Limits of Control

Jarmusch’un son filmini az evvel bitirdim (as in başlayıp bitirmek). Takdir ettim. Öyle çok süper şahane bir film değildi lakin filmi girdiği bataktan çıkarıyor ama en güzeli, batağı da bile isteye kendisinin yapmış olması ve dahi ipuçları bile veriyor oluşu. Yani kendisi aşmış, filmini de kafasına göre çekmiş ama bize de lütfediyor, yardım ediyor sağolsun (iyi anlamda).

Açıkçası, Broken Flowers’ı pek sevmemiştim (en az sevdiğim filmidir herhalde), bundan da iyi bir şey beklemiyordum ama takdir ettim. Lakin müsadenizle klasman dışı bırakayım çünkü artsy fartsy’yle yakın temas ediyor (dirsek teması) ama dediğim gibi, bir yandan da elinizden tutuyor, bırakmıyor.

Bir de bir de John Hurt bohemlerden bahsedince sevindirik oldum, “entelim ben!” diye zıpladım sevinçle, ellerimi hızlıca birbirine çırptım (Hande, kulakların çınlasın) işte Murger, Kaurismaki, biliyorum hepsini (ben ben ben). Hatta Kaurismaki’nin Bohemlerini Barış sağolsun torrentten apartmıştı hatta bilmem kaç haftada gıdım gıdım indirebilmişti, bulunmuyordu cunku hıcbır yerde. Lakin gel gör ki altyazısını bulamamıştık, rahmetli Matti Peleonpeoka (aklımdan yazdım, şimdi internetten bakacağım doğrusuna, görelim ne kadarını becermişim : Matti Pellonpää eh, hiç fena değil, ben biraz Yunanlı gibi yapmışım rahmetliyi 8) işte ne diyordum, onu görmüştük böyle ince ince siyah beyaz (bir de televizyon çekimi idi elimizdeki kayıt!). Kitap da ne oldu acaba, Hande’ye hediye edecektim ama veremedim galiba… Bir ihtimal kutuların birinin içinde bekliyordur sırasını…

İşte böyle. Entel dantelden şarkılar dinlediniz (dertli gönüllere giren). Bizim zamanımızda “Zeki Müren öldüğünde neredeydin?” vardı, şimdi Amerikalılar “9/11’de neredeydin?” diye soruyorlar popüler kültürlerinde. Amaan, bana ne (bala le!).

Uluslararası ilişkilerde bugün…

Bu sabah Hollanda Göçmen Bürosu’ndan haber geldi, sağolsunlar normalde 1 Kasım itibarı ile biten oturma iznimi 6 ay daha uzatmışlar (1 Mayıs 2010’a kadar). Bu sayede, İspanya’dan vize beklerken buradan sınırdışı edilip askere alınma tehdidi ortadan kalkmış bulunuyor çok şükür. (Rüyamda, bu arada, 1. Dünya Savaşı’na ışınlanmıştım, Osmanlı Devleti’nin ordusunda oradan oraya koşturuyordum.. Öyle çok sıkıntılı bir rüya değildi, aksiyon ağırlıklıydı.. 8)

DINNN! Demirbank iyi günler diler.

Jacob Holdt ve Vanessa Winship

Rotterdam Kunsthal’da, Hopper ve çağdaşlarının sergisinden başka, birkaç etkinlik daha vardı. Bu etkinliklerden Jacob Holdt’un “United States 1970-75″i kendisinin (ki Danimarkalı bir kendi olur kendisi) işte başlıktaki 5 yıl boyunca Amerika’yı gezmesi ve özellikle ırkçılık ve dağılımdaki eşitsizlikleri belgelediği binlerce resmin içinden seçilen resimlerden mürekkepti. Çarpıcı ve çarpıcıydı. Fotoğrafçı sanat amacı gütmeden (ya da bu güdüyü çok arka plana atarak diyelim) fotoğraf çektiğinde ne kadar çarpıcı olabiliyorsa o kadar etkileyiciydi. Gördüğüm fotoğraflar arasından not aldıklarım şunlar:

Nadat Alphonso
Nadat Alphonso

Set in Brooklyn
Set in Brooklyn

Arizona
Arizona

Fear and Guns
Fear and Guns

Bar in Florida
Bar in Florida

Rich Girl with Cuban Maid
Rich Girl with Cuban Maid

Charles Smith
Charles Smith

Adını bilemedim bunun.
Adını bilemedim bunun.

İki resim daha vardı, onları da internette bulamadım – birinin adı “Famillie in de buurt van Elizabethtown” olarak geçiyor, diğeri de “Klanmanen kleden zich voor een rally” ki ikisi de İngilizce’ye, oradan da Türkçe’ye kolaylıkla çevrilebilir ama ben yapmayacağım..

“Bar in Florida” ile şu sizin görmediğiniz Elizabethtown’daki aile beni benden alan iki resim oldu (bir de hikayesi ile Charles Smith var). Harcanan zeki insanlar her zaman yıkıcı bir şey ama -benim için- bu insanlar hele de karşı cins ise, yıkımın gücü iki, üç, dört, çok katına çıkıyor… Dediğim gibi, resimlerin hiçbiri kurmaca değil, hepsinin hikayesi var, sayfasının girişinden başlayıp takip etmenizi öneririm buradaki örneklerden etkilendiyseniz şayet.

Vanessa Winship’i de yarın burayı editleyip yazayım, tamam mı?

(Sonradan edit: beklemedim yarını – hemen bir iki cümle yazayım, bağlantıları vereyim, içim rahat uyuyayım 8)

Vanessa Winship, 2003-2007 yılları arasında Türkiye’de yaşamış bir İngiliz fotoğrafçı. Türkiye’nin doğu sınırlarındaki okulları dolaşıp, oradaki kız öğrencileri görüntülemiş. Umut dolu ve bu yüzden de insanın içini burkan ışıl ışıl fotoğraflar. Özellikle sınır bölgesinde çalışmasının sebebini, böylelikle halkların geçiş noktalarında durarak farklılıkların aslında ne kadar da benzer olduğunu (da) göstermeye çalışmış “Sweet Nothings” adlı sergisinde (ve inanmayacaksınız ama vıcık vıcık katalog ağzı kokan bu paragrafı bir yerden kopyalayıp/yapıştırmadan, bizzat kendim yazdım, ben bile şaşkınlıktayım).

Resimlerin büyük çoğunluğuna (hepsine?)  fotoğrafçının sayfasından ulaşabilirsiniz.

Vanessa Williams - Sweet Nothings


Vanessa Williams – Sweet Nothings / Türkiye 2003-2007

Bir şey daha söyleyecektim, unutmuşum, tekrar geri geldim – Allah, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden de, Kardelenler Projesi’nden de, Baba Beni Okula Gönder Kampanyası’ndan da, bilemediğim fakat öyle ya da böyle bir şekilde normalde evde/tarlada kalacak kızların okula gitmelerine katkıda bulunan herkesten razı olsun. Denizde bir kum tanesi dahi olsa ne büyük bir farktır o.

materyaller

Bilgisayarı Windows’dan açmış bir şekilde, Ece Hanım’la görüşmek için keyfinin olmasını beklerken (keyif değil de, vakit aslında: bir şey izliyormuş, çok meşgulmüş hanımefendi 8P) bari şu “yazacağım” deyıp de yazmadığım girişleri aradan çıkartayım dedim… Jacob Holdt’ü/u yazacaktım, resimlerini linux partitisyona kaydetmişim (ve hayır, her okuduğunuza inanmayın: windows sadece “normal” şekilde bağlanmış EXT-* harddiskleri okuyor, USB external durumlarında kalıyor öyle), o yüzden onu yine sonraya bırakıp, bari taşınma maceramızı anlatayım dedim.

Lesson 1: Taşınma pahalı bir iş. Hakikaten.
Bildiğiniz/bilmediğiniz üzere, Delft adlı güzideler güzidesi şehrimizde son iki yıldır ikamet ediyoruz. Buraya sadece bavullarla geldik, Ankara’daki eşyaları da tekrardan sağolsunlar, bir arkadaşın halasının evindeki kullanılmayan odalardan birine depoladık gelmeden (buraya göndermek üzere seçtiğimiz 1m3 eşyanın üzerine de soğuk su içmiştik ama eski hikaye bu, girmeyeceğim bir daha). Burada bir sene bir evde (Oude Delft 75), bir sene de başka bir evde (Oost Singel 56) kaldık, iki ev de mobilyalı evlerdi. Buna rağmen insan farkına varmadan eşya ediniyormuş, Oude Delft’ten buraya taşınırken farkına vardık bu gerçeğin.

Şimdi de İspanya’ya gideceğiz ya, bir soralım öğrenelim dedik, az biraz eşyamız var, nedir ne değildir buradan oraya taşıması. Pek çok şirkete fiyat sorduktan sonra en uygunu Euromovers’dan geldi. Euromovers aslında tam anlamıyla bir şirket değil, ya da daha doğrusu kollektif bir şirket. Avrupa Birliği’ndeki taşımacıların bir kısmı bir araya gelmişler, çizelgelerini birbirleriyle paylaşıyorlar, böylelikle, diyelim ki siz Hollanda’dan İspanya’ya bir şeyler gönderecekseniz, Hollanda’daki şirket alıyor, işte Fransa’daki şirkete veriyor, Fransız da oradan alıp İspanyola veriyor şeklinde olaylar gelişiyor. Pratik bir şey yani. Ayrıca az eşyası olanlar için de 4-5 partiyi diyelim, birleştiriyorlar, ekonomik çözümler sunuyorlar.

Ekonomik dedim, en uygun fiyat filan dedim ama bunlar tabii ki diğerlerine kıyasla başlığı altında incelenmesi gereken şeyler. En uygununu söyleyeyim ben hemen: 2m3 hacim için buradan Bilbao’ya €575 istediler ki oturup hesapladığımızda o 2m3ün içindeki şeylerin değeri 575 euro etmeyebiliyordu (ha ama manevi değeri var mı var, içimiz cız etmeyecek miydi onları burada bıraksak, hem de nasıl edecekti..) Fakat bütçemize fazla gelince bu “en uygun” teklif bile, teşekkür ettik amcalara, yolumuza devam ettik.

Sonra aklımıza kontratlarda “Relocation expenses” diye anılan o meşhur “Yerleşme harcamaları” maddesi (hava olsun diye başa İngilizcesini yazdım sanırım) geldi. Hollanda’ya gelirken ailemizin uçak biletlerini o şekilde karşılamışlardı, İspanya’ya da sordum, sağolsunlar, proje bütçesinde işte söylemesi ayıptır bir miktarı “Ulaşım harcamaları” olarak ayırmışlar, o bütçeden karşılayabileceklerini belirtince, ben de bir önceki paragrafta teşekkür ettiğim amcalara bir kez daha “Hello!” dedim (‘Ello polly!”).

Hesapta ekim ayının ortasından ya da en geç sonuna doğru İspanya’daki hayatımıza başlayacaktık ama böyle güçlükler oldukça biz de mecburen içinde yüzdüğümüz belirsizlikler denzinden bu amcalara da nasiplerini verdik. En sonunda, iki hafta önce, tamam, dedim, ne zaman gelebilirseniz (çünkü bu bürokratik işlemler öyle bıçak sırtına dayanmıştı, öyle ya hep ya hiç durumları oluşmuştu ki -ki hala da çok değişen bir şey olmadı ama ben rahatladım, orası ayrı- yani bir terslik olursa eşyaların gidip bizim gidemeyişimiz en son derdimiz olacaktı (least of our worries diyor biz ingrişler). Onlar da dediler ki, tamam o zaman, 9-12 Kasım arası bir tarihte geliriz, önceden de haber veririz, of course yani, o kadar da şey değiliz.

Birazdan değineceğim şey vesilesiyle telefonlarla olan ilişkim hakkında da iki çift laf edecektim ama ne zaman böyle bir şeyi aklımdan geçirsem, sevdiğim bir arkadaşım o gün arıyor, ben de “şimdi x ile konuştum, akşama da telefona geçirirsem kişisel alabilir, ayıp ederim” diye başka bir bahara erteliyorum (bugün mesela, sağolsun Barış aradı hasta hasta – Barış’ı da nasıl özledim ya… ). Neyse, diyeceğim odur ki, zaten hiç telefon kullanmıyorum neredeyse, bir de bu telefonun voice mail (telesekreter – tele:voice, mail:sekreter) özelliği varmış – bir keresinde Bengü’ye gelmişti de öyle bir şey o zaman bir yolunu bulup dinlemiştik… niye anlatıyorum ki ben bunları şimdi? Hah, tamam.

İşte 2 hafta öncesinden anlaştık amcalarla, ben de kutu toparladım (ki burada kutu toparlamak dünyanın en kolay işi – Türkiye’de yalvarıyordum, para dahi teklif etmiştim yahu 8), o kutuları bir güzel doldurdum ama kıyafet vesaire şeyleri son güne bırakıyordum – yavaş yavaş, sakince dolan kutuların sayısı artıyordu. Cuma günü işte böyle bir sesli mesaj gelmiş, bana ne (yalan söylemeyeyim, iki kere dinlemeye çalıştım, beceremedim ama çok da meraklı değilim bu konuya neticede). Evet, doğru tahmin ettiniz, meğer amcalardanmış o mesaj, pazartesi bir manin yoksa kamyonla sana geleceğiz diye. Ben de cuma günü amcalara e-mail attım, eee, ne zaman geliyorsunuz bakalım, haber vermeyi unutmayın diye (işte böyle de kalp kalbe karşı 8P) yalnız ben biraz daha haklıyım bu konuda zira şimdiye kadar amcalarla bütün görüşmelerimizi e-mail üzerinden yapmıştık.

Cuma günü ayrıca evimizin önündeki kaldırımı kazmaya başladılar. Olsun, diyordum, amcalar herhalde salı-çarşamba gibi gelirler, o zamana kapatılmış olur.

Ve enter pazartesi. Sabah erken kalktım (Ece beni 8.30’da zorla uyandırıyordu diye şikayet ediyordum, şimdi 8.00de ayaktayım), rahat rahat kahvaltımı yaptım, çayımı içiyordum. Bir yandan da biraz uzakta bizdeki praktiker/bauhaus (böyle yazınca da ne kadar “bizdeki” oldu ya!) benzeri gamma adında bir büyük mağaza var, oraya gideyim de duş başlığı alayım diye düşünüyordum (bu da başka bir hikaye konusu), o sırada telefonum çaldı ve bir önceki girişte de değindiğim üzere: Mr. Tasci, şimdi yörenizde bir mutfak boşaltıyor bizim ekip, oradan sana geliyorlar, öyle işte. Höynk diye kaldım, dedim ki, işte bir şey bir şey, o da dedi ki işte cuma, sesli mesaj filan. Yapacak bir şey yok, zaten koliler de hazır gibi, peki dedim (ya başka ne diyecektim?). Yarım saatlik yoldalar, onlar oradan çıkarken ben yine sizi arar söylerim dedi amca, eyvallah dedim. Kolileri kapatırken önce koli bandı bitti, para da çekmem gerekiyordu, bisikletime atlayıp, warp 2 ile (geekliği muhafaza etmek lazım – hazır laf açılmışken, Star Trek Voyager’a başladım geçenlerde – ilk sezonun ilk üç bölümünü seyrettim, son sezondan devam etmeyi düşünüyorum) yakındaki süpermarket ve banka ikilisine gidip koli bandı ve para ikilisini temin ettim (hangisini hangisinden edindiğim de bırakalım bugünün gizemi olsun), ışınlanarak da (huzme) eve döndüm ve deliler gibi kalan paketleri halletmeye koyuldum. Bu girişimin yarısında bu sefer ip bitti (çöp torbalarına koyup vakumla çekiyoruz ya kıyafetleri, sonrasında genleşip kolileri patlatma riskleri var, ipi iyice etrafına dolamak lazım), yine warp 2 gidiş, ışınlanarak dönüş. Bu arada ve o sırada, evimin önü tamamıyla hendek olarak kazılmış, kapımın önünde girişi ve çıkışı imkansızlaştıracak şekilde 75 santim yüksekliğinde kum tepesi yığılmış, tersaneleri zapt edilmiş bir hale gelmiş idi ve nihayet tır geldi (evet tır – bizim eşyalarımız 2 metre küp olabilir ama bu galaksideki Hollanda’dan İspanya’ya ya da Hollanda’dan aktarma noktasına taşınmakta olan tek yaşam formu ben değilim neticede). Taşıyıcılar tırı park edip (ki normalde çok zor olan bu işlem, kazı nedeniyle sokağın arabalardan arındırılmış oluşundan ötürü kolaylıkla halledildi) binbir güçlükle eve ulaştıklarında, ellerinde kolilerle kapının önündeki hendek ve kum tepesi barikatlarını aşamayacaklarını anlayıp, gayet romantik (idealizm/klasizm/romantizm akımı bağlamında, yoksa hormonal bir şey yok, lütfen yani)  bir şekilde, kapı eşiğinde durup, işçilerin boruları değiştirip, hendeği doldurmalarını (bilin bakalım neyle?) ve böylelikle geçişin açılmasını beklediler ki ben bu sırada 2 koliyi daha hazır hale getirip, hesapta olmayan 1 koliyi de oluşturdum!

Toplamda 13 koli oldu, ki bunların çoğu (7?) Ece Hanım’ın oyuncakları ve kitaplarından mürekkep idi (canım kızım benim). Evde öyle epey yer kaplayıp da “yoksa 2 metre kübü aştık mı?” diye sorduran bu koliler tırın içinde pek bir miniminnacık kaldılar.

Şimdi içinizden birtakım kimseler (her cemiyette bulunur böyle kendini bilmez 2-3 kişi, kabul ediyorum) çıkıp da diyebilir ki; “Emre Efendi, Emre Efendi, sen iyice ağlak adam olmuşsun, başına gelen her olayı abartıp (Lemony Crickett’in) talihsizlikler silsilesi olarak sunuyorsun, yeme bizi!”. O kişilerle bizzat muhatap olmayacağım, onun yerine ibret belgesi olarak bizzat çektiğim fotoğrafları buraya koyacağım ve soracağım: “Bu da mı abartma, bu da mı ofsayt? Bu da mı ofsayt hakim ağabey?” (Cevap; Gol ülen, gol)

İşte dün sabahın ve dolayısıyla eşyalarımızın İspanya’ya taşınmasının öyküsü. İnsan (ben) eşyalarını toplarken açacağı anı merak etmeden yapamıyor. “Acaba orada olup da açabilecek miyim?”, var bir de, bir de “şimdi ayrılmakta olduğum bu birkaç kutu eşya ile bir daha karşılaşmamın heyecanının hayalini kuruyorum, ya bir de Ankara’da olup, büyük bir kısmını aklıma bile getiremediğimi tahmin ettiğim onca diğer -asıl- eşyamız?” var. Zaman kapsülü gibi bir şey, kim bilir ne zaman bir daha göreceğiz, kim bilir neler bulacağız. (kim biliiiiiir, kim biliiiiir, kim bilir?)

Adım “Sizi Seven”, soyadım “Sururi”, yıllarca beni “Sizi Seven Sururi” olarak bildiniz, “Sizi Seven Sururi”den blog girişleri okudunuz (dertli gönüllere giren).

Bu hendek kapanırken, eşyalar yüklenmeye başladıktan sonra çekildi. Bizim ev vincin hemen öündeki, camında tabela olan.
Bu hendek kapanırken, eşyalar yüklenmeye başladıktan sonra çekildi. Bizim ev vincin hemen öündeki, camında tabela olan.

İşte tepe, işte hendek - eşyalar gittikten sonra çekildi bu resim. Normalde, taşıyıcılar geldiğinde, o hendek ve tepe tam kapının önündeydi, sonra onu kapattılar bunu yaptılar.
İşte tepe, işte hendek – eşyalar gittikten sonra çekildi bu resim. Normalde, taşıyıcılar geldiğinde, o hendek ve tepe tam kapının önündeydi, sonra onu kapattılar bunu yaptılar (evrim, gelişme, ilerleme, progresssss, dübbel frisssss).

Güdük kalanlar - Toplumsal Gerçekçilik Romanı.

“Güdük kalanlar” – Bir Toplumsal Gerçekçilik Romanı. (Ayrıca kutunun üzerindeki ters olarak yazan şey: heavy. Ben yazdım, Ece’nin kipatları var içinde)

Bu alakasız - geçen çarşamba çektim. Ofis manzaram olurlar kendileri. O sağdaki bina AULA, konferans ve yimmek merkezi, meşhur hunili kütüphanemiz onun hemen arkasında yer alıyor. Gökkuşağı gördüm diye de küçük kızlar gibi kikirdediğimi de inkar etmeyeceğim. Bir de unicorn gördüm müydü (mümkünse pembe) tamamdır.
Bu alakasız – geçen çarşamba çektim. Ofis manzaram olurlar kendileri. O sağdaki bina AULA, konferans ve yimmek merkezi, meşhur hunili kütüphanemiz onun hemen arkasında yer alıyor. Gökkuşağı gördüm diye de küçük kızlar gibi kikirdediğimi de inkar etmeyeceğim. Bir de unicorn gördüm müydü (mümkünse pembe) tamamdır.

böyle bir şeyler işte. bibi lala!

Konsolosluk İşleri

Bu sabah, bir kez daha Amsterdam yollarına düştüm. 10 günden biraz fazla bir zaman önce İspanyol Konsolosluğu’nun vize için benden istediği evrakları toplamış, çevirttirmiş ve onaylattırmış (bu da hani bana hani bana demiş) şekilde çantamda taşıyordum. Evrakları temin etmedeki sıkıntılarımı daha evvelden bu “sayfalarda” dile getirdiğimden şimdi es geçiyorum (size acıdım). Her şeyin tamam görünmesine karşın yine de başvuruyu yaparken sorunlarla karşılaşmaktan korkuyordum: ya şu belgedeki damgayı yetersiz göreceklerdi, ya da başka bir belge daha isteyeceklerdi, bir şeyler bulacaklardı illa ki… Çok şükür korktuğum gibi olmadı, işlemlerim gayet pürüzsüz bir şekilde gerçekleşti, “iki hafta sonra arayın lütfen.” bilgilendirmesiyle, uzunca bir süredir içinde bulunduğum maratonun sonuna geldim gibi görünüyor. Artık bu konuda beklemekten başka bir şey kalmadı sanırım. Yine de, her an telefonum çalacak, konsolosluktan arayıp, son dakikada belgelerde bir eksik/gedik bulduklarını söyleyecekler diye hala ödüm patlıyor.

Dün eşyalarımızı İspanya’ya gönderdim, onu da detaylı olarak yazarım ama o da başlı başına bir macera idi (naciz yazarınız kahvaltısını yapmaktadır ki telefonu çalar, “Emre Bey (Mr. Tasci aslinda), kamyon (bu da tır aslında) şimdi sizin oralara yakın bir yerde boşaltma yapıyor, oradan sonra size gelecek, hazırsınız değil mi?” Halbuki bu garibin bildiği tek şey yüklemenin 9-12 Kasım arasında bir zamanda yapılacağı ve illa ki kendisine birkaç gün önceden haber verileceği idi (cuma günü cep telefonunun telesekreterine mesaj bırakmışlar – cep telefonunun telesekreter özelliği varmış desem?). Ama dediğim gibi, sonra yazarım detaylıca – kazasız belasız gitti eşyalar netice itibarı ile, yetiştirebildik yani. Bakalım biz onların yanına gidebilecek miyiz.. 8)

An itibarı ile uluslar arası ilişkilerim şu şekildedir:
* 1 Kasımda, kontratımla birlikte buradaki oturma iznim bitti. Durumumda bir değişiklik olmaz ise, ülkeyi terk etmek için 1 ay sürem var.
* Iki hafta önce, üniversitedeki pozisyonum, sağolsunlar, kontratımın bittiği tarih olan 1 Kasımdan itibaren “ziyaretçi araştırmacı” olacak şekilde ayarlandı ve dahası oturma iznimin 6 ay daha uzatılması için göçmen bürosuna başvuruda bulunuldu (yalnız, para almayacağım için bu başvurunun onaylanmama riski var)
* İşlemlerde bir aksaklık olmazsa ve her şey yolunda giderse, İspanya vizesi bugünü takiben 2 ile 3 hafta içinde gelirmiş.

Gördüğünüz üzere, hala bir darboğaz durumu mevcut fakat ben yapmam gerekenleri yaptım ve geriye beklemek ve dua etmek kaldı. Ece ile Bengü de yarın Türkiye’den başvurularını yapacaklar, inşallah onlarınki de yolunda gider de bir an önce İspanya’da kavuşuruz..

İşte mevcut durumum işbu girişte anlattığım gibidir. Her şeyin hayırlısı diyelim, her zamanki gibi..
Sevgiler, sevgiler, sevgiler,
Emreler.