çocuklar gördüğümde dünyanın aslında ne kadar iyi bir yer olduğunu da düşünüyor değilim (Fazıl Hüsnü Dağlarca dediydi zamanında).

Zaten bu girişin konusu çocuklar değil; ben de değilim: yaşlılar.

Bizim muhitin (Getxo) bilmem kaç senedir (gerçekten bilmediğimden öyle dedim, ama yeni bir şey olmalı, biz geldiğimizde vardı gerçi ama yeni gibi yine de) geleneksel olarak düzenlediği fotoğraf günleri etkinliği var: GetxoPhoto. Öyle tek bir mekanda da olmuyor, amiyane tabirle, sokağa taşan bir etkinlik. Mesela bizim iskelelerden birine bir deniz oğlanı fotoğrafı koymuşlardı, gelgit vesilesiyle ilginç oluyor, hala da orada durur (madem fotoğraf günlerinden bahsedeceğiz, bol fotoğraf alıntılamak lazım gelecek).


Bu seneki etkinliğin konusu yaşlılık idi. Geçen seneki neydi, bilemedim, sitesine bakayım… “Leisure” imiş, Türkçe’ye çeviremedim (Handeeeee!), eğlence desem değil de, insanın boş vaktinde yaptığı şeyler, yani isteyerek, severek, kimsenin zorlamasına gerek kalmadan yaptığı şeyler, hobi desem hobi değil, bobi desem bobi beni ısırır. Bu arada 5 senelik bir geçmişi varmış sevgili GetxoPhoto’muzun. Bu da geçen seneden, Getxo’dan evvel enternette de görmüş idik netekim:

Bu senenin konusu (demiş miydim?) yaşlılık idi (tam olarak alıntılarsak “Yaşlılara Övgü” (“In Praise of the Elderly”). Lafı fazla uzatmadan hemen bu senenin en beğendiğim fotoğrafını göstereyim: Marc Roses – Having Fun in Paloma #1

Her şey bu kadar toz pembe değildi tabii, bu da diğer çok beğendiğim çalışma olan Walter Schels’in “Life Before Death” serisinden:


Diğer fotoğrafçılardan 



ve özellikle 

ile


İşte bunlar bizim buralarda görüp sevdiklerimizdendi sevgili mektup arkadaşlarım. Siz de sizin gördüklerinizden, gezdiklerinizden bahsetseniz ne güzel olur a!

Yaşlılıkla ilgili o kadar da bayılmadığım (zaten GetxoPhoto ile de bir alakası yok bu arada, fotoğrafla da ona bakarsanız) şu var geçen gün rastladığım: Andreas Englund. Bir de, hazır buraya kadar geldiniz, yaşlılık ile alakası olmayıp da, fotoğraf ile -ucundan- alakası olan şu güzelliğe bakmadan geçmeyin lütfen: Paul Newman & Joanne Woodward fotoğrafları.

Sonuçta, yaşlılık, istatistiki açıdan, ayrılığa en yakın dönem, ama yine de: yaşlılar ölmesinler (şeker de verebilsinler).

gupta ya da sorunlu bir beyin nasıl çalışır

Dün, Eki’nin tweet’inden “Çarpık Kadraj” adındaki çok güzel bir sinema/TV blogundan haberim oldu. Bir ondan bir de “bir yerlerden” tanıdığımı düşündüğüm sevgili Bahar’ın, ondan bağımsız olarak bulup hayranı olduğum  “Dünyevi Zevkler” ve “Güzelonlu” blogları üzerine (daha doğrusu bu blogların bende yarattığı duygular üzerine) yazmak istiyordum işbu girişte. Başlığı da önce “Kıskandıklarım” koyacaktım – bir Türk sanatçısının (Murathan Mungan ya da Ferzan Özpetek diye aklımda kalmıştı, dün kontrol ettim, değilmiş) blogunun bağlantılar kısmındaydı, sonra “durup dururken niye olumsuz anlamlara da kapı açayım?” deyip, başlığı “Gıpta ettiklerim…” diye değiştirmeye karar verdim. “Gıpta” sözcüğü de bu sefer “Gupta” adını çağrıştırdı ve o da bana vaktiyle, TUDelft’teki Hintli bir arkadaşın piri olarak benimsediği bir Hint tanrısının vücut bulduğu hali olduğuna inandığı Shri Nathji’yi. Shri Nathji’nin bir dans kaydı vardır – bizim düşünce tarzımız için belki de gülünç/absürd olan bu dans (ve bu zat) beni öğretisi yolunda değil fakat insanın farklı düşüncelerin ayırdına varması açısından etkilemiştir (sonuçta tek dileğinin sevgi (barış) olduğu bir insanı gülünç bulmak yakışık almaz, almamalıdır). Neyse, bunları niye yazıyorum: yaklaşık son bir saattir, işte bu bahsettiğim Shri Bhola Natji’nin adını aramaktaydım. Eğer ki bir gün bugün kullandığım Google arama sözcükleri kayıtlara dökülürse, bilin ki işte sebebi budur. Sonunda google’da değil ama 2008 yılında bu arkadaşın bana yazdığı mailde bulup bu sefer de rahatladım (geleneksel olarak her yıl bir defa ilgili dans aklıma gelir, seyretmek isterim ve bütün bu süreci baştan yaşarım, o yüzden istedim ki bunu bloga not düşeyim, nasıl olsa her defasında aramalarıma blogun veritabanındaki mesajlardan başlıyorum). Artık yan bilgi olarak verdiğim bu konuya iyice daldım, alakasızlaştı, biliyorum ama, olayın tarihçesini de vereyim de, sonradan bir karışıklık olmasın: Hollanda’dayken, ofisimizi bu Hintli arkadaşla ve 10 diğer araştırmacıyla birlikte paylaşıyorduk, bir gün masaüstünde bu zatın fotoğrafını gördüm, kim olduğunu sordum, o da bana sağolsun hakkındaki bilgileri içeren bir mail attı.

Not düşüp kendimin gelecekteki halini bu arama zahmetinden kurtardığıma göre, gelelim asıl olaya. Ne yalan söyleyeyim, kendimi az çok kültürlü, ama daha önemlisi güzelliği fark edebilen, farklı açılardan bakabilen ve kolayca görülmeyen şeyleri takdir edebilen biri olarak düşünegelmişliğim vardır. Eskiden daha yoğun, şimdilerde bir şeyi fark ettiğimde ayrımına vardığım sıklıklarda (ki itiraf etmeliyim ki artık o kadar sık değil). Böyle yazınca biraz hodbin( blunt?) oluyor ama zaten iki cümle sonra yıkacağım için bu yanılgıyı o kadar dert değil 8). Belki de şöyle desem biraz daha yumuşak olacak: “nicedir, kendimin bir kopyasıyla (10 gün önce başladığım Fringe’de bugün güncel sezonu yakalamış durumdayım ve oradaki Kevin Corrigan -ki kendisini ilk Community’de görüp hoşlanmıştık- hep Gürer Beyciğimi anımsatıp özletiyor) karşılaşmam halinde, onunla iyi arkadaş olabileceğime eminim (ki şimdi arayıp bulamasam da, bu özelliğin mutlu bir insan için gerek şart olduğundan vaktiyle dem vurmuşumdur mutlaka: yani kişinin kendisinin bir kopyasıyla geçinebilmesinin). İnsan kendisiyle bu kadar çok konuşunca, dünyası da, algısı da yavaş yavaş, fark ettirmeden daralıyor, hani çok sığ bir laf ama “haddini bilmez oluyor”. Ben ahkam çorbalarımın içinde yüze durayım, sonrasında işte başta bağlantılarını verdiğim bloglar gibi, hakikaten fersah fersah yüksek bir algıya ve beğeniye sahip girişlerle karşılaşınca duruluyor. Burada, her ne kadar öyle sezinleneceği kesin olsa da, bir aşağılık kompleksi yok, tamaıyla bir hayranlık sözkonusu, insanı şevklendiren, özendiren bir hayranlık. Sonuçta kendi dünyanızda bile yalnız değilsiniz (bunu söyleyeceğimi hiç sanmazdım ama: ne mutlu ki!)

En çok okuduğum blog, açık ara ile hem de, kendi blogum olsa da, o bloglar olmasa idi, bu blogdan o kadar zevk alır mıydım, orası şüpheli. (işte böylelikle son dakikada yine egoistliğimi kurtarmış oldum 😛 — bir de işin güzeli, ben bunları yazmaya hazırlanıyorken, Eki bu defa da tweet’inden az evvel gönderdiğim Nurullah Ataç girişimi paylaştı, Sui de övgüde bulundu, ben de mutlu oldum 8)

“Paylaşanlarınız çok olsun” dileklerimle,
o kadar da şey bilmeyen, görmeyen ama çok şükür ki görenleri/bilenleri gördüğünde mutlu olabilen,
ağlak adam mesut bahtiyar (dırı dırı dırı dırı dırı dırı dıt tı, dırınınınınınınını… – taksim girer).

Özetle, üç süper site:
1. Çarpık Kadrajhttp://mizansen.blogspot.com
2. Dünyevi Zevkler Bahçesihttp://guzelonlu.com/blog/
3. Güzelonluhttp://guzelonlu.tumblr.com

neil ve tori

(başlangıçta …ve diğer şeyler diye alt başlık atacaktım ama sonra iki ayrı giriş yapmaya karar verdim, yine de, ilerleyen satırlarda göreceğiz. Neyse.)

Neil Gaiman’ı çok eski zaman olmasa da, yine de görece “bir zaman” önce “keşfettim”. 2002 olabilir, 2003 olabilir, o aralarda bir yerlerde. Barış Sandman’den bahsedip duruyordu, nitekim başlangıcım da Sandman serisi ile oldu, sonra Neverwhere’i bir yerlerden bulup izledim, American Gods’ı, Stardust’ı, Dream Hunters’ı, Anansi Boys’u okudum, sonra bir sürü bir şeylerini daha (Sandman’in yeri ayrıdır, American Gods’ı o kadar ilginç bulmam, benim favorim Anansi Boys‘dur kitapları arasında).

Sonra kabak tadı verdi. Klasik cevap “ben büyüdüm” olurdu herhalde ama bir noktadan sonra gına geldi, bunda batasıca ve de iflah olmaz hipster ruhumun, Gaiman’ın bir anda “herkesler okuyor artık şekerim” kategorisine girmesinin ve yaşamını yazdıkları vesilesiyle epeyce de iyi bir şekilde idame ettirebiliyor olmasının da katkısı var.

Tori Amos’u çok daha uzun bir zamandır dinleyegelesim var. Çok severdim, doğrudan ruha bağlardım kulakları es geçerek. Sonra, özellikle (ve bence hala doğal olarak) American Doll Posse’den itibaren “yok” dedim kendisine, ondan önce “tatlı uçuk/kaçık”ken, o andan sonra “deli/manyak” oldu nezdimde. Bütün bunları yazsam da, şu anda “Tear in your hand“i dinlemekteyim – böyle bir şarkının 10,000 yıl hatrı olmaz da ya neyi olur, orası da apayrı.

Artık hala bilmeyen kaldı mı, bilemem fakat, Neil Gaiman ile Tori Amos çok yakın arkadaşlar, biri şarkılarında, diğeri de hikayelerinde olmaz üzere, pek çok kere atıfta bulunmaktalar birbirlerine (bunlardan en hastası olduğum, Gaiman’ın Stardust’ta Tori Amos’ı bir ağaç olarak yazmasına ithafen, Horses‘da dile getirdiği “But will you find me if Neil makes me a tree?” lafıdır – ayrıca ‘Boys for Pele’nin kapağı ne muhteşem bir kapaktır!).

Geçen haftalardan birinde, Grand Rapids adlı Michigan şehrinin kollektif olarak hazırladığı müthiş tepki videosu vesilesiyle herkes gibi bir yerlerden (benimkisi ‘Weird’ Al sayesinde idi: “The Saga Begins“)tanışıklığımın olduğu ‘American Pie‘ şarkısıyla bu defa resmi olarak tanıştım. Şarkı, (wiki’den alıntılıyorum) Buddy Holly, Ritchie Valens ve The Big Bopper (Jiles Perry Richardson, Jr.)’ın yaşamlarını yitirdiği “Müziğin öldüğü gün” olarak adlandırılan 1959’daki uçak kazasına ithafen yazılmış. Olay yeterince üzgün olsa da / üzgün olduğu için, şarkı yitirilmiş umutları tekrar canlandırmak güdüsüyle (buraları ahkamımla yazıyorum, wiki’nin bir suçu yok) hayli naif ve coşturucu. Üzgün bir olayı daha da üzücü bir hale getirmek işin kolayına kaçmak olacağından, tersi bir edim başarılı bir şekilde kotarılınca çok daha erdemli oluyor. Uzun lafın kısası, şarkının bir de Tori Amos versiyonu olduğunu görüp, dinlemeye başladım. Sonuç: olmadı. Cougar Town’ın bir bölümünde Scrubs’ın canımız ciğerimiz Ted’i çıkagelir, süper yeteneği olarak en neşeli şarkıyı bile acıklı hale getirebilmesi belirtilir, akabinde de istek olarak B52s’dan “Love Shack”i çalıp söyler (“- God, I wanna kill myself / – Thank you.”) . Ama Tori Amos (bu pek bilmiş blog yazarınıza göre) böyle bir şey yapma lüksüne sahip değildir. Smells like teen spirit’i de o şekilde çalma hakkına sahip olmadığı gibi. Yani, sonuçta, zaten bir süredir ne yapsa batıyordu, bu son hamleyle iyice koptuk kendisinden.

Ece Coraline’ı çok sever: ona uygun olup olmadığını bilemediğimden önce masal olarak, hayli yumuşak bir versiyonuyla başlamıştım işe. Çok sevince, kontrollü olarak filmini izletmiştim – İngilizce olmasına rağmen filmine de bayılmıştı, sonrasında kitabını okuduk pek çok kereler (kitap Doruk ile Didem’in hediyesidir bu arada), ardından çizgi-romanını da aldık. Coraline’ı ben de çok severim, zaten genelde çocukların “kitaplardaki çocuklar” gibi olmadığı kitapları çok severim (bkz. Grucho Marx ve kulüpler üzerine olan incisi, ki mottolarımdan biridir o da). Geçen gün vaktiyle Brian’ın benim bütün “Yok aga, Neil Gaiman bitmiştir benim için”lerime rağmen önerdiği “The Graveyard Book”a başlamıştım, niyetim, Ece için uygun olup olmadığına bakmak idi (ailenizin sansürcüsü Suru, bir kez daha hizmetinizde / parti ve kutlamalar için fiyat isteyiniz (bu son espri Tina Fey’den). Kitap çok güzel. Daha çok başlarındayım, şöyle de bir sürprizle karşılaştım bugün:

Scarlett was happy. She was a bright, lonely child, whose mother worked for a distant university teaching people she never met face-to-face, grading English papers sent to her over the computer, and sending messages of advice or encouragement back. Her father taught particle physics, but there were, Scarlett told Bod, too many people who wanted to teach particle physics and not enough people who wanted to learn it, so Scarlett’s family had to keep moving to different university towns, and in each town her father would hope for a permanent teaching position that never came.
Bu kısım hoşluk, kitap güzel. İnsan sevdiklerine kızgın kalamıyor.

(ne kadar da bol bağlantılı bir giriş yaptım böyle, aferin bana. Bu arada, açılmamayı becerdim, geri kalan şeyleri de ayrı bir giriş olarak yazacağım(dır))

kipat dünyası,amazon mucizesi, sarah silverman ve matt damon

Hollanda’da yaşarken, İngilizce kitap bulmak konusunda sorunumuz yoktu – en kötü ihtimalle, 40 dakika süren bir tren yolculuğundan sonra Amsterdam’a varıp, Spui’den istediğiniz kitabın Waterstone’s’dan İngiliz baskısını ya da ABC’den (The American Book Center) Amerikan baskısını alabilirdiniz, oradan da hemen köşedeki favori mekanımız olan “De Beiaard”da oturup, bir taraftan bir şeyler atıştırırken, aldığınız kitaplara göz atabilirdiniz. Bunun dışında, yılda bir kez fakat seyyar şekilde düzenlenen kitap festivali Boekenfestijn’dan da inanılmaz ucuz fiyata epey çeşitli İngilizce kitaplar temin edebilirdiniz.

İspanya’da kazın ayağı pek öyle değil. Geçen ay Bordeaux’ya gittiğimizde, oradan alış verişimizi yaptık (W. Sommerset Maugham’ın Toplama Öyküleri, 2. cilt), bir de burada kitap bit pazarı oldu, o vesileyle şaşırtıcı biçimde iyi İngilizce kitaplar buldum (Neil Postman’ın “Amusing Ourselves to Death”i ile Patricia Highsmith’in “The Talented Mr. Ripley”i). Onun dışında ya Amazon’dan (Almanya) sipariş veriyorum, ya da internetten bulduğum kitapları Nina’cığıma yükleyip, oradan okuyorum.

Geçen hafta eşzamanlı okumakta olduğum kitaplar (Maugham, Postman ve Highsmith – ki itiraf etmeliyim Ripley’i ilk 1/3 boyunca bırakmamamın tek sebebi elde başka kitabın olmaması idi ama işte kayık sahnesinden sonra yakanıza yapışıyor, acaip heyecanlı oluyor) birbiri ardına bitince, kitapsız kaldım, kitapsız kalınca da genelde yaptığım üzere, Nina’ya bir M. Banks (The Algebraist – bu okumamış olduğum son M. Banks midir acaba – bir saniye, bakayım: yok, bir de Against a dark background varmış) yükleyip seyrine daldım.

Geçen hafta, Saruman’ın Tro-lo-lo’yu söylediği enfes videodan yola çıkarak, Gollum’un MTV Ödülleri’nde yaptığı konuşmayı izledim, onda da bol bol güldüm, sonrasında tavsiye edilen videolardan biri vesilesiyle (Sarah Silverman’s Five Word Speech at the 13th Annual Webby Award) de Sarah Silverman’dan haberim oldu. Araştırdıkça beğendim, hayranlık, vs.

Salı günü Amazon’dan 3 kitap (Sarah Silverman – Bedwetter, Tina Fey – Bossypants ve Harold Pinter – Betrayal) ve bir CD (Kate Nash – My Only Friend is You) sipariş ettik, “8-13 Ağustos arası geçer elinize” dedi Amazon, pika pika dedik biz de, ama pek inancım yoktu doğrusu 10 günden önce gelebileceğinie. Bugün (=cuma) kapı çaldı, postacı geldi, pek sevinçli bir paket getirdi bize.

Amerika pek çok açıdan bize ters bir ülke, ama bu tersliğinden güç alışı da ilginç bir şey (işte “bağımsız” sineması, çizgi roman kültürü ve David Lynch gibi(n)). Şimdi buna cuk oturan örnekler olarak, aşağıdaki iki buçuk videoyu izleyelim, biz çok güldük, siz de gülersiniz inşallah (gülmeyen dostum değildir — buna benzer bir şey aklıma gelmişti bugün ama unuttum şimdi, hatırlarsam yazarım elbet. Kimmel, söz sende.