slav hüznü..

az evvel öğlen başlayıp, sonrasında ara verdiğim gece nöbeti nam-ı diğer Nochnoy dozor‘u bitirdim. film, ön planda kendine konu olarak matrix ile vampir filmlerinin bir sentezini alsa da (klişe), beni asıl vuran anlatım tekniği oldu. bu ruslarda kimi zaman ortaya çıkan ve çıktı mı da adamı yerden yere vuran böylesi bir hüzün bilinci var. farkında olsunlar ya da olmasınlar, varoluşçuluk damarlarında akıyor. dostoyevski’de kör gözüm parmağına derecesinde ileri kertede olan bu kavramın farkına varmak için ille de dostoyevski kadar ileri gitmeye de gerek yok. aklıma gonçarov’un oblomov’u geliyor: o oblomov ki romanın başından sonuna kadar hiçbir şey yapmasa da, dipten dipten varoluşu üstüne biner, onu ezer. film de böylesi bir ortamda yapıyor yapacağını. bir boşluk peyda oluyor izleyicide. öyle nefes kesen bir aksiyon, gözleri yuvalarından oynatan CGI efektler filan zorlamadan, kendini izletiyor. sorunlu oldukları her hallerinden, davranışlarından belli karakterler var / bilinçli olarak bu sorunlarının kaynakları gizlense de, yahut 3., 5. plana atılsa da, karakterlerin üzerine sinmiş durumda. uzunca bir zamandır, sömürü yapan, acıklı filmlere tahammül edemiyorum. bu gibi durumlarda aki kaurismäki‘nin filmleri imdada koşuyor. o filmlerdeki karakterler dünyanın en mutlu insanları değiller fakat başlarına kötü bir şey geldiğinde “neden ben! neden ben!” diye dövünmek yerine, bunu kabul edip hayatlarına devam ediyorlar, ya da salya sümük olmadan devam etmiyorlar basitçe. havaların soğukluğundan mıdır bilmem, donuk oluyorlar, ama bu donukluk zekalarına değil de, duygularına işliyor (ayrıca finler ne kadar slav ırkına dahil sayılır, hiçbir fikrim yok!) bunları yazınca aklıma bir de epey sağlam bir film olan Nói albínói geldi (benzer şekilde, izlandalıların da ne kadar slav olduklarını bilmiyorum!). onda da aynı mesele, aynı acındırmadan kabulleniş. me and you and everyone we know için vaktiyle sömürüsü olmayan todd solondz filmi ile soytarılık yapmayan magnolia tarifi yapmıştım. bir filmin kendini acındırması, o filmin ne kadar yetersiz olduğuna ilk elden delalet. slavlarda böyle bir durumun olmaması, onlara asil bir hava veriyor.

SLAV HÜZNÜ / Enis Batur

Radyoda, Renaud’nun şarkısına kırık
piyano sesleri eşlik ediyor. Gece usulcana
deliniyor gökyüzünde, kalın bulutların
arasından sızan mavi ışığa karışıyor
sokak lambalarının sarısı: Yağmur
birikintilerinin içine düzensiz iniyor
damlalar, şemsiyesini açmış acelesiz
geçiyor kaldırımdan yaşlı bir kadın,
belli ki hafif uykusu ilk seslerle yırtılınca
günü herkesten önce başlatmak istemiş,
karşıda bir ışık yanıyor kör bir pencerede,
sonra bir başka ışık, piyanonun tuşları
söner sönmez radyoda kısa dalgadan
başlıyorum yeniden taramaya, kahve
kokusuna karışıyor duman: Boşlukta
yetkin bir halka süzülüp uzaklaşırken
hemen kırılıyor, o anda takılıyor gözüm:
Pencerenin camında lambanın ışığı vuran
yüzümden, uzaktan bir sanrı, Feyodr
geçiyor – içimde yabancısı olmadığım
slav hüznü.

bu bağlamda, nuri bilge ceylan’ın mesela, karakterleri bizi üzmek için yapılmış bir makinedir sanki. eğer zekiyse kendine kızar, bir öfke ve nefret patlamasına yol açar, eğer zeki değilse, biz onun yerine de üzülürüz, her halikarda içimizi bir bunaltı kaplar — ama bu bunaltı, kalitesiz bir bunaltıdır, çünkü bariz araçlarla bize bulaştırılır. todd solondz’da ise (bkz: welcome to the dollhouse) haneke’nin küçüğü bir durum söz konusudur. yahu, tamam, böyle böyle ama niye? diye düşündüğünüz anda film etkisini yitirir (yine de, bu noktada -şekilde görülmekte olduğu üzere- bir parantez açıp, haneke’nin nezdimde tamamen silinmiş olsa da, solondz’un epey az (bir filmlik) kredisinin bende hala mevcut olduğunu belirtmek isterim – palindromes seyretmeyi istediğim, merak ettiğim bir film).

sonuçta, gece nöbeti, bildik bir hikayeyi anlatan, fakat hikayeyi değil de, asıl olarak hüznü ve varolmanın dayanılmaz ağırlığını kendine dert edinmiş, izlenesi bir film.


Ayrıca, az evvel wikipedia‘dan baktım da, Finlerin de, İzlandalıların da, slavlıkla uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. olsun, ben demek istediğimi dedim sanırım.. 8) zaten bunları da tamamıyla kişisel menfaatlerim için yazdım: saat 3 oldu, artık ben de rahatlıkla son bir şeyler yiyip, içip, yarın (da) oruç tutmak üzere yatabilirim!.. lay lay lom.. 8) (“always look on the bright side of life! fifiy, fi-fiv-fiv-fi-fiv!..”)

bu aralar

odada oturuyorum, bengü kanapede uyukluyor. televizyon kapalı, ayça şen başlamış olmalı, içerdeki bilgisayarı ayarladım, o kaydediyor, hem ayça şen harikalar diyarında‘yı, hem de ardından gelecek olan arka sayfa‘yı, artık yarın sabah uykusuz bir şekilde seyrederiz (ki yine de uykulu olunca tadı daha bir artıyor mu ne..)

bu aralar civIII / alpha centauri oynayasım gelmişti, tesadüf eseri elime civIV geçti, bir hevesle kurdum ama benim emektar laptop (IBM Thinkpad R40 / ATI Mobility Radeon 7500) abuk sabuk çalıştırdı. Esas tesadüfse, bu oyuna ulaşmamı sağlayan e-mail listesindeki arkadaşın aynı zamanda üst kat komşum olmasında!.. dünya büyük bile olsa, global köy hakikaten köy! Neyse, sanırım civIII oynayacağım.

Bugün ayrıca Sezen (Sekmen) geldi Bursa’dan, parış’la yeterlilik çalışacaklarmış, allah yardımcıları olsun. ben yeterliliği geçen sene verdiğimden beridir rahatım..

başka, başka?.. öyle işte. dark tower’a ilgim epey azaldı, yarın uzun uzun okuyayım da, en azından aksiyon kısımlarına geleyim, bir ihtimal sarar belki o zaman. ha, bir de miranda‘ya söyleyeyim de, blog’una bir şeyler girsin artık! 9 eylül’den beri aynı sayfa!..

you bet your life it is!.. ya da taa venüs’e kadar gitmek..

okuldayım. dün, sonunda makalenin kabasını, hatta bırakın kabasını, referanslar ve figürler hariç, makalenin ta kendisini bitirdim, üzerimden nasıl bir yük kalktı, anlatamam.. zig-zag olsun, armchair olsun, her türlü nanotübü (ve tabii ki bunların dışındaki chirality’ye sahip olanlar hariç 8) takır takır her ortamda üretebiliyoruz artık. bir senedir sil yap boz baştan, fena daralmıştım. okuldayım. hava çok güzel. taktım cd’ye tori amos’ımı, çoktandır dinlemediğim Under the Pink albümünü dinliyorum şimdi. cornflake girl.. ahh ah!

Cornflake Girl

Never was a cornflake girl
Thought that was a good solution
Hangin with the raisin girls
She’s gone to the other side
Givin us a yo heave ho
Things are getting kind of gross
And I go at sleepy time
This is not really happening
You bet your life it is

Peel out the watchword just peel out the watchword

She knows what’s going on
Seems we got a cheaper feel now
All the sweeteaze are gone
Gone to the other side
With my encyclopedia
They musta paid her a nice price
She’s puttin on her string bean love
This is not really happening
You bet your life it is

Rabbit where’d you put the keys girl
And the man with the golden gun
Thinks he knows so much
Thinks he knows so much
Rabbit where’d you put the keys girl


ah tori-sama! ah tori-kyou! ah tori-heika! ah! ah ginger!..

tori amos

kayhan!

sabah, odamda oturuyorum, işte haftaya başlayacağım bir yerden, afyonu patlatmaya çalışıyordum ki, kapı çalındı, içeriye tanıdık bir sima girdi. ilk başta bu tanıdıklık nereden, çıkartamadım ama bir anda jeton düştü: itü’deyken, bütün asistanlar arasında kendine has bir yeri olan, gelmiş geçmiş en cool adamlardan biri olan kayhan ülker! bizim bölümle, matematik bölümünün ortaklaşa düzenlediği seminerler var, “Bridging The Gaps: Joint Mathematics-Physics Seminars at M.E.T.U.” gibi havalı bir ada sahip seminerlerin 2.sinin An Introduction to Supersymmetry başlıklı ilk seminerini vermek üzere gelmiş, ne güzel bir sürpriz oldu. Eski günleri yadettik, İTÜ’yü kaynattık biraz da. hafta güzel başladı..

Biraz akademik takılıp, programı alayım buraya, belki normalde görmeyecek birileri görür de gelir, işe yaramış olurum:

Bridging The Gaps
Joint Mathematics-Physics Seminars at M.E.T.U.

This is the second phase of weekly joint mathematics/physics
seminars. During the Spring semester of 2005, 11 talks were
delivered in this series by both mathematicians and physicists. These
talks were mostly pedagogical and on classical topics. This semester,
researchers from both fields will give seminars which will be a blend of
exposition and current research.

All interested are cordially welcome. Cookies and tea/coffee will be
served after the seminars.

Place: Cavit Erginsoy Seminar Room (3rd floor of the Physics Dept.)
Time: 12:40-13:30, mostly on Mondays, but please note the exceptions below.

Program:

  • Oct 24 Monday S. Kayhan Ülker (Feza Gürsey Inst.)
    “An introduction to supersymmetry”

  • Oct 31 Monday Ayşe Berkman (M.E.T.U., Dept. of Math.)
    “Viva reflection groups!”

  • Nov 7 Monday M. Özgür Oktel (Bilkent Univ., Dept. of Phys.)
    “Bose-Einstein condensation”

  • Nov 17 Thursday Ali Kaya (Boğaziçi Univ., Dept. of Phys.)
    “Developments in Superstring Theory and their Applications to Cosmology”

  • Nov 21 Monday Cemsinan Deliduman (Feza Gürsey Inst.) *to be confirmed
    “How to define gravity in noncommutative space-time?”

  • Nov 28 Monday Mohan Bhupal (M.E.T.U., Dept. of Math.)
    “Symplectic Geometry”

  • Dec 9 Friday Tolga Etgü (Koç Univ., Dept. of Math.)
    “Topology of 4-manifolds and Seiberg-Witten invariants”

  • Dec 19 Monday Altuğ Özpineci (M.E.T.U., Dept. of Phys.)
    “Quantum Chromodynamics”
  • kayhan ülker & emre sururi
    Bu da Neşe Hanım’a göndermek üzere çektiğimiz fotoğraf 8)

    tom waits: bir delikanlı abimiz..

    haftabaşına tom waits girişiyle başlamak ne derece normal bilemiyorum ama şu sıralarda, vaktiyle dinlediğim ilk tom waits albümü olan the heart of saturday night‘ı hele de san diego serenade‘i dinliyor olmam şüphesiz güzel bir şey:

    San Diego Serenade

    I never saw the morning ’til I stayed up all night
    I never saw the sunshine ’til you turned out the light
    I never saw my hometown until I stayed away too long
    I never heard the melody, until I needed a song.

    I never saw the white line, ’til I was leaving you behind
    I never knew I needed you ’til I was caught up in a bind
    I never spoke ‘I love you’ ’til I cursed you in vain,
    I never felt my heartstrings until I nearly went insane.

    I never saw the east coast ’til I move to the west
    I never saw the moonlight until it shone off your breast
    I never saw your heart ’til someone tried to steal, tried to steal it away
    I never saw your tears until they rolled down your face.

    ya 1993, ya 1994… lise sondayım, eXpress sayesinde haberim olmuştu Tom Waits’den. ilk olarak, dediğim üzere, The Heart of Saturday Night‘ı dinlemiştim, arkasından da büyük bir şans eseri Frank’s Wild Years‘ı.. Innocent When You Dream, doğal olarak kafama fena vurmuştu.. iki sene sonra da Jarmusch gelmişti festivale, ne güzel günlerdi onlar.. Daha önce de yazmıştım, Tom Waits, müzikal dehasının yanında, ne yazık ki aktörlük kabiliyetinin 0 olduğu bir abimiz.. bir de şöyle bir olay oluyor, öylesine televizyonu açıyorum, alakasız bir şekilde, alakasız bir filmde Tom Waits’i görüyorum, dumur yaşıyorum.. dün de bengü’yle gilliam’ın ‘Fisher King‘ini seyrederken pat diye giriverdi adam görüntüye, ondan önce, cuma günü ben stiller’ın, geoffrey rush’ın filan oynadığı ‘Mystery Men‘ adlı abuk bir filmde gene gösterdi kendini.. ah ah! bir de ‘Cold Feet‘ dumuru var ki, hiç girmeyeyim!..

    tom waits / fisher king

    tom waits / mystery men

    tom waits / cold feet