bugün de canım yazmak istemiyor.

Çetin Altan gibi yapmayacağım, oturup yazacağım ama onu, bunu, şunu değil. Mesela şöyle bir şeyi:


 

 

Yukarıda resmi görünen kişinin adı Newt Gingrich, ABD’li politikacı, hatta 2012’de Cumhuriyetçi Parti’den başkanlık için aday adayıydı. Yukarıdaki resmin alıntılandığı küresel ısınma üzerine bir oturumda cömertçe paylaştığı birçok inciden biri de "insanların dünyanın dengesini bozabileceğinin düşünülmesinin bile abesle iştigal olduğu" idi. Epey alçakgönüllü bulduğum bu açıklama, insanlığa olan mevcut inancımın daha da pekişmesine yol açtı. Bir HIV virüsü kolonisi, ya da kanser hücreleri öbeğinde, onlardan biri olduğumuzu düşünelim: hunharca çoğalıp, tüketirken bir tanesi çıkıp diyor ki "arkadaşlar, biz böyle devam ediyoruz ama bunun sonu hayırlı değil, bu sistem giderse biz de de facto gideriz demektir…" diğerleri gülüyor, ben de gülüyorum, hiç mikroskobik bir mikrobun (pardon the pun) koskoca bir vücudu tüketebileceği baki mi! Ye, ye bitmez. Sonuçta bizler virüsüz, mikrobuz, kanserli hücreleriz, karakterimiz bu, elden başkası gelmez, doğal halimiz bu. Hapşırık gibi bu şehirden başka bir şehire; bu ülkeden başka bir ülkeye; bu gezegenden başka bir gezegene sıçrayabilirsek bir süre daha yaşayabiliriz başkalarında ama o kadar uzun uzadıya da düşünmemek lazım.

Bense (/benim canım) onun yerine bir adaya düşmek istiyorum (/istiyor). Yanıma da eski arkadaşlarla birlikte, vaktiyle "güç yozlaşma doğurur ve mutlak güç, mutlaka yozlaştırır." ("Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.") demiş Dalberg-Acton’ı almaya karar verdim (okeye dördüncü). Şarkılardan NIN – "Year Zero" albümünü, fallardan papatya falını ve sevdiklerimden herkesi alıp, geri kalan her şeyi size bırakıyorum; hani olmaz ya, Nuremberg’de, 1946 gibi raslaşırız belki (hiç umudum yok, zaten oligarşinin demir yasasının art-sonuçları (corollary) da her halükarda herhangi bir umut eyleminden mahrum bırakıyor yours truly‘yi – siz kaçın kendinizi kurtarın).

Özetle: Toplumsal bir olay için sevinebilmek! Ne zaman, nasıl?

bir iki kelime ya da biraz daha güzel bir şeylerin nokta

Göreli epey (1-2 ay arası) oluyor, G’N’R’ın leziz şarkısı "Sweet Childe o Mine"ını yorumlamışlar jazz olarak*, olmuş gibi. Vaktiyle ben Ella Fitzgerald’dan "Sunshine of Your Love"ı dinleyip kanmıştım "orijinali odur" diye (koskoca leydi, bitli hipiler Cream’den cover yapacak değildi herhalde! Öyleymiş kazın ayağı). Geçen gün neşe içinde bahsettiğim Boogie-Woogie dansları var, Amelie var, ama (herhalde) en uç örnek olarak steampunk dünyası var. Gerçek olmadığını (ya da daha doğru olarak gerçekleşmemiş olduğunu diyelim) bile bile kurgulanan bir dünya (bunu bu şekilde yazınca da aklıma Babavatan ile Yüksek Kuledeki Adam geldi, ama o janrı ("alternate history") şimdi bir kenara bırakalım). Elfler, orklar varmış, ejderler uçarmış değil, güpegündüz bu zamanın o zamanda yansıması (bir nüansa dikkat çekmek istiyorum: o zamanın bu zamanda yansıması post-modern dünyada normal, hatta dikkat etmezseniz arada kaynayacak bir şey olsa bile (yine de Fransız Teğmenin Kadını çok ama çok üstün bir istisnadır bu duruma), dediğim bu zamanı o zamana götürebilmeyi başarabilmek).

Bir keresinde bahsetmiştim, yine bahsedeceğim, 12 Maymun’un başında bir yazı çıkar…

Çok ilginç geliyor bana, o zamanki insanlar gibi davranmaya çalışmak. O zamanki insanları konuşturmak, halbuki o zamanki insanlar hiç olmamıştı belki de: hep biz vardık, tek biz vardık. Marty McFly’ın (ki 1985’te çekilip, 1985’te geçen bir filmde gelecek diye 30 sene sonrasına, 2015’e gider) kovboylar zamanına giderkenki giydiği elbiseler ne kadar gerçekçiyse, biz de o kadar gerçek (aslına, hatıraya, ahde) sadık davranıyoruz, kimse gücenmediğinden yanlış yapmış da olmuyoruz.

"X yaşasaydı/burada olsaydı/duysaydı böyle yapardı." Hayır efendim, yapmazdı, zaten onun o andaki yokluğu yüzünden böylesi emin olabiliyorsunuz. Woody Allen (ki geçen hafta bir arkadaşa karşı kendisini savunmak zorunda kaldığımdan biraz güceniğim) bunun zirvesini yapmıştı (Annie Hall’daki Marshall McLuhan sahnesinde), üzerine hiçbir şey söyleyemeyeceğim (3 dakika izlemek sizi yorarsa, son 50 saniye diye not düşeyim…).

Star Wars, steampunk’da nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Ben düşünmemiştim ama bu başkalarına engel değil.

hatta yapılmışı dahi var.

(Elbet bir hinlik vardır bunu yazışımda, ey bloga çakıllar karıştıran nisyan! 8P)

ne kadar da bağlantılı bir giriş oldu bu böyle, iki kelime laf bile etmedim halbuki.

* Bu da başka bir örnek olsun "Postmodern Jukebox" arkadaşlardan: 1930 Jazz yorumuyla Careless Whisper (arada Dave Brubeck taksimi de var).

istersen hiç başlamasın.

O şekilde (/dağınık) bırakmak istemedim, o yüzden bu (kriptik olacak) mesajı yazayım istedim. Bu aralar kendime oto-sansür uygulayıp durmakla meşgulüm, öyle böyle değil, normalde çok önemli bir şeyler söyleyeceğimden de değil. Bir şeyleri bekliyorum arada, bilmiyorum neyiz ve nerelerdeyiz (elbet bulunur bir çaresi). Şarkı sözlerini hatırlamakla, çağrışımlar yapmakla meşgulüm (kafiye olsun diye değil). Georgina için defter tutuyorum bir süredir (bir ayı aşkın bir süredir olsa gerek), görünce teslim edeceğim. Geçen sene bunun bir benzerini Nerea ile yapmıştık, Nerea da bir şeyler bekliyor, hepimiz bir şeyler bekliyoruz, ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım (böyle yazınca acaba açık açık referans vermek de gerekiyor mu, mesela Turgut Uyar‘a? Turgut Uyar gücenmezdi, onu bilirim, Cemal Süreya olsa mutlaka (gücenirdi anlamında), Edip Cansever olsa umursamazdı). Bu aralar hep eski şiirleri, eski şairleri okuyorum (eski şiirleri yırtsan ne çıkar, yenilerinde de aynı hava, sana göre ben huysuz oldum, bana göre sen alıngan, işin özü hep aynı kalmamızdır, istersen beni bir süre arama* — aaaah, bu referans verme işi yavaşlatıyor beni, referans verince sadece ezberden de yazamıyorum bu sefer, doğru alıntılamak gerekiyor zira…). Şarkı sözleri mi çağrışıyor demiştim başta, değiştirelim onu, ya da genişletelim anlamını, şiirleri de katalım. Geçen Bengü’yle karşılaştıktan sonra Behçet Necatigil, Sevgilerde geldi doğal olarak aklıma: ne güzel okumuştu Bengü o gün o şiiri o edebiyat dersinde (14 yıl önce). Ben de Nurullah Ataç gibiyim: şiirden anladığımı sanırım, şiir yazamam ama.

Ne diyecektim ben sahi? Vakit geçirecektim, yazı yazacaktım (Ankara’dan abim gelmiş, evde bir bayram havası). Düşes’ten bu görüşmemizde de "Düşes Kitaplığı"na bir dolu kitap aldım, saymakla biter mi, bakalım:

  • Julian Barnes / Staring at the Sun
  • Julian Barnes / Before She Met Me
  • W. Somerset Maugham / The Razor’s Edge
  • James Herriot / All Creatures Great and Small
  • J.M. Coetzee / Disgrace
  • Katherine Mansfield / The Collected Stories
  • Enis Batur / Kediler Krallara Bakabilir
  • Enis Batur / Elma
  • Enis Batur / Amerika Büyük Bir Şaka, Sevgili Frank, Ama Ona Ne Kadar Gülebiliriz?

Bir de Ece’ye gelen "Mujercitas" var (Geronimo Stilton adaptasyonu olan – iki gündür harıl harıl okuyor, çok heyecanlanıyoruz ama bir şey de diyemiyoruz büyü bozulacak diye 8). [Dudağımın altındaki ben] // (Sana aid lebimdeki buse, Lebinin surh-ı bizevali benim (Dudağımdaki öpücük sana ait, Dudağının hiç geçmeyen kırmızılığı benim*) Ahmet Haşim okumaya başladım da gene, nicedir).

Resim koysam ne güzel olur… Gittim, baktım buldum bir tane, bir sürü güzel insanın olduğu, izin filan da almıyorum, political correctness da bir yere kadar, (itirazı olan varsa çıksın söylesin beyler, photoshop’la kaş-göz çizeyim… kendim blurred çıkmışım diye de söylemiyorum bak!)


"Turkish Physics Scene, circa 2013" 8P)  [Foto: N.Nayır]

even the losers get lucky sometimes / ya da Gabba Gabba Hey!

STDün eski CD’lerin içinden Tom Petty & the Heartbreakers çıktı da, kendimi dostların arasında buldum. Tom Petty, Ramones ile birlikte, kaybedenlerin ("Losers"ın Türkçe mealini "Kaybedenler" diye yazınca, terimin orijinalinden bağımsız olarak, misal Sincerely, L. Cohen’in "Görkemli Kaybedenler"i (Beautiful Losers) gibi aslında hiç içerilmeyen matahlık, iyi bir şeylik payesi veriyor gibi hissediyorum. O yüzden müsadenizle günümüz ("dünümüz?" zira 20 sene kadar oluyor bu kullanımı ilk duyduğumdan) gençliğinin kendilerinden beklenmeyecek bir yaratıcılıkla vuku buldurttukları "ezik" tabirini kullanacağım – bunu yazmamla birlikte, aslında şimdiye kadar kocaman bir parantez içinde bulundığumuzu ve fark ettim ve kapattım) önde gidenleridir. Şimdi bu tür önermelerde, karşı argüman (Nimzowitsch Açılışı) "o kadar çok tutulan, tanınan adamlardan ezik olmayacağı" savunmasıdır.  Olur efendim, bal gibi olur, hatta daha da bir güzel olur, zira yüksekten her akşam düşmek, hep kıl payı ile ıskalanmak ezikliğin pekiştirici pekmezindendir. Bu noktada fotoğraf albümüze dönecek olursak, sene 1995 (1996?) "sevdiğim kız" bilgisayarın yanındaki Suicidal Tendencies – Still Cyco After All Those Years albümünü eline alır, oradaki konser fotoğraflarındaki tipleri görür ("kimse bakmıyormuşçasına danset" yok mudur, işte onlar bunun gerçeğidir), zaten CD’yi aldığım Sui’yi de tanımaktadır, "işte sizin gibi tipler.." der (kaldı ki, çok sevmişti o kız beni, her seferinde onlarca şans tanıdı, kazanmamı istedi de hiçbirini başaramadım, o da çok takmadı sonradan, yollarımız ayrıldı, gitti). Kazananları sevemedim hiç. Başarılı insanları takdir ettiysem de, kazananları tutan olamadım. Ramones’i (müsadenizle Espanyolca aksanıyla (~ yazıldığı gibi) okuyacağım) de bu yüzden sevmiştim zaten. End of the Century’ye kadar (ve özellikle o albümde) hep yırtmak, meşhur olmak istediler, hiçbir zaman olmadı, ölümlerine değin. Kliplerinde Lemmy oynadı, Eddie Vedder konserlerinde pinhead maskesiyle dans etti, ama onlar o ufacık sınır çizgisini aşamadılar, istediler ama aşamadılar ve kabul ettiler ve ait oldukları yerde çaldılar. 
 

gabba gabba hey! - Mitch KellerTom Petty’yi aklıma geldikçe dinlerim, ya da bazen tam da bir şeyler yazarken arka planda kendiliğinden çalmaya başlar, yazmayı bırakır, efkarlanırım, neyse boşverelim şimdi bunları (ama nasıl? daha karar vermediniz ki // bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri* —"best of everything" var daha, "even the losers" var, oradaki dansları var, "change of heart" var ki, burada en "cool" hareketinin sevdiği ama onu kullanan kıza hayır diyebilmesi olan birinden bahsediyoruz.). Dinlerim de, öyle albümden bile değil, Anthology adındaki iki CD’lik toplama albümünden (Nick Cave’i, mesela, albümlerden dinlerim, başka türlü düşünemem bile dinlemeyi ama hem o bir "ezik" değil, hem de Tom Petty dert etmez nasıl dinlediğimi).
 
Çok sevdiğim bir arkadaşım, epey büyük bir yıkımdan sonra hafıza kartlarından yaptığı kolyesini (öyle miydi?) takarak reseti basmıştı. Ben onları sevdim, Türkiye’den de Cahide Sonku’yu severdim elbet, tanısaydım. Hiç kendimden bahsetmedim, şöyleyim, böyleyim demedim, ismim Mesut, göbek adım Bahtiyar, yıllarca hep böyle bildiniz siz, Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz…
Yüksek yüksek tepelere…

 

İstanbul’da güzel günler…

Dün çok güzel bir gündü. Temmuzdan başlayalım: temmuzun sonlarına doğru, İTÜ’den arkadaşım sevgili Tolga’dan bölümde bir seminer vermek üzere davet aldım, seve seve de kabul ettim. Oturup hesap edince, İTÜ’yü en son ziyaret edişimin üzerinden 10 yıl geçmiş (Emir’li, Tolga’lı, Suzan ve Bengü’lü bir resmimizi buldum da, hesabı oradan yapabildim). Aralarda İstanbul’a gidip gelmişliğimiz olmuşsa da, akraba ziyaretlerinden dışarı çıkmaya pek vakit olmamıştı.

Perşembe günü öğleden sonra İstanbul’a vardım – normalde akşam varacaktım ama Gürer’in İstanbul’da olduğunun (ve dahi ertesi gün döneceğinin) haberini alınca, bileti erkene aldım, normalde x saatinde kalkacak otobüs/tren/vapur için x-1’de ilgili yerde bulunan bir insanımdır (uçaklar için x-2), yine de 10.00 otobüsünü (otobüsümü) kaçırdım (normal zamanlarda 20 dakikada, anormal zamanlarda 40 dakikada aldığım ev->Kızılay mesafesini paranormal bir zamanda 1 saat 40 dakikada alınca), dert etmedim (ne gam, ne keder), 10.30 otobüsüne bilet aldım, kaçırdığım otobüsümü Bolu’da mola yerinde yakaladım bile (ama yüz vermedim, o beni bırakıp gitmişti, seven beklerdi)…

Lafı uzatıyorum (hiç yapmadığım bir şey!), sonuçta Gürer Beyciğimle bir güzel arşınladık Kazasker sokaklarını, yedik içtik, gereksiz bir dolu şeyden konuştuk, bol bol güldük, eğlendik (her zamanki gibi).

Gelelim sunum işlerine — geçen senenin başlarına doğru, tam olarak bilmiyorum ne zaman, ne vesileyle fakat bir anda seminer/topluluğa konuşma/ilkgençlik heyecanlarım bir anda patlayıp yok oluverdi, kaldı ki, seminerlerden de genel olarak pek haz etmeyen bir adamımdır (şimdiye kadar hiçbir seminerde bir anda satoriye ulaşmış birisiyle karşılaşmadığım gibi, aylardır üzerinde uğraşılan bir sorunun da pat diye çözüldüğünü göremedim) – hakkını yemeyelim seminerlerin: asıl amacının bilgi aktarımı değil de, sosyalleşme ve bilgi aktarımına yol açma olduğunu düşünürüm, bu yönden önemserim ama işte dediğim üzere, amaçtan çok araç olduğuna inanırım. Bütün bunları söyledikten sonra, artık ne kadar inandırıcılığım kaldıysa, sunumun güzel geçtiğini söyleyeyim; zaten sabahtan Ahmet Hoca’nın (Togo Giz) "Fizik Mühendisliği’ne Giriş" dersine ziyaretçi olarak katıldım, ders 102 nolu sınıftaydı — İTÜ’deki ilk günümüzde Ayşe Hoca’nın (Erzan) ilk dersimize, fiziğe geldiği sınıftı o (tebeşir yiyip, "ferasetsiz" azarını işitişim de aynı derse rastlar, ama hak etmiştim de!), oradaki öğrencilerin de ilk senesiydi, nostalji oldu. Neyse, ne diyordum, sabahtan öğrencilerle epey bir paslaşmıştık, akşamki sunumda daha çok büyükler (y.lisans/doktora) vardı — çok da sıkılmasınlar diye, potpori misali biraz ondan biraz bundan daldan dala kona kona anlatıyordum ki, arada kapı açıldı ve içeri taa lisans yıllarımdan Bengü geldi! Benim zamanımdaki hocalar aşağı yukarı aynen mevcudiyetlerini devam ettirseler de, tabii arkadaşlar bir yerlere dağılıyor yıllarla — Tolga’dan başka tanıdığım "dönemdaşım" yoktu, Tolga da sağolsun, krallar gibi ağırladı bizleri (doktora öğrencim Nadire de İTÜ’de y.lisans yapan kardeşini alıp sunumda beni yalnız bırakmamıştı) gün boyunca ama Bengü’nün gelişi günün sürprizi idi! Bengü’yle uzaktan birbirimizi tanıyıp, birbirimizin farkındalığımız vardır (bu kim bilir kaçıncı düzeltme — "birbirimizin farkındalığımız" dedim ya, öncesinde "acknowlege edişimiz" yazıyordu, yani buna yine şükredelim — bulamadım Türkçesini, ne yapayım, başka şekillerde tanımlamaya çalıştım, her seferinde garip oldu) — işte bir yolun iki yakasından selamlaşan tanıdıklar gibi, siz onu, o sizi tanırsınız birbirinizi birbirinizden habersiz: bilirsiniz ki, yolun karşı tarafına geçseniz konuşacak çok şey var, ama -belki de tam da bu yüzden- şöyle bir el sallayıp, yolunuza devam edersiniz.

Neticede benim sunum bitti, oradakilerle ayak üstü tanıştık, Neşe Hocamla (bir tanedir, ne çok özlemişim güleryüzlülüğünü!) vedalaştım, daha sık geleceğime söz verdim, arkadaşlarla biraz takıldık. Moralim zirvede, pillerim tam dolu bir biçimde "anne evi"ne döndüm. Cumartesi Ece ile Bengü geldiler İstanbul’a, Düşes’le hasret giderdik (yurt dışındaykene daha mı sık görüşüyorduk acaba?), ağabeyimler, dayımlar, pazar günü akşam epey yorgun bir halde dönüşe koyulduk, havaalanından eve Ece yolda uyudu (pek sık uyumaz yolda), bugün biraz ateşli uyandı, Bengü de kırık hissediyor, çabucak iyileşirler inşallah.

İşte böyle bir şey Ankara-İstanbul-Ankara. Paralel zamanlar, paralel hayatlar. Ah, bir de: (yine) Ayşe Hoca’dan (ve yine haklı olarak) azar işittim (vefasızlığımla ilgili olarak), yine çok utandım…

Hamiş: "Dün" diye başlayıp cuma gününü anlattıktan sonra "pazar günü akşamı" epey yorgun bir halde döndük deyince bunda tabii ki son bir haftadır ailecek yoğun bir şekilde "Back to the Future" serilerini izlemişliğimizin de etkisi vardır ama asıl sebep girişin yazımına cumartesi itibarı ile başlanıp, ancak pazartesi bitirilebilmesi gerçeğinde aranmalıdır.