Seksen Günde Devri Alem http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/ Seksen Günde Devri Alem Ankara http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5799 Hayat/Sürünme TecrübeleriSanat/Manat/Edebiyat

Şu ana kadar burada yazdıklarımdan anlamadıysanız bir kere de ben söyleyeyim: Ben sıkıcı bir insanım. Ankara'yı sev(ebil)memin sebebi de bu olsa gerek. Malum, Ankara'da kentin simgesi olabilecek çok fazla şey yoktur; en azından referans noktası olara İstanbul'u, ya da New York'u filan alırsanız alabildiğine boş, önemsiz bir şehirdir Ankara. Ama yukarıdaki hikayenin (Bizim Büyük Çaresizliğimiz) kahramanlarından birinin de yaptığı gibi hayatımın on yedi yılını orada geçirdikten sonra aslında bir sürü ara/arka sokağa, mahalle aralarında kaybolmuş üç beş ufak parka, ya da Ezginin Günlüğü'nün şarkısındaki gibi (çirkin) bir dolmuş sırasına bol bol anı ve melankoli yüklemişim; ve bir şekilde birşeylere özlem duyacak olduğum zaman her şeyden çok Ankara'nın bu sıradan ayrıntılarını özlüyorum.

"Güzel olan sen değil o günlerdi" bile demem pek mümkün değil galiba sevgili şehrime, ona rağmen durum bu. O yüzden pek bilmiyorum neden böyle yaptığımı. Belki de sadece elimdekinden daha güzel/iyi/rahat/tatlı bir hayat olabileceğine inandırmaya çalışıyorum kendimi.

Eğer yumurtacıya bugün ne olduğunu merak ederseniz, sanırım artık onun yerinde tıp malzemeleri satan ufak bir dükkan var. Bu kitap yazıldığında büyük ihtimalle tenha bir köşe olan o kavşak artık yanında büyüyen hastanenin gideni-geleni yüzünden alabildiğine kalabalık. Eski çamlar bardak oldu, Turan da sözüm ona büyüdü.
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5799 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5799#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5799Tue, 10 Jun 2014 01:06:27 GMT
Ataraksiyaya devam http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5774 Genel/GeyikFelsefe/Dünyayı Kurtarma StratejileriSanat/Manat/Edebiyat
Bunu iki önceki girişte söylemek lazımdı ama sonradan geldi aklıma: Efendim marifet, hayat sizi bi' ayağınızdan başaşağı astığında bile gülümseyip, boştaki bacağınızla bacak bacak üstüne atabilmekmiş. Öyle diyorlar. 

Yorumlar(2)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5774 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5774#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5774Sat, 24 May 2014 02:00:01 GMT
Işık yılları geçerken... http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5763 Genel/GeyikSanat/Manat/Edebiyat
...Hearing a voice I'd known
A couple of light years ago...

ve bu şarkıyı dinleyen insanların bir kısmı tam da burasında küçük bir spazm geçirirler. Hani fiziksel olarak olmasa da, yeterince inek olan her insanın içinde birşeyler kasılıp kalır, birşeyler yırtılıverir birisinin ışık yılını zaman birimi olarak kullandığını her gördüğünde.

Şebnem Ferah geçen sene yeni albüm yapmış; ama sanırım tam da Gezi Hadisesi'ne denk geldiği için kaynayıp gitmiş. Ben farkedeli bir iki ay oldu, pek de sevmedim. Ama ordaki şarkılardan birinde de bu ışıkyılı hadisesi geçiyordu da, ondan yazayım dedim: 

...Işık yılları geçerken
Yolculuk salıncaktayken...

Ya bu hatunun sözleri gittikçe manasızlaşıyor ya da dedikleri gibi aslında ergenlere hitap ediyor ve de ben 30 yaşında sonunda ergenlikten çıkmayı becerebildim.
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5763 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5763#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5763Sat, 17 May 2014 02:02:19 GMT
Ataraksiyon http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5759 Felsefe/Dünyayı Kurtarma StratejileriAnsiklopedik/İşe Yaramaz Bilgi
   Neyse efendim, günümüzün konusu ataraksiya kavramı. Kendileri Yunanca'dan geliyorlar, Türkçe'de en yakın karşılıkları ise 'dinginlik'. Bizim zevk-sefa düşkünü bildiğimiz Epikür'ün peşinden koştuğu his aslında buymuş. (Bu arada Epikür bana manikür-pedikür gibi bir şeyi çağrıştırdı bir an, rezil bir espri ama yapmadan geçecemedim.) Endişeden, kaygıdan uzak bir ruh halini anlatıyor bu kelime. Neşe ya da zevk içermek zorunda değil, zurnanın zırt dediği yer de bu sanırım; yani pek o kadar 'aktif' bir his değil ataraksiya, daha çok oturup sessizce hissedilen bir şey. (Bu açıdan biraz 'keyif'e benziyor denilebilir ama çok alakalı değil.)

   'Eskiler' arasında ataraksiya durumuna erişmenin iki yolu olduğuna inanılmış ana olarak. Stoacılar dediğimiz, dallamanın önde gideni olan ve hala ahlak deyince insanların ilk aklına gelen "kendine hakim ol, sevişme, hatta çok yeme" gibi düsturları düşünsel tarihe sokan -ya da en azından yerini sağlamlaştıran- bu amcaların ataraksiyasına giden yol dünyaya tepeden bakmaktan geçiyor. Eğer dünyada elde edebileceklerinizin bir önemi olmadığına inanırsanız endişe duymanın ne kadar boş olduğunu anlarsınız diyorlar. Semavi dinlerin en azından çoğu ucuz yorumları da aslolanın bu dünyadan öte bir yerde olduğunu, haliyle bu dünyanın boş olduğunu pompalayarak dünyadan elini eteğini çekmiş ermişlerin dingin huzurunu överler. Bildiğimiz, tanıdığımız bir şey bu haliyle ataraksiya. Kedinin ulaşamadığı ciğere pis demesinin biraz daha karmaşık hali sadece.

   Ama huzura ulaşmak için erişemediğin, ya da istediğin gibi olmayan şeylerin önemsiz olduğuna inanmak açıkça hile yapmak değilse nedir? Aslolan, ki Epikür de nispeten bu yönde bir yoruma sahip, dünyayı olduğu gibi kabullenip, arzularının, erişemediklerinin, ve hatta dünyadaki kötülüğün -farkında olup-; bunların tamamını olduğu gibi -kabullenmek-ten geçiyor. En karanlık günde bile bir "C'est la vie..." ya da bir "Hayat zor..." çekip; sinirlenmeden, kafaya takmadan; herkese, her şeye "hepinize iyi niyetle gülümsüyorum" diyebilmekte aslında erdem.

   Tabii kolay değil bunu yapmak; hatta insani olarak mümkün mü ondan bile emin değilim. Eninde sonunda sınırını zorlayan birşeyler çıkıyor insanın: Mesela sevdiğin bir ülkenin insanlarının bir yarısı ısrarla hiç olmayacak bir adama oy verince, öbür yarısından çıka çıka iyi eğitilmiş bir şempanzenin düşünsel derinliğine sahip siyasi yorumlar çıkınca; ömrünü bir ideale adamış görünen insanların (mesela biz fizikçiler?) egodan başka bir şey kovalamadığını görünce; bir şekilde kendi kendini hayal kırıklığına uğratınca; ya da sevdiğin birisi (ah şu kızlar!) uygun bir yerine uygun ebatlarda bir bıçak sokunca...insan ister istemez sinirleniyor. Sonrasında sinir ya da hiddet zamanla geçip gitse de illa bir kırgınlık kalıyor; ve işte bu kırgınlık zorlaştırıyor "Bu da böyleymiş..." deyip yolumuza devam etmeyi.

   Cümleten kolay gelsin efendim.


Yorumlar(2)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5759 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5759#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5759Sun, 04 May 2014 01:06:20 GMT
Spinoza, Russell, ayak parmağı ve bir de Mr. Spock http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5551 Genel/GeyikFelsefe/Dünyayı Kurtarma StratejileriAnsiklopedik/İşe Yaramaz Bilgi(Biraz daha azaltırsam yazmayı sanırım Emre Bey (ev sahibi) kapının önüne koyacak beni, demedi demeyin; bu gördüğünüz son yazım olabilir yani. Herneyse.)

Son birkaç yıldır pek fırsat bulamamıştım ama son zamanlarda kendimi biraz felsefe okumaya verdim. Ha, diyeceksiniz ne oldu da artık fırsatım var; bir şey olmadı aslında. Biraz daha az sosyalleşmeye çalışıyorum, kendimi eve biraz daha kapatmaya; bir de akşam belli bir saatten sonra 'iş'le ilgili (a.k.a. fizik) şeylerden uzak durmaya. Öğrendiklerimi siz sayın okuyucularımla paylaşacağım şimdi. Aslında Oruç Aruoba'dan yazacaktım birşeyler, belki ev sahibim de lafa dahil olur filan diye, ama şimdilik fikrimi değiştirdim, alakasız bir şey yazacağım.

Bilenler bilir, bilmeyenler de öğrensin, Bertrand Russell'ın "(Bir) Batı Felsefesi Tarihi" diye hoş mu hoş bir kitabı vardır. Birinci ağızdan yazılmış, arada "Bu adam da böyle demiş ama bence uydurmuş!" şeklinde yorumlar filan bulabileceğiniz, nesnel görünmeye çok da kasmayan bir kitap. Öğrenciliğimde (lise/üniversite diyelim, hala öğrenciyim zira) çok özenirdim, gider gelir bakardım Dost Kitabevi'nde; ama pek bir pahalıydı, alamazdım. Geçen (üç yıl filan önce) burda (a.k.a. gurbet) bir kitapçıda ingilizcesine denk geldim; telif hakkı çoktan mort olduğu için de sudan ucuz bir fiyata satıyorlardı, hemen aldım. Ara ara üçbeş sayfa okuyorum. Bugün Spinoza bölümünü bitirdim. Pek hoşuma giden birşeyler vardı, onları yazayım dedim. Şöyle görüşleri varmış kendisinin: 

"Spinoza thinks that, if you see your misfortunes as they are in
reality, as part of the concatenation of causes stretching from the
beginning of time to the end, you will see that they are only
misfortunes to you, not to the universe, to which they are merely
passing discords heightening an ultimate harmony."

Yani Spinoza demiş ki, başınıza bir bela geldiğinde ah vah etmeyin, evrenin işleyişi içinde bu başınıza gelenler kötü değildir, işlerin doğal seyridir. Hoca da durur mu, yapıştırmış cevabı: 

"I cannot accept this; I think that particular events are what they are, and do not
become different by absorption into a whole. Each act of cruelty is
eternally a part of the universe; nothing that happens later can make
that act good rather than bad, or can confer perfection on the whole
of which it is a part." 


Yani Russell diyor ki "Spinoza halt etmiş; tamam, evrenin bir gidişatı olabilir ama bu bizim başımıza gelenlerin iyi ya da kötü olduğunu değiştirmez. Yediğin dayak hala dayaktır, acıtır."

Burda durup biraz da bu arkadaşların geldikleri çağa ve ortama bakmak lazım. Spinoza Russell'a göre daha eskilerden; insanların ideal düşünceleri, kusursuz ahlak sistemlerini filan kovaladığı bir dönemden. Russell ise bildiğiniz 20. Yüzyıl insanı: Kişinin hissettiklerinin önemsiz olabileceğini kabul edemiyor amcam. Yani biz burda Spinoza - Russell özelinde aslında zamanların ruhlarının tartışmasını görüyoruz.

(Ya bu arada sormadan edemeyeceğim; niye bu kadar ciddi yazıyorum ben?) 

Hikayenin sonunda Bertrand Amca Spinoza'ya biraz hak veriyor gibi yapıyor: 

"Nevertheless, when it is your lot to have to endure something that is
(or seems to you) worse than the ordinary lot of mankind, Spinoza's
principle of thinking about the whole, or at any rate about larger
matters than your own grief, is a useful one. There are even times
when it is comforting to reflect that human life, with all that it
contains of evil and suffering, is an infinitesimal part of the life
of the universe."


Yani "Spinoza halt etmiş olabilir; ama yine de bütün dertler sizi bulduğunda Orhan Gencebay dinleyip ağlamaktansa 'Evrenin sonsuzluğunda şu başıma gelenler nedir ki? Hepsi önemsiz bunların.' demek sizin için daha rahatlatıcı olur..."

Doğru mu bu hakkaten? Belki...düşündüm, emin olamadım. 'Ruhsal Acı' diye bir şeyin var olduğundan emin değilim galiba. Şöyle diyeyim: Ayak serçe parmağınızı sertçe masanın ayağına vurduğunuzda bir şey hissediyorsunuz. İşte o şeye acı diyoruz, ve o şey gerçekten var. Mr. Spock gibi "Acı zihinsel bir durumdur, istersem hissetmem." demek gibi bir yeteneğimiz maalesef yok. Ha, tepkimizi azaltabiliriz, oturup ağlamayabiliriz mesela; ama o anda o acıyı hissederken oturup da Russell'ı düşünemeyiz, di mi? Beynimiz "ayak şerçe parmağıııııı!!!" diye bağırıp duruyor böyle durumlarda, ve kolay kolay da susmuyor. İşte bunun kadar şiddetli ama sadece ruhsal olan bir acı olduğundan emin değilim ben: Güçlü bir bünyenin filozofculuk oynayıp, "sorun değil bu, istersem unuturum" deyip de unutamayacağı bir acı var mı? Belirli şartlar altında (yalnızlık, sayrılık, abazalık gibi durumlarda) hakkaten dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyoruz ama sonra dönüp bakınca 14'lük veletlerin komik aşk acılarına benzemiyor mu bütün geçenler içimizden? 

Yorumlar(2)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5551 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5551#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5551Mon, 16 Jul 2012 00:04:28 GMT
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5266 Genel/GeyikSanat/Manat/Edebiyat
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Simdi sabah sabah bunu okudum da aklima geldi: Kendimiz olmesek ama gencligimizi oldursek laboratuvarda o da sayiliyor mu acaba? (Insanlar icin filan yaptigim yok bu isi, tamamen ego meselesi ama olsun.)

Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5266 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=5266#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=5266Wed, 01 Feb 2012 01:07:06 GMT
Internet bankaciligi http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4862 Genel/GeyikFelsefe/Dünyayı Kurtarma Stratejileri   Bankalar, internet sitelerinin guvenlik onlemlerini artirarak; yok sms-sifre'dir, yok RSA anahtarliktir gibi hadiselere girerek aslinda daha guvenli yapmiyorlar hicbir seyi.

   Ama bu onemler sayesinde internet bankaciligini kullanmak zorlastikca, telefonda kredi karti numaralarini soranlara guvenlik koduna kadar her seyi soylemeye hazir bilisim ozurlu insanlar sistemden caydirilmis oluyorlar. Boylece geriye sadece dikkatli ve acik vermeyen kullanicilar kaliyor ve hirsizlarin isi zorlasiyor.

   (Oh be, dunyanin bir sirrini daha ifsa ettim.)
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4862 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4862#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=4862Wed, 13 Jul 2011 01:08:59 GMT
Kar - Yağmur http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4658 Genel/Geyik   Dışarıda bir şey yağıyor. Yağmur desem yağmur değil; kar desem kar değil. Küçük küçük dolu gibi bir şey bile olabilir. Ankara'nın havası temiz değildi, güzel de değildi: Ama basitti. Dağ başında, soğuk iklimde yaşamak insanı binbir türlü hava olayına alıştırtıyor. Eskimolar'ın kara 80 tane isim vermesi gibi.

   Arada bir düşünüyorum; hadi ben doktora bitsin burdan toz olurum diyorum. Peki insanlar neden böyle sert iklimlerde ömür boyu yaşamayı kabul ediyorlar? Bir arkadaşın bir yorumu vardı; "Ya bu ilk göçmenler Avrupa'dan Amerika'ya gelince buraların bu havasını görünce neden gemilere atlayıp geri dönmediler?" diyordu. Mezhep zulmü buranın soğuğundan yeğdir yahu.
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4658 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4658#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=4658Sat, 19 Mar 2011 01:06:43 GMT
Yeraltından Notlar vs. http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4536 Sanat/Manat/Edebiyat
   Oha be kardeşim.

   Not: Bu arada Kıskanmak ne güzel filmdi öyle. Ben böyle dialogların nutuk şeklinde olduğu şairane filmleri pek bir seviyorum yahu.
   Not 2: Dialogları o kadar kasıntı değildi ama Fountain da böyleydi. Soundtrack'inde "Together We Will Live Forever" diye şarkı olan filmden ne beklersiniz zaten.
   Not 3: Fountain'dan Black Swan'a hiiiç geçmiyorum şimdi akşam akşam.
   Not 4: Kıskanmak'taki piyano parçası bir yerlerden tanıdık geliyorsa size gelsin, pek meşhur, pek yaygın bir şarkıymış kendileri. Erkan Oğur bile çalmış hatta.
   Not 5: Fragmandaki Albinoni'yi demiyorum be, öbürü, öbürü. İnat ettim, adını yazmayacağım. Niyeyse.
   Not 6: Hadi bahsi geçmişken fragmanını koyayım bari Kıskanmak'ın: http://www.youtube.com/watch?v=FL_SoxbS8XI
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4536 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4536#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=4536Wed, 09 Feb 2011 00:05:13 GMT
Yeni bir mutfak macerası: Süperısıtılmış su http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4426 Ansiklopedik/İşe Yaramaz BilgiHayat/Sürünme Tecrübeleri   Artık blog yazmaz oldum, yazsam bile en büyük şebeklikleri mutfakta yaptığım için en popüler konu olan mutfak macelarımı yazmaz oldum. E 5 yılın sonunda makarnayı yakmamayı öğrendim, eskisi kadar et yapmıyorum, yapsam da suyunu bırakacağını hesaplamayı beceriyorum artık. Haliyle size anlatmaya değecek malzeme çıkmıyor.

   Ama korkmayın! Geçtiğimiz günlerde sakarlık konusunda yeni bir çığır açtım. Gülecek, dalga geçecek, ve hatta torunlarınıza anlatacak (kısaca bu blog'u hala okuduğunuza değecek) güzel bir hikayem var.

   Efendim, öncelikle biraz istatistiksel fizik ile başlayalım. Konunun gidişatı açısından önemli, atlamayınız. Biliyorsunuz, suyun buz ve buhar halleri var. Bunlara fizikte 'faz' diyoruz biz. Ben ilkokuldayken bize üç diye öğretmişlerdi bunları; katı, sıvı, gaz. Ortaokulda filan "E hocam plazma ne o zaman?" diye hoca sinir eder/ilgi çekmeye çalışırdı sınıfın ukala öğrencileri. (Evet, biliyorum, kızlar fizik bilgisinden etkilenmiyorlar.) Şimdi sorsanız Bose-Einstein yoğunlaşıklarından, Kuark-Gluon plazmalarına, yok daha olmadı topolojik yalıtkanlara kadar seksen tane faz çıkmış ama benim mutfağımın sınırları içerisinde katı-sıvı-gaz'dan ötesini kaale almamıza pek gerek yok.

   Takdir edersiniz ki bu fazlar arasında geçişler olabiliyor, mesela suyu dondurursanız sıvı fazdan katı faza geçiyor kiiiii bu olaya da fizik dilinde, evet evet bildiniz, faz geçişi diyoruz. Dinamik, yani sonsuz zamandan kısa süren, faz geçişlerini incerlerseniz, aslında çoğumuzun bilmediği, bilse de sallamadığı bir durum var: Suyu donma sıcaklığının altına soğutmanız illa da katı hale geçeceği anlamına gelmez. Suyu uygun koşullarda soğutursanız aslında 'süpersoğutulmuş' su elde edebilirsiniz. Bu su sıfırın altında bir sıcaklıkta olsa bile donma sürecini başlatacak tetikleyiciden (bu fizik terimi değil, ben uydurdum) yoksun olduğu sürece faz geçişi gerçekleşmeyecektir. Bu süper-abc fazların daha çooook örneğini görebilirsiniz sağda solda. Mesela (yukarı bakarsanız) gördüğünüz kimi bulutlar (belki de hepsi, valla bilmiyorum) aslında gazdan sıvı hale geçebilecek yoğunluktayken geçmezler, ama eğer şehrinizin suya ihtiyacı varsa belediyesi paraya kıyıp uçaktan fişek attıracak olursa faz geçişini başlatıp yağmur yağdırabilirsiniz. Ya da süperderişik bir çözelti olan annenizin çilek reçelindeki şeker uygun şartlarda kristallenebilir, vs.

   Bunlar sıkıcı geçişler. Eğer aksiyon istiyorsanız süperısıtılmış suyla oynamak eeeeen iyisidir. (Bunu evde denemeyin, denerseniz de sonra gelip bana patlamayın "Senin yüzünden yandık!" diye.) Youtube'de filan aratırsanız bir sürü vidyosunu bulabilirsiniz bunun: Uygun şartlarda su kaynama sıcaklığının üstüne, ben diyeyim 120, siz diyin 150 dereceye kadar kaynamadan ısıtılabilir. Bu durumdaki suya bir kaşık, ya da başka bir şey attığınız zaman birden inanılmaz bir hızla kaynmaya başlar.

   Ama bunu yapması kolay değil tabii. Suyun temiz olması lazım, hatta kimi kaynaklara göre damıtılmış. Sonra ısıtmanın da mümkün olduğunca eş dağılımlı olması için mikrodalga filan kullanmak gerekebilir. Konu üzerine çekilmiş bir 'mythbusters' bölümünde adamlar "Ya bunu bütün dünyada yapsa yapsa yılda üç beş salak yapar da yaralanır" diyorlardı.

   Sözün kısası, kazara yaptım ben bunu. Çay yapmaya çalışıyordum, üç dakika ısıttım suyu mikrodalgada, arada başka bir şeyle uğraştım, su kaynayıp da soğumuştur zannettiğim için bir üç dakika daha ısıttım. Arada da içine çatal filan soktum, süperısıtılmışsa birden fokurdayıp beni yakmasın diye. Sonra çıkardım, bardağı tezgaha koydum, sol elimle içine çay poşetini attım ki...öyle bir kaynadı, öyle bir kaynadı anlatamam. Ya da anlatırım: Koca su bardağının dibinde bir parmak su kaldı, gerisi bütün mutfağa yayıldı. Poşeti attığım sol elimin bileğinde kocaman bir yanığım var (aslında artık yok, iyileşti sayılır, iz kalmıycak galiba), bir de alnımın biraz derisi soyuldu. (Evet, su alnıma kadar sıçradı.)

   Hikayeden çıkarılacak ders: Mikrodalgada su kaynatırken dikkatli olun, öyle youtube'de dedikleri kadar da zor değil birşeyleri süperısıtmak.
Yorumlar(0)]]>
http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4426 http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index.php?msg=4426#commentstassadar http://www.emresururi.com/blogs/tassadar/index-feed.php?msg=4426Mon, 22 Nov 2010 00:04:38 GMT