Ben, Can, Xue (Sen TSzu gibi bir şey)

Bu yılki Nobeller çok verimli geçti, 3 Ekim perşembe günkü dönemin ilk fizik dersinde sınıfta yotta-, giga-, atto-, femto- vs. öneklerini konuşurken, femto-‘ya örnek olsun diye, “bizim arkadaşlar” (Alpan & Selçuk bu arada, ki Alpan’ı da görmeyeli tam yıl olacak, nereden biliyorum, çünkü bu aralar bu seneki YMF için toplanma zamanımız geliyor), “femtosaniye mertebeli lazerlerle çalışıyorlar, çünkü bilim.” (hassasiyet, yüksek çözünürlük, vs vs… fizik blogu değil zira burası), “onlar femto- mertebesinde çalışıyorlarsa (femto-: 10-15 bu arada), en ileri ultrasüperdüper yerlerde de 10-16, haydi bilemedin 10-17 olsun” dedim, sen misin bunu diyen! Tam da benim bunları söylediğim anlarda, Nobel komitesi bu yılın fizik ödülünü açıklamış: 90’lardan bu yana atto- (10-18) mertebesindeki çalışmalarından ötürü gökten üç Nobel düşmüş üç bilimbireyinin başına (bir nisan, bir birey; üç lisan üç insan; anjinsan toranaga).

Çarşamba günü kimya ödülü açıklandı — kimya Nobel’i ile ilgili biz fizikçilerin çok tatsız bir şakası vardır, burada tekrarlamayacağım (derslerde yeterince söylüyorum arsızca, utanmadan (bunlar eş anlamlı mı? sanırım), ama tabii bu seneki ödül kuantum noktalarına verilince bizler de ekstra mutlu olduk fizik camiası olarak (98 Nobel’i DFT’den ötürü Kohn ile Pople’a verilmişti; Kohn da Bilkent’teki bir seminerinde şu anısını anlatmıştı: 98’in sabahında İsveç’ten arayıp Nobel’i aldığını söylemişler (“ilk benden duy istedim…”), o da işte o neşeyle kampüste ofisine giderken iki öğrenci yolunu kesip ayaküstü basit bir kimya sorusu sormuşlar (adam fizikçi ama kimyadan Nobel alıyor), “ödüm patlamıştı” demişti (İngilizce nasıl dedi hatırlamıyorum şimdi ama işte size meali), “ya bu basit kimya sorusunu çözemeseydim!” (ama çözmüş neyse ki, sizi cliffhanger’da bırakmayayım, coathanger’a alayım, buyurun, geçin şöyle).

Bahisçiler ilginç insanlar (değiller), internette William ile Kate’in çocuklarının ismini ne koyacaklarından bilmemne’ye kadar (girişi W&K ile yapınca daha üste çıkamadım) her konuda bahis var, bunlardan biri de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kimin alacağına dair. O siteye bakarken 15-20 kişilik listeden 4-5 tane yazarı biliyor olduğumu görüp hayıflandım. Murakami tabii kamber edasıyla yüzyıllık bekleyişini sürdürüyordu (birkaç ay önce hakkında çıkan bir yazıda eserlerindeki iki boyutlu kadın karakterler yüzünden Nobel konusunda ilelebet avcunu yalayacağı öngörülüyordu satır arasında, ne yalan söyleyeyim, ben de katıldım bu fikre, doğruya doğru); ama benim için asıl üzücü olan, listedeki en güçlü iki adayla (1. Can Xue (Sen Tszu gibi okuyorlar); 2. Jon Fosse) hiçbir şekilde bir aşinalığım olmaması idi (you can ring my beeeeellll Ding Dong Ding Dong my bell!). Bu utançla daha fazla yaşamak istemeyip, gittim Can Xue (ben size şöyle böyle okunuyor diye hava atıyorum ama basbayağı Can Şu diye ünlüyorum ben de) işte Can Xue’nun en öndeki “The Last Lover” kipatını alıp okumaya başladım. Yazar hakkındaki anahtar kelimeler “Kafkaesk”, “Borgesyen” idi.

Okumaya başladım. Vaktiyle, Murakami’ye ilk başladığımda sıkıntıdan bırakmıştım (hem de “The Wind-Up Bird Chronicle” idi adı geçen kipat! 30 Temmuz’da onu bitirmişim, ardından okuduğum 11 kipatın 5’i Murakami olmuş (HardBoiledWEotW, Wild Sheep Chase, Dance Dance Dance, Pinball 1973, Kafka on the Shore; 4’ü M. Banks, Culture), o derece yani ki WUBC elimden hiç bırakmadığım, dönüp dönüp okuduğum iki kipattan biri (diğeri: John Crowley’nin Little, Big’i). Başta epey afalladım (Can Teyze’nin tipi de pek yardımcı olmuyor bu arada, ayıp ama öyle) zira bu ne saçma sapan bir şeydi ya Rabbi! Sonra, epey sıkıcı bir tanıdığımın anlattığı uzuuuuuuuuuun bir rüyayı dinliyormuşum gibi mizansen yaptım, öyle yapınca kipat da biraz daha okunur hale geldi (zaten rüyaların “gerçek” hayatın içine kanaması, örtüşmesi, hedesi anlatının baskın özelliği), bu aralar tipik bir David Lynch filminin edebiyattaki karşılığı diyerek okumalarım devam ediyor (Teyze daha çok öyküleriyle ön plana çıkıyormuş, kipatı bitirebilirsem bir de öykülerinin tadına bakacağım). Şimdi epey çiğlik, kötülük ediyor olacağım ama 5 Ekim gelip de Nobel Edebiyat Ödülü açıklandığında, için için sevindim. (Orçun Künek mode on) Nobel komitesinden biriyle karşılaşsak, “Can Xue yerine Jon Fosse’nin aldığına çok sevindim” derdim, o da deseydi ki “çok mu okudunuz Fosse’yi?”, ona şu cevabı verirdim sevdiceğim: yok onu hiç bilmem etmem ama Can Xue’yu biraz okumuşluğum var. (iki saattir “senin kraliçeliğini referandum konusu yapmam oh bebek”i arıyordum, en sonunda yine bizim bahçede buldum [derman arardım derdime…]) Bu Orçun Künek arayışları sırasında aklımda yazmak için tuttuğum diğer şeyler gitmiş arada, olacak o kadar.

Deneyelim bir. Hani filmlerde (İngiliz madenci ailesi filmlerinde, bir de Amerikan suburb single mother filmlerinde) olur ya, uzmanlar gelir, anneye/babaya “çocuğunuz gerçek bir dahi, onu en iyi hocalarla okutmak istiyoruz” der, ebeveyn de “nea? bizim şu aptal Çarls mı?!” diye hayrete düşer (Çirkin Külkedisi Yavrusu sendromu), işte sanırım Can Teyze de Nobel’i alsaydı öyle bir şey olacaktı (“Emin misiniz? Ablası var, ağzı daha laf yapar, bir de ona baksaydınız..”). Ama bin tane kusurum varsa, bir tane iyi yanım vardır, o da bilene, anlayana saygı göstermek (benim anlayamıyor olmam, eserin anlaşılmaz olduğunu tabii ki göstermez, beni aşıyordur, nokta, okkada). O nedenle okumaya devam, belki bende de açılır bir kapı, iki göz.

Scott Pilgrim’de (filminde) bayıldığım bir olay var: Black Sheep çalarken, Scott-Ramona-Todd-Envy arasındaki geçişler: Ekran ikiye bölünüyor, birinde taraflardan biri, diğerinde diğeri çıkıyor ama eş zamanlı olarak değil, şunun gibi:

Muhteşem bir buluş! (Bizde bu teknik yüzyıllar önce “Dünyayı Kurtaran Adam”ın sonunda Cücü’nün başkötüyü bir el darbesiyle ikiye yarmasını temsil etmek için kullanılmıştı gerçi ama neyse boşver, bissigara versene…)

(Başka ne yazacak idim? Roald Dahl -> Wes Anderson? I-ıh)

Cuma günü ise Nobel Barış Ödülü verildi. Hep üzücü şeyler, birkaç münferit örnek dışında insan daha da üzülüyor. Bu sene İran’dan Nergis Muhammedi’ye verildi ödül, sihirli bir şekilde şu tesadüfe bakın ki tam da o gün hapisten salıvermişlerdi Muhammedi’yi. Muhammedi’nin fizik mühendisi oluşundan geçen günkü dersimizde bahsettim, etik ve insan olma konusundaki ilerki dersimizde başka örneklerle işleyeceğimizi de ekledim (“iyi bir insan olmadan iyi bir mühendis olamazsınız”).

“Ben, Can, Xue (Sen TSzu gibi bir şey)” için 2 yorum

  1. Diğer okuyucuları bilmem de ben şakayı baya merak ettim ama ya. Bir de Murakami’den öyle bir söz etmişsiniz ki direkt listenin başına ekledim The Wind Up Bird Chronicle’ı. Hoşuma giderse mutlaka Crowley’nin kitabına da bakacağım!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir