Sanat kimin içindir? (Benim içindir)

Geçen hafta Google’ın yapay zekası Gemini ile hoşbeş ediyorduk, kendisine dedim ki, ‘ben “Little, Big”i çok seviyorum, ne okusam sence?’ O da şu beş kitaplık listeyi önerdi:

  • Susanna Clarke : Jonathan Strange & Mr. Norrell
  • Susanna Clarke: Piranesi
  • Neil Gaiman: The Ocean at the End of the Lane
  • Hope Mirrlees: Lud-in-the-Mist
  • Erin Morgenstern: The Starless Sea

Susanna Clarke’ler zaten çok sevdiğim kitaplar arasındaydı halilhazırda, ben de vaktiyle çıktığında okumadığım “The Ocean at the End of the Lane”ini okuyayım dedim, hem açıklamasında “hafıza ile ilgili bir şey bir şey..” filan da yazıyordu (ve tabii ki ne Banville’in “The Sea”si, ne de Barnes’ın “The Sense of an Ending”i gibi değil, Gaiman yaw, adı üzerinde…). Kipat işte bildiğiniz Gaiman kipatı idi, hafıza kısmı iyi bir açıdan vuruyordu (neden olmasın?). Kolayca da okununca, listedeki diğer iki kitaptan devam edeyim dedim. “Lud-in-the-Mist” basılalı epey oluyordu (1926), biraz küflenmiş olabilir diyerekten diğer kitaba, Erin Morgenstern’in “The Starless Sea”sine başladım, çok beğendim: Little, Big’in edebi artistlik seviyesinin hayli uzağındaydı ama çok güzel, olmasını isteyeceğim, klişe tabiri ile “beni alıp götüren” bir dünya kuruyordu. Zevkle, severek okudum. Kipat artık bitebileceği bir yere geldiğinde de bitmedi üstelik, bis’e çağrılmış Kenan Doğulu misali, bir o kadar daha gitti o noktadan sonra. Samimiydi, güzeldi.

Gemini’ye teşekkür edince, o da bana birkaç kipat daha önerdi üstüne, aralarında da Gaiman’ın “Neverwhere”i ile, TJ Klune’ın “The House in the Cerulean Sea”si vardı. O iki kipatın yanına, bir de Erin Morgenstern’in “The Starless Sea”sinden önceki (ilk) kitabı “The Night Circus”ı ekledim, tablete attım. Tatları karışmasın diye, “Night Circus”ı sona bırakıp, “The House in the Cerulean Sea”ye başladım. Çok suni, hijyenik, naif (ama o kadar da olunmaz ki), “iyi kalpli” bir kitaptı (sonunda sevgi kazanıyor 8P <facepalm><shrug>). Dün ucundan “Neverwhere”e başladım — Neverwhere’i de 2001’de, Ankara’da internetten (Ulaş’tan belki de?) zar zor bulduğum 6 VCD’den izlemiştim (VCD değil de, divx’di sanırım ya), ben onu dizi olarak biliyordum yani, zaten öyleymiş de, Gaiman senaryodan bir sürü şey atılıp durunca, kıyamamış, ben bunun bir de romanını yazayım en iyisi demiş.

The Starless Sea’de çok sevdiğim birçok şeyin yanısıra, uçucu hikayeler var. Gerçekten ben çok sevmek. Kesin demişimdir önceden ama arayıp bakmayacağım. İşte Budistlerin yaptığı mandalalar var, aylarca uğraşıyorlar, bitirince şöyle güzelce bir bakıyorlar, içlerine sindiriyorlar, sonrasında da bozuyorlar. Kayıt yok, tasvir yok, hepsinin aklında ufak tefek farklılıklarla ama çok güzel kalıyor. Aklımızda güzel kalıyor, güzel anılar. Görüntü ve ses konusunda ileriyiz, verbatim kayıtlar alabiliyoruz, hayalgücüne pek yer kalmıyor, harmanlayamıyoruz o ana dair güzel hislerimizle (çocukluktaki o muhteşem abartılı anılar, nostalji katkılı her şeyin en coşkulu halleri!) ama yine de koku ve tatlar hâlâ (ve neyse ki) bu dijitalleştirmenin dışındalar. Yediğimiz o en güzel yemekler, hâlâ en güzel yemekler kalmaya devam ediyor, çocukluğumuzun çiçekleri, çilekleri hâlâ güzel kokmakta hatıralarda…

Bazen -ama hakikaten bazen, daha kafayı o kadar yemedim neticede, çok şükür- aklıma 150 yıl öncesinin gezgini geliyor: Prag’da gördüğü muhteşem saat kulesini, Eyfel’i, Pisa’yı, şunu bunu ballandıra ballandıra anlatıyor, bir ömür boyu o anları saklayacak, o kuleler daha da muhteşemleşecek. Geçen gün bir barok konserine (Accademia Bizantina) gittik, iyi ki de gitmiştik, güzeldi (diğer 10 kişinin esas kemancı amcanın arka harmonikleri görevini üstleniyor olmaları dışında), dinlerken dedim ki, kendi kendime, o zamanlar bir insan hayatında kaç kere bu tür bir müziği duyabiliyordu, kaç kere tiyatro kumpanyası geliyordu da izliyordu. Düşünsenize, hasbelkader uğraşmışsınız (azıcık da soylusunuz, yani imkanınız da olsun), Beethoven geliyor tanıdığınızın tanıdığının sarayına, siz de ucundan, perdenin oradan bir yerden dinliyorsunuz, sonra uçup gidiyor! Düşün düşün hatırlayamıyorsunuz o vurucu melodiyi (Da-da-da-daaaaa!).

Bir de Postman’in (Neil, Amusing ourselves to death) şu kendi mezheplerinin kurallarını esnek olabilsin, çağa ayak uydurabilsin diye yazılı olarak tutmayan grubun anekdotunu yazayım dedim, biraz aradım blog girişlerinde, bulamadım, çok da önemli değil, vazgeçtim.

Life is what you make of it — Talk Talk’dan gelsin

Anahtar kelimeler, örneğin, Be Kind Rewind’ın Fats Waller Was Born Here’ı.

“This must be the place”

Ne demiş Little, Big? “The things that make us happy, make us wise.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir