Çiçek Güncesi / Nergis

Ana Sayfa || giriş

Afetzedeler Paris'te
24 Haziran 2010 Perşembe, 02:30



Bizi merak etmeyin, iyiyiz. Miki'yi merak edebilirsiniz; niye öyle biz de merak ediyoruz...
(-Miki değil, Miniiiii!!)

[Pusetle Seyahat] | Gönderen: nergis |  Yorumlar (0)

Maağcera Dolu Ameğrika ya da Yeni Eve Yolculuk
28 Ocak 2010 Perşembe, 00:10

Geleli 20 günü geçti, hala en ufak bir ipucu vermedik buralarla ilgili -diye yazıyordum ki, Emre'nin yazısı geldi. Ben de kendi çapımda maceralarımı anlatacağım tabii ki. Baştan başlayayım, ta yolculuktan:

Uçağımız ayın 5'inde, sabahın köründeydi. 3.30'da uyandık, 4'te evden çıkıp havaalanına yollandık. Online check-in sayesinde kuyruğa girmeden iyi kalpli bir görevlinin bankosuna geliverdik. Gurbetçi kimliğimizin hakkını verdiğimizden, denizde kum bizde kiloydu ve elimde Ece dahil 9 parça bagaj vardı. İyi kalpli ve halden anlar görevli, "Verin verin, çocukla zor olur." deyince en büyük dört bavulu bagaja veriverdik tartmadan filan. Geri kalan dört taneyi salladım omuzlarıma, beşincinin de elinden tuttum, el salladık geride kalanlara ve atladık bizi Münik'e aktarmaya götürecek uçağa.

Münih'te aktarma yapmak için tam 50 dakikamız vardı. Uçak biraz geç indi ama o kadar önemli bir gecikme değildi. Koşturup 'All passports' kuyruğunda ortalarda bir yere kapağı attık ama o kuyruktan ne hikmetse en son sırada çıktık. Bir noktada, kabindeki polis eline bir büyüteç almış pasaportumu öyle inceliyordu. Oradan çıkıp bağlantılı uçuş labirentlerinden yıldırım hızıyla geçip (3.5 yaşın yıldırım hızıyla tabii, en zayıf halka ne de olsa) yeniden güvenlik taramasına girdik. O x-ray kapısından ben en az altı kere girip çıktım: Çantalar paltolar hepsi ayrı ayrı kutulara koyulacakmış, laptop çantadan çıkarılacakmış, içinde laptop olmayan laptop çantası kapağı açık konacakmış, x-raydan geçen çantaların yarısı en ufak gözlerine kadar açılıp polislere gösterilecekmiş, bu arada güvenliğin dışında pembe paltolu bir bebek gören küçük kız habire onun yanına kaçmaya çalıştığından kolundan bacağından habire yakalanacakmış. O kadar titiz aramaya bir şey de bulamayan polisler bizi salıverince asıl maraton başladı. Biz binanın en başındaydık ve uçak binanın en uzak ucundaki gate 45'ten kalkıyordu. Hiç koşup acele etmemize gerek yokmuş gerçi, biz daha güvenlikten çıktığımızda uçak Bilbao yolunu yarılamış bile. Yanımdaki küçük hanım olay çıkartmasın, bir de onunla uğraşmayayım diye, hiçbir şey olmamış gibi, bakalım uçağımız neredeymiş diye yeni uçuş almaya gittik tıpış tıpış.


İki seçenek varmış: 15.00'da kalkıp 20.00'da burada olacak Madrid aktarmalı bir uçuş ve 19.30'da kalkıp 22.00'da burada olacak bir uçuş. Saat sabahın 8'i bu arada... Ben tabii ki sorumlu bir anne olarak Ece geç yatmasın diye erken varacak uçağı tercih ettim. Sorumlu ama cahildim; bir havaalanında yaklaşık 12 saat bile geçirecek olsam yerimden kıpırdamayıp kaçırma ihtimalim olmayan uçağı tercih etmem gerektiğini bilmiyordum. Sordum ama, "Ya yine yetişemezsek?" diye, biletçi de yok dedi, vize kontrolü olmayacak, üstelik arada bir buçuk saat var. Tamam dedim, Ece'ye anlattım güzelce, o da sağolsun arıza çıkarmadı.














Önce biraz camdan baktık, sonra laptoptan 'Küçük Deniz Kızı'nı seyrettik. Bir kızcağızın anketini cevapladık. Öğlen Ece'nin dışarıda yediği tek şey olan boş makarna (sade yani) pişiren bir yer bulup yemek yedik.




Üstüne dondurma bile yedik.

Oynadık epeyce, yanımızda bir haftalık eğlencelik vardı zaten.





Dükkanlara girip çıktık, en sonunda ikinci uçağımızın vakti geldi. Sabahın üç buçuğunda uyanan üç buçuk yaşındaki yolcu kucağımda derin uykudayken ben de o dört eşek ölüsü çantayı ve paltoları uçağa nasıl taşıyacağımı düşünüyordum. Koskoca havaalanında yardım edebilecek kimse olmadığını öğrenince azıcık moralim bozulur gibi oldu ama iyi kalpli bir yaşlı teyze oğluna bizim bütün eşyaları taşıttırdı. Allah razı olsun ne diyeyim. İspanyolların bize benzediğini hep söylüyorlardı zaten, ben de daha inmeden cep telefonunu açanları ve uçak inince alkışlayan teyzeyi görünce emin oldum. İnerken de tekerlekli bavulla laptopu sattık birine, girdik yeni memleketin sınırları içine. Koşturduk uçağımızı bulmaya ki, meğer Madrid Havaalanı'nda grev - daha doğrusu iş yavaşlatma yok muymuş, ortalıkta, danışmada hiç görevli bulunmuyor muymuş, bizim uçak çook uzaktaki bir yerden kalkmıyor muymuş, meğer kalkıştan 45 dakika önce kapılar kapatılmıyor muymuş, kapanan kapılar ağlasan bile açılmaz mıymış? O akşam bayram mıymış, başka uçuş yok muymuş, o gece orada kalacak mıymışız... işte o zaman bende ipler koptu. Epeyce bir mücadelenin sonunda başka bir şirketin son uçağından bilet verdiler bize ama bavullarınızı aramayın bile dediler. Bir üç saat de Madrid'de geçirdikten sonra Bilbao'ya indik, kayıp bagajlarımızı bildirdik. Eve vardığımızda gece 11di.

Yola çıkmadan önce tek derdim 50 dakikalık aktarmada elimde bir sürü çanta ve paltoyla nasil tuvalete gireceğimizdi.

Ama vardık işte evimize. Ece geç uyudu belki ama aile birleşimi gerçekleşti. Bavullar da dört gün sonra eve geldi. Yerleştik. Çok güzel evimiz; banyosu bile var, hatta iki tane! Hemen yakınımızda büyük bir park var. Her yer yemyeşil. Hava yağmurlu ama kış tabii -zaten biz alışkınız, iki senedir az yağmur görmedik. Ufak ufak etrafı keşfediyoruz. Biraz evrak işleriyle uğraşıyoruz. Bolca birlikte vakit geçiriyoruz.

Böyle anlattığıma bakmayın, yol gözünüzü korkutmasın. Mutlaka gelin, bekleriz!

[Pusetle Seyahat] [Bask Elleri] | Gönderen: nergis |  Yorumlar (1)

Çocuk Çiftliği - Kinderboerderij
11 Eylül 2009 Cuma, 23:21

Yok, çocuk beslemiyorlar tabii ki. Çocuklar için düzenlenmiş çiftlikler bunlar. Çiftlik hayvanları etrafta salınıyor; çocuklar da kuzuları seviyor, midillilerin üstüne tırmanıyor, tavuskuşlarını kovalıyor, samana pisliğe bulanıp hem eğleniyorlar hem de hayvanları doğal ortamlarında görüyorlar. Hemen bizim evin arka tarafındaki yapay gölün yanında var bir tane, birkaç kere gitmiştik Ece'yle. Ev sahibimiz de torununun kamp için gittiği bir çiftliği çok beğenmiş, geçen hafta bizi de götürdü. Zoetermeer'de bir keçi çiftliği, 't Geertje.

"Hey, nereye gidiyorsunuz, geri gelin!"



Gerçek bir çiftlik; süt, peynir yapıp satıyorlar. Sahipleri içinde oturuyor, aynı zamanda çocuklar gezsin diye halka açmışlar çiftliklerini. Okullar günübirlik ziyaret edebiliyorlar, hemen bitişiğinde ayrılmış kamp alanında kamp yapabiliyorlar. Keçiler sağılırken kucağa çıkan çocuklar, ağızlarını açıp sağan kişinin nişan alma marifetiyle taze süt bile içebiliyorlar! Bizim gittiğimiz gün süt sağma günü değildi, o yüzden ılık keçi sütü içemedik ama onun yerine biz biberonla oğlakları besledik.

    

Ece'nin çok hoşuna gideceğini düşünmüştüm ama o "Neden bu kadar açlar? Neden annelerinin yanında değiller?" diye üzülüp kapıları açmaya, oğlakları annelerinin yanına göndermeye çalıştı.

Ben tekeler boynuzlu olur, dişiler boynuzsuz sanıyordum. Oradaki görevlinin dediğine göre genetikmiş. Yani boynuzlu cinsse dişisi de erkeği de boynuzlu oluyormuş. Buradaki oğlaklar büyüyüp de sürüye katılacakları zaman birbirlerine zarar vermesinler diye (varsa eğer) boynuzlarını kesiyorlarmış.

Çiftlik geyikleri













Hollanda'da geyikler çiftlik hayvanı sayılıyor, neden bilmiyorum. Hemen hemen her çiftlikte bir geyik ailesi de oluyor. Bir şeyinden faydalanıldığını sanmıyorum, acaba kesip yiyorlar mı?


Bunlar da çiftliğin sakinlerinden; İngiliz görünümlü koyun ve kapıyı açmaya kalkınca karizmayı dağıtan at:

  Açın kapıyı!

Ortalıkta kabararak dolaşan horozların, pis kokulu domuzların ve miskin miskin uyuyan tavşanların dışında bir de çocuk bahçesi vardı ki, bütün çocukları en çok oyalayan yer orasıydı. Çocuklar doğayla içiçe olsunmuş da, hayvanları yakından görsünmüş de, onların hiç umurlarında değil gibi sanki. Boş yere akşama kadar hapşurup bir makina dolduracak çamaşırla eve dönmeye değmez. Koy dandik bir araba bahçeye, akşama kadar itişip dursunlar direksiyonu ben çevireceğim diye...


[Pusetle Seyahat] [Delft'te] [Natur] | Gönderen: nergis |  Yorumlar (2)

Ali Rıza Bilbao
30 Haziran 2009 Salı, 03:25

Geçtiğimiz iki hafta bizim için epey hareketli ve heyecanlıydı. Bavullarımızı topladık -topladım yani-, uçağa atladık, ver elini İspanya! Emre yaz okuluna başvururken önümüzdeki iki seneyi İspanya'da geçireceğimizi bilmiyorduk. Fırsat bu fırsat, hem oraları görmüş olalım hem de ailenin kızları olarak biraz tatil yapalım diye biz de programa dahil olduk. Bir haftalık yaz okulunun öncesine Barcelona'yı da ekledik, ondan sonra vakit gelsin diye dört gözle bekledik. Tabii bu arada bir sonraki durağımızın Bilbao olduğu da belli oldu, iyice heyecanlandık. Pays-Bas'dan Pays-Basque'a yaptığımız on günlük seyahatten kısa notlar:

* Barcelona Bask bölgesine değil, Katalonya'ya dahil. Resmi dili Katalanca. Bizim İspanyolca diye bildiğimiz dil Kastilyan (Castellano) imiş. Yani dünyanın dört bir yanında konuşulan İspanyolca, İspanya'nın sadece bir kısmında resmi dil olarak konuşuluyor. Biz buna ailecek çok üzüldük. Barcelona turistik bir şehir olduğu için metroda/otobüs duraklarında/levhalarda yazılar önce Katalanca, sonra İspanyolca, en altta da İngilizce olmak üzere üç dilde yazılıydı. İngilizce konuşan ama yazmayan Hollandalılar'ın aksine burada yazılar tamam ama İngilizce yardım tuşuna bastığımızda tek duyduğumuz "Nada Ingles!" oldu.

* Barcelona çok güzel ve büyük bir şehir. Öyle üç günde gezilip bitirilecek gibi değil. Hele bir de yanınızda "Gel!" deyince giden, "Dur!" deyince koşan üç yaşında bir çocuk varsa... Yine de performansımız fena sayılmaz, denize bile girdik.


La Sagrada Familia


* Ben şimdiye kadar böyle turistik gezileri hep turla yapmıştım. Yanınızda bilen biri de yoksa turun çok büyük kolaylıkları oluyor. Kendi başına olunca her detayla uğraşmak insanı yoruyor. Parc Güell'e giderken, otele en yakın kapısından girelim dedik doğal olarak. Metrodan indikten sonra tırmandığımız yokuşun tam beş yerinde yürüyen merdiven vardı! O kadar dik! Geri kalan yarısından fazla kısmını puseti de iterek tabana kuvvet tırmandık. İçeri girdikten sonra da uzun müddet kaktüsler arasından döne döne aşağı indik.


La Sagrada Familia


* Fotoğraflar muhteşem La Sagrada Familia'dan. Öyle üç vinç aynı anda çalışıyor göründüğüne bakmayın (Tamam bakın, hatta bakınız, ikinci foto.), pek bitirmek istemiyorlar gibi geldi bize... Ama güzel, çok güzel...

Kısa kısa ve genel yazacaktım ama kaptırıyorum kendimi, yüzlerce fotoğraf arasında kayboluyorum. Daha ilk gündeyim, en iyisi ben genel notlara döneyim:

* Kız çocuklarının saçlarına devasa bir kurdele takmak moda olmuş. Hollanda'da yok mesela öyle bir moda. Türkiye'ye de 40 yıl önce uğrayıp geçmiş neyse ki. ;) Evet, aynen annelerimizin çocukluk resimlerindeki gibi, çocuğun kafası kadar bir kurdele. Çocukları uyuz gibi gösteriyor, belki ben eski moda olduğunu düşündüğüm içindir...

* Günlerin uzunluğu burayı aratmıyor. 22.30 civarında batıyordu güneş, aynı burada olduğu gibi... Yalnız sabah bir saat kadar daha geç aydınlanıyor.


Lekeitio


* Yaz okulu Bilbao'da değil, Lekeitio diye bir şehirdeydi. Deniz kenarında, balığı bol, sokakları dar, çok çiçekli bir şehir. Kıyıya çok yakın bir adası var. Sabahtan sular çekilmiş oluyor, yürüyerek ulaşmak mümkün.

Lekeitio


* Her gün, hatta bazı günler her iki öğünde de balık yedik. Ana yemek öncesi gelen salata, meze, vs. içindeki balık, karides, deniz yılanı ve ne olduğunu bilemediğimiz deniz yaratıkları da cabası. Hepsi lezizdi. Yemeklerinin güzel olduğunu duymuştuk zaten, denediklerimizden de memnun kaldık. Sandviç, çiğ balık, çiğ denecek kadar az pişmiş et yanına sade haşlama sebze, es kaza sos olacaksa ballı hardal ya da tatlımsı yer fıstığı sosuna bulanmış yemeklerle beslenen bir ülkeden gidince insan çeşit çokluğuna ve lezzete şaşırıyor. Ama onlar da tatlı konusunda biraz zayıflar galiba, bakacağız...


Lekeitio


* Baskça çok acayip, çok...

* Hollanda'da Ola adıyla satılan Algida, İspanya'da Frigo, Almanya'da Langnese olmuş. Bir tek Türkiye'de mi adlarını değiştirmemişler, nedir... Ama orada keşfedip dadandığımız başka bir şey oldu; Nestle'nin Cool diye bir buzu var, limonlusu çok güzel.

* Güzeller güzeli yeni cep telefonumun bana bordo arka plan üzerine siyahla mesaj yazdırdığını farkettim. Güneşli bir ülkeye gidince parlak ışık altında hiçbir şey görünmediği meydana çıktı. Ande Hanım'a, (önce kör ederek de olsa) gözümün açılmasına vesile olduğu için teşekkürü bir borç bilirim. Neyse ki temayı değiştirince sorun çözüldü.

* Zürih'in İngilizcesi 'Zürik', Münih'inki 'Münik'miş. Öldüm gülmekten.

* Baskça'nın çok acayip olduğunu tekrar etmek istiyorum. Delillerim de var ama saat çok geç oldu, bu konuyu ayrı bir başlığa bırakacağım mecburen.

Haydi adios!

[Pusetle Seyahat] | Gönderen: nergis |  Yorumlar (0)

Felsefe Kraliçesi
7 Mart 2007 Çarşamba, 11:25

Apartmanımızda bizim katta oturan komşularımızdan biri yaşlıca bir amca. Ara sıra karşılaşıyoruz Ece'yle dışarı çıktığımızda. Daha önce kendisinin de Ecesu adında bir torunu olduğunu, adının anlamının suların kraliçesi olduğunu -birkaç kere :)- söylemişti. Geçen gün yine apartmanın girişinde karşılaştık. Ece'yi sevdi, "Neler yapıyorsun bakalım?" diye sordu. Biz de "Ecesu ne yapıyor?" diye sorduk. Amerika'da felsefe okuyormuş! Biz de sanıyoruz ki küçük çocuk, suların kraliçesi filan dedikçe dedesi. Tabii onun gözünde küçücük kendi torunu. Amerika'da felsefe okusa bile.

[Bır bır bır] [Pusetle Seyahat] | Gönderen: nergis |  Yorumlar (0)

Takvim

Aralık2010

Oca

P

S

Ç

P

C

C

P

30

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10

11

12

13

14

15

16

17

18

19

20

21

22

23

24

25

26

27

28

29

30

31

1

2

3

Bağlantılar

Karalamalar
Epigraf
Baking Fairy
Ece'nin fotoları
Seksen Günde Devri Alem
Her Telden Bir Blog
Sütlü Kahve
Yaşam, Evren ve OBM Hakkında Her Şey

Resim Galerisi

Arama

Arşiv


powered by / kullanılan ana yazılım
GUBEN blogger by emre sururi

hosted by / barındırma
Fişek Enstitüsü Bilişim Hizmetleri
Fişek Enstitüsü Bilişim Hizmetleri
RSS Beslemesi
Yorumlar - RSS

Tüm Kategoriler
Bır bır bır
Okur Yazar
İş, Güç!
Ece Böcee
Lay lay lay
Yersen
Pusetle Seyahat
Delft'te
Natur
Bask Elleri
Çocukla Seyahat

Sonraki->