stage cleared. loading the next level….

Az evvel döndüm Amsterdam’daki İspanyol Konsolosluğu’ndan. Vizeyi aldım pasaportun üzerinde! Vallahi de verdiler, billahi de verdiler (ahanda ben şimdi bunları yazarken güneş de açtı! 8)

(Hem benim için, hem sizin için) daha bir sürü kaygı, dert, tasa (burkina) faso fiso olabilir ama bugün, benim hatrıma, bir izin alın karamsarlıktan, günün tadını çıkarın (telefonları da açmayın 8).

Sevgilerler,
Emrelerler.

gecenin bir vakti…

gecenin bir vakti, uykum var ama çay da çok güzel. arka planda hard diskleri aktarıyorum, yazasım da var hani (özellikle de kaç gündür sevgili Seyfettin’in yorumlarına cevap olaraktan).

ama şimdi düşündüm de, hakikaten çok uykum var (çayın altını üfleyip mumu söndürdüm şimdi, bardaktakini de bırakacağım öylece boynu bükük sanırım, bulaşıklar da yarına kalsın lütfen).

halbuki işte Seyfettin’in vesilesi ile filmlerden bahsedecektim, canım bisikletim Tonto’yu anlatacaktım… yarın anlatırım, ne çıkar.

Saygılar sevgiler,
Uykulu uykusuz…

ortmenler gunu kutlu olsun!
Örtmenler Günüver’in Eğikler Ülkesindeki Maceraları
03/11/2006, Büklüm Sokak 96/15 Kavaklıdere, Ankara

eski… oyunlara…

Herkese merhabalar – önce hemen iyi haberi vereyim: Nihayet İspanya vizem çıktı!

Bu sabah Amsterdam’a, İspanya konsolosluğuna gittim, işte pasaportu verdim, “Saat ikide gelin alın” dediler, ancak hazırlarlarmış. “Peki, sorun değil, dolaşırım (bir üç saat), gelirim yine” dedim ben de, tam çıkıyordum, ikinci bir memur geldi, benimle ilgilenen memura (bilin bakalım hangi dilde) bir şeyler söyledi, benimle ilgilenen memur da yüzünü biraz astı, “Şey,” dedi, “2’ye yetişmezmiş, siz iyisi mi yarın gelin, hazır olur, iki dakikada alırsınız – sizden kaynaklanan bir şey değil sorun, sizin vize oldu bitti çünkü, içiniz rahat olsun” dedi, ben ona da “peki” deyip, trene atladığım gibi güzeller güzeli Delft’e döndüm.

Zaten sorun çıkmasa şaşardım, böyle bir macera oldu. Tahminim odur ki, İspanya’nın Hollanda Konsolosluğu’nda ilk defa vize basılacak, akşam geç vakte kadar vize aletinin kılavuzunu çalışacaklar.. 8) (tamam, bu işin şakası yalnız, gerçekten de, vize başvurusunda bulunmam, işte evrakları teslim etmem 5 dakika, memurun bana vize için spesifik fiş kesmesi 15 dakika sürmüştü). Artık yarın alacağım inşallah, neticeyi de yazarım yine.

İşte, işlerde bir aksilik olmazsa salı günü (Pand)İspanya’ya uçma niyetindeyim. O yüzden burada sonlarımı yaşamaya başladım (mesela bugün son çarşambamdı, son kez Ece’nin milkshakecisinden patates aldım (sanırım)). Bizim buraları merak ederseniz, Google, street view’a eklemiş, Delft’in haritasına bakarken o zoom ayarının oradaki turuncu adamı sürükleyin, koyun bir sokağa, dolaşın birlikte… Macera arayanlar için de, ilk sene oturduğumuz evin adresi Oude Delft 75, rengi beyaz; ikinci sene oturduğumuz ve benim şu anda bu satırları bizzat içerisinden yazmakta olduğum adres de: Oostsingel 56, penceresinde güzel çiçekler duran ev.

Eskiden, ortaokuldayken ben, bol bol macera (adventure) oyunu oynardım. Gerci son iki senedir text adventure olayına yine sardırdım. Violet’i ya da mesela Everybody Dies’ı özellikle tavsiye ederim (bunlar 2008’in sırasıyla 1. ve 3. seçilen Interactive Fiction (IF) oyunlarıydı). İşte o zamanlar iki uç ekol vardı adventure oyunları arasında: Sierra ve LucasArts ekolleri. Sierra’nın oyunlarında yanlış bir şey yaptıysanız ölürdünüz – açık ve net. Sonra tekrar yükle en son save’den (oyunları yüklerdik (load) ama save ederdik bu arada, dilbilimci arkadaşların dikkatine), başka bir şey dene, vs… Lucas’ın oyunlarında ise, siz ilgili bilmeceyi çözene kadar oyun ilerlemezdi, NPC’ler çeşitli bahaneler bulurlardı neden işlerin ilerlemediğine dair, size de bütün gittiğiniz yerlere tekrar gitmek, daha bir dikkatli bakıp kaçırdığınız şeyi bulmak kalırdı. İşte mesela oyunun hemen başında bir tren istasyonu vardır, bilirsiniz ki, bir şekilde bu şehirden illa ki ayrılacaksınız, ama tren gelmez, gider sorarsınız memura “raylar bozulmuş, onarıyorlar…” cevabını alırsınız. Sonra hapis kaldığınız şehirde bütün sorunları çözersiniz, kızları kurtarırsınız ya da gizli gerçeği öğrenirsiniz, sonra bir uğrarsınız ki istasyona, aaa! tren gelmiş, sizi bekliyor, kalkmak üzere. Binip, bir sonraki yere ilerlersiniz.

Ben de işte, son birkaç haftadır, acaba burada neyi yapmayı unuttuğumu düşünmeye başladım – bir türlü bir sonraki bölüme geçemiyorum, burada da bir gelişme olmuyor… Bir şeyi yapmayı mutlaka, mutlaka unutmuş olmalıyım.. Rutine binmesin diye, işte aslında oyuna doğrudan bir etkisi olmayan, oyunda hiçbir değişiklik sağlamayan ufak ilerlemeler oluyor. Bakalım, inşallah bu zinciri kıracağım yarın vizeyi alıp, haftaya yeni seviyeye ilerleyerek.. 8)

Sevgi, saygı, karamel (ya da arzuya göre tarçın),
Çokoprenssss.

Dünyanın en yorgun kızıyla en yalnız adamı.

Anahtar kelımeler: Futurama, şu Slurm fabrikasına gittikleri bölüm (hani Oompa Loompalar filan da vardı), galaksinin en yorgun parti sümüklü böceği.

Dünyanın en yorgun kızı, ben kendisi ile Google ilanları barındıran siteler vesilesiyle tanıştığımdan beridir (aylardan güneşli bir nisandı yanlış hatırlamıyorsam) denize koşuyor, 1 Euro’ya tatil yapıyor:

acısını dindirecek bir altın vuruş düşlüyor sabahın 5’ine doğru, dünya uyurken.. Arkasından takip edenlerden kurtulmak istiyor. Bir evi olsun istiyor, bir de evden çıkmayan kocası…

Bir de bu dünyanın en yalnız adamı var. Aslında onun biraz daha derin bir hikayesi var. Ne kadar dikkat ederse etsin, ne yazık ki sonunda o da gribe yakalandı, arkadaşları onu terk etti, kimse aramaz oldu. Artık giyinmeye bile gerek görmüyor – bütün gün evde bornozuyla duruyor, pencereden arkadaşlarını bekliyor, konuşacak birilerine ihtiyacı var, karanlık fikirler geçmeye başladı son iki gündür kafasından, bundan bütün insanlığı sorumlu tutuyor:

Not: Bu giriş, canından çok sevdiği, hizmet etmek için yanıp tutuştuğu halkından acımasızca izole edilen, sanki bir suç işlemiş de cezasını çekiyormuşçasına “Şöförle konuşmak yasaktır” uyarısı ile yaftalanan cefakar şöförlere adanmıştır. Aynı yolu, günde onlarca kez gidip gelirler, her taşı, her şerit çizgisini bilirler, yine de cinnet geçirmezler de, kim bilir bunun yerine kafalarından ne geçirirler? Ben çocukken İETT otobüslerinde şöför bazen bir bileti tutuşturur, o metal bilet kutusuna, diğer biletlerin arasına yollardı hazırladığı bu molotof biletini, otobüsü hafif bir duman ve tatlı bir yanık kokusu alırdı. Sonra vazgeçtiler bu uygulamadan, şöförlerle konuşmayı da o zaman yasakladılar sanırım.