Doğum günüm / Kutlu / Oldu

Birtakım (yazıyla üç) BH elemanı Strasbourg’dan bildirdi:

eller, eller eller
Eller, eller eller…

 Evet. 35 and going. Up (sky is the limit). (¿Que mas?)

Bir de -ek bilgi niyetine- normalde pek yüzüne bakmadığım Facebook’un hoşuma gittiği tek gün bugün (gün ola harman ola).

Doğum günü şarkısı olarak kendime ne çalsam?… Georgina, Beatles’ın "Happy Birthday"ini yollamış, ben de Duran Duran ile devam edeyim bari, "happy birthday to you is created for you" (Come Undone, diyecektim ama şarkı güzel olmasına karşın çok alakasız kaçınca vaz geçtim). Şimdi de aklıma "doğum günün kutlu olsun sevgilim, ki ben sana değişe değişe aktım" mısraları geldi, arayalım bakalım hangi şiirdenmiş…. Tabii ki Turgut Uyar, "Aramızdaki" — çok severdim (severim) ben bu şiiri, <insert şiir>

sevgilim sevgilim
kuzey sanrısı gibidir
geceyi beşe filan böler
sonra ayılar hüzünden ölmez
sevgilim sevgilim
açlıktan ölür onlar

işte bundan ötürü
hüznü artık bir ayıya bıraktım
sevgilim sevgilim
bir ayıya
ister ormanda kullnasın
ister buzdağında

hayatın kutlu olsun sevgilim
ki sana değişe değişe aktım
kimi zaman bir japon gibi uykusuz kaldım
-uykusuz kalır mı onlar bilmem aslında-
sevgilim sevgilim
bir orman gibi çoğal aramızda
şehirden bir çocuk olarak şurda burda
bir sabuntozu markasında köpürerek
çınarın tutsaklığını
ve menekşenin tutsaklığını
ve menekşenin sevincini yaşa
sevgilim sevgilim
hüzüne yer var hayatımızda

Aramızdaki / Turgut Uyar

Şiir tamam (ama öyle, ama böyle, şarkı bilemedim hala, başka bir şey yazacaktım bir de, onu da arada unutuverdim).

Hatırlayamadım. Onun yerine aklıma geçen gün tekrardan guzelonlu’da yataktan kalkmaya dair şu müthiş haiku geldi:


no no no no no /
no no no no no no no /
no no no no no

 Özetle: Doğum günüm kutlu oldu, oh ne güzel.

———– Bır 10 dakika kadar sonrasından gelen edit:
Hatırladım yahu neyi unuttuğumu: Entel-dantel klasmanından/kotasından, Louis Althusser’in "Gelecek Uzun Sürer" adlı otobiyografisinin açılış paragrafında görülüp vurulduğum şu cümleyi kullanacak idim yazının bir yerinde:

(…)

yok, internette aradım bulamadım ama "19xx yılında, xxx şehrinde, 5 yaşında doğmuşum." gibi bir şeydi (x’ler kitapta doğrularıyla bildiriliyordu, ben bakmaya üşendim). Ece’nin (ve bizim) favori kitaplarımızdan olan Pıtırcık’ın ve birtakım başka kipatların da yazarı olan Rene Goscinny de "14 Ağustos 1926’da Paris’te doğdum, hemen sonrasında da büyümeye başladım. Ertesi gün 15 Ağustos’tu ve evden hiç çıkmadım." diyor iç kapak bilgisinde. Ben? Ben hemen hiçbir şey hatırlamıyorum hemen hemen üniversiteye gelinceye kadar (höh!), tamam, ilkokula gelinceye kadar olsun, o da sizin güzel hatrınıza. Oradan üniversiteye de epey atlamalı-zıplamalı bir güzergah var (Quantum Leap). 35 yahu! 23’te üniversite bitmiş. 12 sene sırf oradan. Heh! 8)



Ben, Efe, Yas, Barış, sene 2003
[yalan, güzide grup Discount‘un grup fotoğrafından arak. 8P]

——————- Gene Sururi, gene son dakika (+1 saat) edit’i:
Klip, şarkı olayını da buldum: Bu sene sevgili Hüseyin vesilesiyle öğrendiğim, yavaş yavaş hazmettiğim Chinawoman’dan gelsin: Lovers are Strangers (orijinal, ofisiyal kliptir, okuyucunuzun ayarıyla oynamayınız, cız)


kipat dünyası

Bugün amazon’un kindle’ından ilk kitabımı (kipatımı) aldım: Julian Barnes – The Sense of an Ending (ne hüzünlü bir başlık!). Barnes’a 2011’de Booker’ı kazandıran yapıtı, epey de inceymiş, biraz hayalkırıklığına uğramadım dersem yalan olur.

John Banville, 1989’da, "The Book of Evidence"la güçlü bir şekilde aday olduğu Booker’ı, Kazuo Ishiguro’nun "The Remains of the Day"ine ("Günden Kalanlar") kaptırmış. Ama 2005’te "The Sea" ile Booker’ı aldığında, bu sefer Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna karşı zafer kazanmış, bir dolu da laf söylemiş. 2005’te Booker için son listeye kalanlar arasında Julian Barnes’ın "Arhur & George"u da varmış, Hande "The Sense of an Ending"in "Arthur & George"dan daha iyi olduğunu söyledi. Neyse, işte geçen sene Booker’ı alınca ve bu türlü silsilelerden ortaklık kurunca ve "Flaubert’s Parrot" ("Flaubert’in Papağanı") bağlamında (ki o da 1984 yılında son listeye kalanlar arasındaymış)  geçen gün hafızadan andığımdan, bir sonraki kitap olarak seçtim, okumaya başladım, güzel gidiyor şimdilik, bir de o kadar kısa olmasaymış.

Niye yazıyordum bunları ki? Aslında aklımda "The Sea"den birkaç alıntı daha yapmak vardı, ama uzun göründüler şimdi gözüme… Yine de bir bakayım. (Banville’i çevirmenin haddime olmadığını anladığımdan, teşebbüs etmeyeceğim.)

"She was not, I am compelled to admit, the most hygenic of girls, and in general she gave off, more strongly as the day progressed, a flattish, fawnish odour, like that which comes out of, which used to come out of, empty biscuit tins in shops – do shops still sell loose biscuits from those big square tins? Her hands. Her eyes. Her bitten fingernails. All this I remember, intensely remember, yet it is all disparate, I cannot assemble it into a unity." (p. 139)

Bu aslında o kadar ilginç bir kesit değildi, daha çok geçen gün Hande’yle bu bisküvi kutularının muhabbetini yapıyorduk da, üstüne geldi. Ülker’in, kapağı camlı, kırmızı kutuları olurdu, oradan kese kağıdına doldururdu bakkallar.

"I do not want solicitude. I want anger, vituperation, violence. I am like a man with an agonising toothache who despite the pain takes a vindictive pleasure in prodding the point of his tongue again and again deep into the throbbing cavit. I imagine a fist flying out of nowhere and striking me full in the face, I almost feel the thud and hear the nose-bone breaking, even the thought of it affords me a grain of sad satisfaction." (pp.150-151)

Bunun da altını vaktiyle bir arkadaşın (Tyler değil de, öbürü) yazdığı bir şeye ("Halbuki sıkı bir yumruk yemek hayatımı nasıl da kökten değiştirebilirdi…") istinaden çizmişim (mentally), o halde bunu da geçelim.

156. ve 157. sayfalarda, şimdi içinde bulunduğu çocukluğundan bildiği bu evde, her şeyin hafızasına nasıl da ters düştüğünü anlatıyor, ilginç ama uzunca bir kesit, atlıyorum, yine de iki-üç satır:

"I found that the model of the house in my head, try as it would to accomodate itself to the original, kept coming up against a stubborn resistance. (…) I experienced a sense almost of panic as the real, the crassly complacent real, took hold of the things I thought I remembered and shook them into its own shape. Something precious was dissolving and pouring away between my fingers. Yet how easily, in the end, I let it go. The past, I mean the real past, matters less than we pretend."

Geliyoruz beni en vuran cümlelerden birine, sahife 185:

"Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him."

Paradoksal gibi ama değil aslında tartınca. (Yoksa öyle mi?)

Bunun ardından, tumblr’da alıntıladığım kısım (s.215-218) ve sonlardan, kitabı spoil edebilecek bir başka bölüm var (s. 251-252). Bu referansları verdiğim kitabın baskısı: Picador, 2005 baskısı (ISBN: 0-330-43625-2 / 978-0-330-43625-0). Ne diyorduk, adım Mesut, soyadım Bahtiyar, bunca yıl beni böyle bildiniz, Mesut Bahtiyar’dan…


Bu blogları yazmadan evvel, çoktandır ses soluk çıkmayan (feed reader’ıma yeni bir şey gelmiyordu), ilk olarak diğer sitelerden bahsettiğim bir mesajın yorumlarından birinde bahsetmiş olduğum http://maya-imya-aglaya.tumblr.com/ sayfasına baktım, indirmiş meğer kepenkleri. Hayra yormak istedim, hayra yordum.

times they are a-changin’

Come gather ’round people
Wherever you roam
And admit that the waters
Around you have grown
And accept it that soon
You’ll be drenched to the bone
If your time to you
Is worth savin’
Then you better start swimmin’
Or you’ll sink like a stone
For the times they are a-changin’.

Bob Dylan

Zaman değişti, anlayış da değişti. Benim zamanımda oyunlar zordu, enerji filan yoktu, en fazla bir şans vardı, Ghosts N Goblins’de, mesela, ilk temasta zırhınız giderdi, ikinci temasta da canınız[1][2]. “Hile Menüsünü” ilk defa SimCity’de görüp şaşkına dönmüştüm, sonrasında zaten Doom ve arkadaşları “God Mode”la tanıştırdı bizi. Oyunlar kendilerini keşfetmeye davet etmeye başlamışlardı, kazanmak değil, oynamak, zevk almak ön plana çıkmıştı, sonrası kendiliğinden geldi.

Eskiden suçlular, kim olursa olsun, teorik de olsa cezasını çekerdi, insanlar yakalandığı zaman utanırdı. Panda fabrikası hijyende standardı tutturamadığı için kapatıldığında midemiz bulanmıştı o güne dair yediğimiz dondurmalardan. Artık kimse suçlu değil. Herkes kurban, komplo kurbanı. Artık kimse ceza alanların gerçekten suçlu olduğunu düşünmüyor, her şey siyasi (ki yanlış anlaşılmak istemem, burada sarkazm yapmıyorum, ben de işlerin o şekilde olduğunu düşünüyorum çoğu zaman). Kimse arkadaşının suçlu olduğuna inanmıyor: tanıdığımız/tanıyınca sevdiğimiz bir insan nasıl olur da… Eskiden bir şeyin iyi olması, onun tutulması anlamına gelirdi, artık asıl yük pakette ve reklamda.

“The Winter of Our Discontent” yazısında bahsetmiştim (“Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur.”), zihniyet değişikliği ta o zamanlardan değişti, iyi ya da kötü anlamda demiyorum. Mutlaklığı bırakıp, siyah ve beyazdan gri tonlara, yorumlanabilirliğe geçtik. Ben iyiler ve kötülerin net bir şekilde belirli olduğu yapıtları (Halikarnas Balıkçısı – Ötelerin Çocukları, Ken Follet – Pillars of the Earth) oldum olası sevemedim, boş geldi. Yine de mafya olayına mesela (bireysel olarak iyi, toplumsal olarak kötü oluşumları) halen tersimdir. Kendinin haklılığından, doğruluğundan şüphe etmeyen insanları kıskanıyor muyum? Belki bazen, ama nicedir çok nadiren. Kendimize güvenimizi tersine çevirdiler, birbirimizden, birbirimizin hakkındaki düşüncelerinden beslenir olduk, kendimizi tanımlamak için onlara muhtaç olduk. Sosyal bir yaratık olduk, halbuki pekala her birimiz vaktiyle birer adaydık, öyle bir potansiyelimiz vardı. Ben kendimi biliyorum: öyle bir şeye evrilmeseydik bile, yine bir şeyler bulurdum hüzünlenecek, ona şüphe yok (kendime güveniyorum bu konuda, mutlakiyet…). İmaj. Artık bütün kurallar, yargılar diğerlerinin, önemli olanların demek istediğim, ne düşüneceğine dair uygulanıyor. Adil mi? Değil ama, oyunu açıyor, bize en kötü durumlardan bile çıkış kapısı veriyor. Her şey en nihayetinde gelip, nasıl yorumladığınıza, nasıl aktardığınıza bakıyor. Kendinizi bile kandırabiliyorsunuz yeri geldiğinde, somut olan hiçbir şey kalmadı. Bütün bunları yazmıştım daha evvelden (diye hatırlıyorum), şimdi niyeyse yine öyle aklıma esti, keseyim en iyisi.

Ben çocukken yılbaşı süsleri yere düşünce bin bir parçaya ayrılırdı – şimdiye sadece geri sekiyorlar.

The Sea / John Banville

Sevgili kâri– (evdeki) hesapta dün taze bitirdiğim John Banville’in "The Sea"sinden beni epey vuran bir bölümün yüklüce çevirisini yapacaktım, ama daha "Bare trees across the road were black against the last flares of the setting sun, and the rooks in a raucous flock were wheeling and dropping, settling disputatiously for the night." cümlesiyle silkinip, kendime geldim. Geldikten sonra da, hemen internete baktım, Türkçe’ye Hasan Kaya çevirmiş, Can Yayınları’ndan 2006 yılında çıkmış. Banville bir şair edasıyla yazdığından, kelimeler okurken dimağda kayıp gittiğinden, eriyip bittiğinden (Fax!) Türkçe’de nasıl olmuştur, bilemem, o nedenle tavsiye edemeyeceğim, bir ara bakarım elbet, o zaman hala hatırlıyorsam bir güncelleme yaparım.

Kipatı gene bu blogdaki paslaşmalarımızın ardından, Hande vasıtasıyla edindim, kitabı ikimizin de beğendiğine ikimiz de şaşırdık (kitap/dizi zevklerimiz niyeyse hiç uymaz!). O yüzden istedim ki, hem kitabı öveyim, hem de belki Hande’yle farklı sebeplerden beğenmişizdir kitabı, o ortaya çıkar, dünya da dengesini yeniden bulur.

Kitaptan bahsettiğim alıntıyı çeviremeyeceğim ama bu demek değil ki ilgili yerdeki yorumu da Türkçe’leştiremem (değildir herhalde). Başlayalım o halde:

Pinter’ın "İhanet"ini (The Betrayal) okurkenki duyduğum, o monoton, hani neredeyse banal anlatımın içinde ilkin göz ucuyla görüp de ardından bütün bu zamanlar boyunca arkalarda saklanan o ustalığın derinliklerini bütün ihtişamıyla karşınızda bulduğunuz duyguyla bu kitapta da karşılaştım. "Deniz"in (The Sea) durumunda, sizi ….

ya, anlaşılan bugün (ya da yarın ve sonraki gün) çeviri günüm değilmiş, özür dilerim; ilginiz, İngilizce’niz ve vaktiniz varsa, http://emresururi.tumblr.com‘a alalım sizi bu seferlik, kusura bakmayın ne olur. Kitap güzel, amcanın şair gibi bir anlatımı var. Anılar ve onların niteliği hakkında okuyageldiğim en sağlam kitap oldu. İki gün önce sorsaydınız kitabın nasıl gittiğini, öfleyip pöfler, yüzümü buruştururdum bir ihtimal ("işte arkadaş verdi, ayıp olmasın, okuyoruz…"). Fakat bir anda açıyor kendisini, hani -filmlerde (Amerikan)- vardır ya, barda sürekli asıl karakterlerle takılıp da hiç konuşmayan, sonra (filmin sonlarına doğru) bir olay üzerine bir anda bir monoloğa başlayan (şimdi belki sizin de aklınıza Chasing Amy, Silent Bob gelmiştir, ama benim kast ettiğim, sizden çok kendisine konuşan insanlar — mesela deliler) karakterler gibi. Bunu yapmasına gerek olmadan (sonra da zaten bir daha kimse ondan haber almaz).

Rose was standing in the doorway. She was in her bathing suit but was wearing her black pumps, which made her long pale skinny legs seem even longer and plaer and skinner. She reminded me of something, I could not think what, one hand on the door and the other on the door-jamb, seeming to be held suspended there between two strong gusts, one from inside the hut driving against her and another from outside pressing at her back.
p.242

[Rose kapıda duruyordu. Üzerinde mayosu vardı ama ayağına siyah ayakkabılarını geçirmişti, bu da uzun soluk sıska bacaklarını daha da uzun, daha da soluk, daha da sıska gösteriyordu. Bir eli kapıda, diğeri de eşiğin üzerinde, sanki biri kabinden yüzüne doğru, diğeri dışarıdan gelip de arkasından bastıran iki güçlü rüzgarın arasında dengede tutuluyormuş gibiydi, bana ne olduğunu bilemediğim bir şeyi hatırlatıyordu.]

"She reminded me of something, I could not think what" (Bir de Cemal Süreya’nın "Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor"u vardır, bilmem ki benzer minvalde midir).

Olaya ısınmanız için başlardan itibaren düşük dozajlı bir gizem havası veriliyor, ara ara besleniyor, ama işte karşınızdakinin kim olduğunu (boşuna vermiyorlar Booker’ı) anlayınca, bayırlardan aşağı koşar adım giderken pek de umrunuzda olmuyor gizem filan (son 30-40 sayfada yalnız, son derece Iris Murdoch’ımsı bir şekilde hem de, açık uçlar birleştiriliyor, havada asılı kalması çok daha uygun olacak pek çok soru cevaplanıyor, yazar bir anda normal, mesaili bir yazara dönüşüyor ki, biraz üzülüyor insan tabii ki (üzüntü ve muz kabuğu).

İstikrarsızlıklar, adını koyamamalar, tekrarlar, tekrarladıkça geliştirmeler, düzeltmeler… Kitabın ana konusu hatıralar olunca, bunlar bütün ihtişamlarıyla karşılıyor sizi. Hakikaten etkilendim çok, amcanın röportajından belliydi zaten (umutsuz vaka, umutsuz vaka). Neden bir şey insanın o kadar umrunda olmadığında, öncelikleri arasında olmadığında, işte tam o zaman başkalarınca gıpta edilebilecek mertebeye erişir? Bir de: kimsenin olmadığı ormanda ağaç düşse sesi çıkar mı? kaonuna dün cevap bulmuş bulunmaktayım (darısı ormanda kaka yapan ayı varyantının başına). Cevap: "Eğer gerekiyorsa" (ya da donanımınız çok iyiyse ve böyle bir ekstra rendering’in sisteminizi yavaşlatacak kadar işlemciye yük bindirmeyeceğini biliyorsanız, ses çıkartabilirsiniz). Eğer bu soru açıldığında ortamda etkilemek istediğiniz kızlar varsa, o zaman entel cevap olarak "ses çıkmaz çünkü kimsenin olmadığı bir ormanda ağaç yoktur, orman yoktur, esse est percipidir (WYSIWYG)" diyebilirsiniz, kimsenin umrunda olmayacaktır zira.

Neyse, daldık gittik yine. Öyle.


(Bir de Bear Cavalry vardır, bilen bilir)
Eee Hande, sen ne diyorsun bakalım?

Ne yaptığımız ve kim olduğumuza dair…

 Bildiğiniz, bilmediğiniz, fark edip-etmediğiniz üzere, bu blogda pek bilim işlerinden söz açmayı tercih etmiyorum (tercihimi daha çok fütursuzca ahkamlar kesebileceğim, inciler düzebileceğim edebiyat ve felsefe alanlarından yana kullanıyorum) ama gerek geçen gün Noel Baba’ya dair yaptığım devrim niteliğindeki bir keşif, gerekse de hemen aşağıda paylaşmakta olduğum fotoğraf vesilesiyle daha fazla durduramadım kendimi (bir de son zamanlarda hasıl olan kariyer kaygılımsıları var serde).


Georgina ile Ben, fi tarihinde…

Fotoğraf 1997 yılında çekilmiş: o yılın ulusal "Bilimsel Yetenek Arayışı" ("Science Talent Search")  yarışmasının kazananları olan Lisa Randall ile John Andersland’ı gösteriyor. Bizim zamanımızda biz geekler böyle görünürdük. Resimlerde illaki gözlerimiz kapalı çıkardı. İkisinin de sınıftaki alfalar, betalar ve dahi gammalar tarafından bile nasıl ezildiğini tahmin edememek imkansız, takdir edersiniz ki. Sonra, 90larda bile değil ama 2000lerde, internetin yüklü gazıyla bir anda fizik, bilim tralala yükselen değer oldu, lablardan çıkıp, filmlerde dünyayı bile kurtarmaya başladı pek saygıdeğer bilim adamları.

Belki daha önce yazmışımdır, belki bir başkasından duymuşsunuzdur yahut kendiniz ayırdına varmışsınızdır, yine de söylemek isterim: bu dünya, adil bir yer değil. Bir futbol takımı düşünün ki, oyuncuları oyunun güzelliğini, sporun bütün iyi niyetini içlerinde taşıyor, gece gündüz çalışıyorlar, yokluktan paylarına düşene şükredip, en iyi şekilde faydalanmaya uğraşıyorlar; her biri de gerek takımları, gerekse de diğer arkadaşları için gözünü kırpmadan kendini feda edebilir, o kadar önemsiyorlar yaptıkları işi, birbirlerini. Bunlar çok büyük bir mücadele vererek, sevenlerinin desteğiyle bir kupada finale kadar çıkmış olsunlar. Karşılarında da, bir para babasının (Arap prenslerinden biri olsun mesela — Araplara karşı önyargılarımız var ya, antipatiyi arttırmış oluruz bu sayede hem) bastığı paralarla bir araya getirilmiş, tamamıyla para için oynayan dünyaca ünlü futbolculardan mürekkep bir takım olsun. Filmlerde tabii ki ve illaki bizim "underdogs" yenecektir (gerçi ilk Rocky’nin sonunda Rocky puan farkıyla Apollo Creed’e yeniliyordu), ama gerçek hayatta ne olur siz de ben de biliyoruz, işin kötüsü kazanan takım sevinmez bile, umrunda bile olmadan kazanırlar. En saf/temiz/güzel duygularla sevdiğiniz kızın, sınıfın yakışıklı oğlanı tarafından hem de sadece elinden geldiği için ("because he can") baştan çıkarılıp, sonra bir köşeye koyulması ve üstelik kızın bu oğlana hayranlığının devam etmesi gibi bir durum. Ya da diyelim ki Galatasaray deplasmanda Mersin İdman Yurdu ile hazırlık maçı yaparken, Mersinli Galatasaray seyircisinin tribünden Mersin’e küfür etmesi gibi bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen / hani insan bir telaş duyar ya birden).

Daha kötüsü de var. Daha kötüsü, sizin sizin gibi olan arkadaşlarınızla bir oyun (spor, penny can) oynamaya başlamanız. Saçma sapan bir oyun olsun bu, millet de sizinle dalga geçsin. Sonra diyelim şans, ya da fırsat (şans), bu oyundan alfalardan birinin haberi olsun, bu oyundaki maddi açıdan potansiyeli görsün, sizden bağımsız bir şekilde bu oyunu pompalasın (promote), bu oyun bir anda meşhur olsun, kuralları resmileşsin, federasyonları kurulsun… sonra normalde sizinle bu oyun için dalga geçecek olan insanlar, çıkarları doğrultusunda bu oyunda oyuncu olsunlar ve ruhsuz bir şekilde sizi kendi oyununuzda eze eze yensinler ve hiçbir şekilde umurlarında bile olmasın. İşte bu daha kötüsü.

Hollanda’da katıldığım bir konferansta (Ulusal Fizik Konferansı idi (FOM)) birbirinden süslü ve havalı fizikçi insanlar görmüştüm – benim için oxymorondu böylesi bir tanım, halbuki ne kadar normal, ne kadar olası ve gerçekçi. Ama adaletsizlik duygusu uyandırıyor bir yandan da (uyandırmıyor mu?). En sevdiğiniz 100 şarkıyı birine dinletseniz, 100 şiiri bir kitapta toplasanız, 100 kitabı tavsiyeleseniz, illa ki bunların aralarından bir kısmı daha çok tutulacak, bir kısmı aşağılara itilecek. Sosyolojik/Psikolojik bir şey. İyi sınıfın kötüsü mü olmayı mı tercih edersiniz, kötü sınıfın iyisi mi (ben ikinci şıkkı). [Kim kime ne deseymiş / Her yer tanrı gibiymiş, bir sonsuz pistmiş — E.C.].

Sadede gel kardeşim, ne demek istiyorum, kafamdaki şey ne? Kafamdaki şey net bir şey değil, zaten o yüzden yazıp duruyor, evirip çeviriyorum ya bu kadar salatayı. Başarılı insanlardan pek haz etmiyorum, bu doğru. yaptığından mutlu olan insanları, yaptığından mutlu olmayıp da daha başarılı olan insanlara yeğ tutuyorum (her zaman her yerde). Yaptığından mutlu olan başarısız insanları da yaptığından mutlu olan başarılı insanlardan daha çok seviyorum. Maçlarda hep yenileni tutarım zaten oldu bitti, onlar öne geçtiklerinde de taraf değiştiririm. Bilimde karizma beni hiç açmadı, fizikçinin cool’u olmaz (Feynman diyeceklere ön cevap: Feynman geeklerin cool’uydu, bilim dünyasının dışında pek borusu ötmezdi be yaw [zaten tanısaydım sevmezdim herhal, büyük ihtimal… ama benim gıcıklığım, tersliğim, kendisinin çok büyük bir olasılıkla bir suçu yoktur, olmazdı]).

Niye yazdım ben bunları? Geçen gün bölümün koridorlarının birinde işte şu yukarıdaki resmi de alıntıladığım Amerikan Fizik Derneği’nin (APS) 90larda yaptırdığı posterlerden birine gözüm takıldı. Arkadaşların isimlerini not ettim, sonra da şimdi neredeler ne olmuşlar diye arattım. Lisa Randall Harvard Princeton, MIT ve Harvard’da çalışmış, herkesin tanıdığı ve hatta adını Google’a yazmaya başlayınca "Lisa Randall hot" şeklinde tamamlandığı derecede popüler bir insan olmuş.

yukarıdaki resmi aldığım kaynak da "Is Lisa Randall the hottest physicist alive?" başlıklı forum – böyle bir forumda emeği geçen arkadaşları saygıyla anmak isterim (sarcasm’ın Türkçesini aradık bugün, bulamadık, kinaye değil imiş -Ece’yi anlaşılan o kadar maruz bırakıyoruz ki entel dantel ebeveynler olarak, bugün kollarındaki yara bereleri gösterip gülerek "geçen gün oynarken kendime masaj yaptım" dedi, ardından da "masaj yapmak" ile aslında düşmelerini söylemek istediğini, hani öyle deniyor ya, tam aksini söylüyoruz biz de ona bazen… ah canım kızım benim…).

John Andersland’a gelince, o küçük bir üniversitede kalmış, hala mutlu görünüyor, çoktandır güncellenmemiş sitesine gittiğinizde heyecanla size bir yaprağa nasıl resminizi çıkaracağınızı anlatıyor, bir de vesikalık fotoğrafını koymuş. Murathan Mungan koyalım mı araya, "parça" niyetine?

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

Bu şiiri de ne zaman alıntılasam, ansam, aslında tam tersi anlam için öne sürerim de, her seferinde unutkanltığım ters köşeye yatırır beni Evvelsi gündü galiba, internet üzerinden Milliyet Sanat’ın eski sayılarına bakıyordum ki, geçen sene, "Şairin Kitabı" vesilesiyle yapılmış bir röportajına denk geldim, orada da inceliğini göstermiş M.M. (Marilyn Manson değil, Monroe da), kendisine aşık olup da karşılık veremediği insanlara üzülüyor, keşke ben onlara aşık olsaydım da karşılık görmüyor olsaydım diyor, kendinden kaynaklı üzüntü vermek yerine kendisini acı çeken pozisyonunda görmeyi yeğliyor. Ben aktarınca, "sarkazm" yapıyormuşum gibi oldu ama değil — misal Cezmi E. söylemiş olsaydı böyle bir lafı vıcık vıcık olurdu ama M.M.’ın samimiyetine, naifliğine, inceliğine inanıyorsunuz.

Yahu ben ne diyordum, nereye geldim. Şimdi geç oldu (1.30), uyuyayım da, yarın gönderirim bir şeyler daha ekleyip artık (Whitney Bowe)



(…) Ertesi günden merhaba! Whitney Bowe dediğimiz kişi, Castle’ın kızını hallice andıran, yukarıda bahsi geçen STS yarışmasında bahsi geçen bir diğer kişi. O zamanki hali şunun gibi bir şey (güzelimsi inek kız figürü, nadir bulunur, en tatsız şeylerden biridir, fenadır, kesinlikle geek değildir, geek tribünlerine oynar, ilk fırsatta level atlamaya bakar):


(10 parmağında 10 marifet)

sonra ne mi olmuş, YALE mezunu, uzman dermotolojist, şöyle bir şey:

bana da dert olmuş. Bu yazdığım yorumların hepsini kendi -pek de sağlıklı olmayan- tahayyülümden geçirip, uydurup buralara yazdığımı ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım…

Gelelim Zuckerberg’e. Bizim burada bir çocuk var, dahi midir bilmiyorum ama epey bir potansiyel var, ama hiç arkadaşı yok, ben bile çömezim olmasına rağmen pek meraklı değilim görüşmeye. Bilmek sevmeye yetmiyor, çekilmez bir adam. Landau da böyleymiş diyorlar, önemli olan fizik, algı… ama olmuyor, hakikaten olmuyor. Zuckerberg de eminim böyle bir adamdı, onunla da arkadaş olmak istemem, sıkılırım, gerçekten değmez. Deha nasıl bir şey diyeceksiniz (diyecekseniz), onu da anlatayım, bu vesile ile yazının başında bahsetmiş olduğum Noel Baba fenomenini de açıklama fırsatım olur hem, o nedenle geçelim büyük keşfime: Noel Baba hani her çocuğun adını, iyi mi kötü mü olduğunu biliyor ya, aslında öncesinde bu bilgiye sahip değil, yani ona malum olmuyor. Bu bilgiler çocuğun suratında yazıyor, bir şekilde kendini manifest ediyor. Onun için bir çocuğa bakıp da "senin adın Hebe, bu sene iyi şeyler yapmışsın" demekle "sarı saçların, mavi gözlerin var, boyun da 1.5 metre civarında" demek arasında pek bir fark yok (aura). Onun ekstra duyu organları var (ne Noel babalar tanıdım, yoktular). Deha da böyle bir şey. Bir probleme bakarken, oradaki bu normalde doğrudan algılanamayan şeyleri algılayabiliyorlar. Körler dünyasında yapılan deneyleri düşünün bir: ışığın yansıdığındaki dalga boyundan bizim hop diye söyleyebildiğimiz rengi ölçebileceklerdi, yarı-iletkenler, multi-ferroikler vs.. vs..  Oliver Sacks’in kipatlarından birinde vardı, iki otistik arkadaş/kardeş, oyun olarak birbirlerine takır takır asal sayıları sıralıyorlar sırayla. Dr. Sacks de ("Dr Seks" diye telaffuz etmemek için bunca yıldır "Saks" (Sucks) demekte olduğumu fark ettim az evvel, bu bağlamda Turan’ın gençliğinde takıldığı Emmanuel serisini de anarım (Immanuel Kant/Kent tabii ki, ya ne olacaktı?), işte ne diyorduk, Dr. Sacks de bir cetvelden, büyük asal sayıları not alıp, otistiklerin oyununa karışıyor, otistikler de şaşırıyor, sonra da bozuluyorlar. Başta dediğim konu, hani siz bir oyun uydurmuştunuz, sonra bu oyundan zevk bile almayan birileri sırf çıkarları var / ya da daha fena olarak, sadece yapabildiklerinden kelli oyununuza dahil olup, üstüne bir de sizi yenmeleri olayı.

Çok yazdım, sıkıldım, bu kadar yazmışlığım olduğundan göndermemeye/silmeye de kıyamadım, siz kusuruma bakmayın, bir ara Nurullah Ataç’tan acı-tatlı bir deneme yollarım, ödeşiriz. İyi pazarlar (pazorlor)!

Poffidi pof pof.


Benle Georgina, baştaki resimden 5 yıl önce, 10 yıl sonra