Ölülerle konuşmak…

Bu aralar yine çizgi romanlara sardım (deli hasretinle ben / öylece kalakaldım). Geçen sene Eray dikkatimi çekmişti, TMNT: The Last Ronin‘e – o zaman indirmiştim, öylece duruyordu. Ece, iki yılın ardından kayıp iPad’i bulunca, güzel de bir çizgi roman uygulaması keşfedince (Chunky Comic Book Reader – başta iyi olduğunu bildiğimden değil, iPad’in bendeki versiyonuna yüklenmeyi kabul eden tek çizgi roman uygulaması olduğu için  indirmiştim bu arada 8), çizgi roman festivali başladı: ısınma turu olarak arşivimdeki John Constantine: HellBlazer’lardan başladım, bir 60-70 tane, az çok hatırladığım. Sonra onun bir bölümünde (#60 – Nativity Infernal) bir melekle succubus birbirlerine aşık olup, bebekleri oluyor — bu da bana ne zamandır arka planda beklettiğim Saga‘yı hatırlatınca, vaktin geldiğine hükmedip, ona başladım (3 kitapta toplanmış durumda).

TMNT The Last Ronin
TMNT – The Last Ronin, Michelangelo ve “diğerleri”
John Constantine: Hellblazer #60 – Guys and Dolls Part 2: Nativity Infernal (bu sayının kapağı da süperdir)
Saga #1

Saga beni benden aldı götürdü, çok ama çok güzeldi, -biraz ayıp olacak ama- fabl tadındaydı, temiz (saf), siyah-beyaz olmayan (mutlak iyi / mutlak kötü anlamında) güzel bir masaldı 1. kitap (1: 1-18 | 2: 19-36 | 3: 37-54. fasiküllerden mürekkep). Ama sonra ne yazık ki 2. ve daha da fenası 3. kitapla devam etti… 8(

Saga bitince, ağzımın tadını (palate şekerim) düzeltmek için Scott Pilgrim’lere başladım, filmi gibi güzeldi, benzer yanları da güzel gitti, farklı yanları da – filmi bu arada daha iyi kotarılamazdı. Filmi seyrederken çizgi romanın, çizgi romanı okurken de filmin hakkını verdiriyor.

Bitti mi? Neredeyse… Villeneuve’ün Dune’unun gazıyla Jodorowski & Moebius’un The Incal’ına devam ettim. Bitti ama ben de bittim, bazı şeyler 80lerde kalmalı.

Biraz (duygusal yoğunluğa dayanamayıncaya değin) Ken Parker (Alaska) sonra TMNT: The Last Ronin, nihayet. Çizgiyi geçerseniz TMNT hakkında spoiler geliyor (ilk 5 sayfada öğrendiğiniz bir şey) ama bence değer. 😉


Şimdi efendim, The Last Ronin’in başında öğreniyoruz sezdiriliyor ki, Michelangelo intikam peşinde, diğer bütün ninja kaplumbağalar + Splinter Usta öldürülmüş. Diğer kardeşler sürekli arkadan gelip, Mike’a laf sokuyorlar, o da bunlara ters ters cevaplar veriyor ama birkaç kare içinde fark ediyoruz ki aslında ölüler ve Mike’ın tasavvuru olarak oradalar artık (çizildiklerinde de hep gölgelerde çiziliyorlar). Epey yoğun, intikam ve umut dolu bir seri olmuş, tavsiye ederim.

Ölülerle konuşmak… Böyle duygusal bir yazı bekliyor olabilirsiniz ama özellikle kaçınacağım, onun yerine Jedilerden (Cedaylardan değil, biz onları Jedi olarak bildik, Jedi olarak söyleyegeldik) bahsedeceğim: İşte Qui-Gon Jinn’le beraber arkidişler ölümden dönmenin yolunu buluyorlar, bır bır bır ahkam ahkam ahkam, hatta daha fenası falan filan. Peki gerçekte, gerçekten gördükleri ilgili kişilerin ölümden dönmüş halleri mi? Yoksa kendi hayalgüçleri mi? Yoksa Harry Potter’daki müdür tabloları gibi mi? Yoksa A Beautiful Mind’ın “olmayan” hayali insanları gibi mi? Bugün sofrada bir de Hamlet’in babasının hayaletine referans verdim (“Hamlet’in gördüğü aslında bir hayalet değil, bir başka insan olabilirdi, onu gazlayan” ama şimdi biraz araştırınca yok yaw, gerçekten de hayalet imiş o (Günümüz gençlerinin (:: Ece’nin) tabiriyle zortladım.) – ama sanki sanki bir yerde okumuştum böyle ilginç bir yorum… hmmm, bir bakayım bakayım, belki düşündüğüm kipattadır… (10 dakika / 1 gün mola).

[4 gün geçer]

Bulamadım ya, bulamadım. İşin kötüsü, hiç de öyle de değilmiş Hamlet’in durumu, hayalet gibi hayaletmiş işte – ille de tartışılmak istenirse bir belirsizlik Hamlet’in bu hayaletin gerçekten babasının hayaleti mi yoksa onu kötü yola kandırmak isteyen, babasının suretine bürünmüş bir ifrit olup olmadığı konusunda imiş (bir kısım, oyunun ilerleyen sahnesinde annesine iyi davranmasını öğütlediğinden bunun gerçekten de babasının hayaleti olduğunu, diğer kısım ise Hamlet’i tetiklendirmesinin nihayetinde her şeyi ve herkesi yıkıma sürüklediğinden ötürü gerçekten de ifrit olduğunu savunmalarda). Bir de böyle aylardır aradığım Robot Chicken’dan olduğunu sandığım bir sahne var: Hallmark Yılbaşı (/Noel) filmi spoof’u ama bu sefer ağaçlar başroldeler, insanları kesip mobilya/yılbaşı şeysi filan yapıyorlardı ara ara ara bulamadım (en son Robot Chicken’ın reddit’inden de sordum, yanıt yok henüz).

Mesela Disney’in Güzel ve Çirkin‘inin sonunda Gaston Çirkin’i öldürür, Belle ağlar, Çirkin ışıklar (nurlar) içerisinde göğe yükselir, dönüşüm geçirir, insan olur. Buraya kadar hatırladığınız gibidir sanırım, fakat peşinden şöyle bir detay gelir: Belle tereddüte düşer… en nihayetinde “sensin o, gözlerinden tanıdım!” der. Efendim, bence bu iş öyle olmuyor, zira Çirkin’in -ölü- bedeni göğe yükselip de dönüşüm geçirse, ortaya çıkan insanın Çirkin’in aslı olduğuna dair şüpheye mahal kalmaz (giriş-gelişme-sonuç zira). Şimdi gelin kontğrovöğsiyé yorumumu okuyalım: Çirkin, Gaston tarafından öldürülür, Belle ağlar, o sırada oradan geçmekte olan bir delikanlıya gözü ilişir -ya artık çıldırdığından, ya da elindekini kaybetme korkusundan- o delikanlıya Çirkin diye yapışır, “sensin o, gözlerinden tanıdım”, the End. Hoşunuza gittiyse bkz. Sommersby (öpsün seni Bill Cosby).

Bambi (2?)’de bir sahne var, avcılar Bambi’yi avlamak için ışık tuttuklarında Bambi babasının onu çağırdığını duyuyor. Belki hayvanlarda yüze tutulan ışık onları ölmüşleriyle iletişime sokuyordur, nihayetinde Odysseus için Sirenler neyse, ateş böcekleri / güveler için de ampüller / alevler o değil midir?

Bu aralar kaçak olarak aralarda bir-iki Northern Exposure atıyoruz TV kafaya, Chris’in etkisindeyim anlaşılan. Conan’ın bir macerasında (ÇR – aradım internette ama bulamadım şimdi), Conan bir kahine (oracle) danışır, kahin bir heykeldir ama işte bilgece (ve doğruca) konuşur, sonra (Conan gittikten sonra) heykelin arkasından tapınağın müstahdemi çıkar, meğerse o ses veriyormuş heykele (buraya kadar her şey normal, beklendik) ama yalnızken (Serkis’in Gollum/Smeagol – Dafoe’nun Green Goblin/Norman Osborn misali) kendi kendine konuşur: “sanırım çıldırdım / sen olmasan bana kimse ses veremezdi, müteşekkirim” gibi bir şeyler (işin etkileyici yönü bu dediğim kısım bir karede geçiştirilir, yani hikayeye bir katkısı filan yok).

Özetle, ne diyorduk, evet, tamam, ölülerimizle konuşalım. Gerçekten ölmüşlerimiz olabilirler, hayalgücümüzün bir figment’i olabilirler, çok bir şey fark etmez, hatırlamak yaşatır, sürdürür, güzelleştirir. memento defuncta, memento mori (sen sevdikçe güzelleşir her şey, hey!).

[–Yukarıdakilerin gönderilmesinden bir 10 saat kadar sonra–]

Ya biliyorum, yazıp gönderdim ama nasılsa henüz (daha?) kimse okumamıştır, o yüzden sonradan iki tane alakalı yazmasam olmazzzz! çıktı geldi aklıma, şöyle ki, tabii ki konuyla ilgili bir mevzu daha var: insanın kendi ölüsüyle konuşması.

Yunus Emre’yi hepimiz gibi ben de biliyordum diye düşünüyordum ki, çok sevdiğim Abdülbaki Gölpınarlı’nın hazırladığı derlemesini okurken, hiç bilmediğim şeyler öğrendim (Çiftçi olan Yunus’un Moğolların Anadolu’yu istilası sırasında/sonrasında kıtlığa karşı Hacı Bektaş’a buğday almaya gider, bir jest yapar, jest de Hacı Bektaş’ın hoşuna gider, “istersen buğday, istersen himmet vereyim” der, bizimki de “himmeti ne yapayım, buğday isterim” diye cevap verip, buğdaylarla köyüne dönerken aklına dank eder (n’aaaaptıııım bennnnnn!!!!), geri döner, HB “ben o himmeti Tapduk Emre’ye verdim” der, o da Tapduk Emre’ye gider (Yunus’un Yunus Emre oluşu Tapduk Emre’denmiş mesela, yaaa…), onun yanında kaç yıl dervişlik yapar, bütün arkadaşları lisans, YL, doktoralarını tamamlayıp doçent, profesör olurken o hâlâ aydınlanmayışına hayıflanır, utanır, sıkılır, bir gün gizlice kaçar gider dergahtan, iki dervişe rastlar, ahh ahh, çok güzel buralar (Şems’in Feriddüddin-i Attar’ın Esrarname’sini havuzdan çıkarıp tozunu üfleyip Mevlana’ya iade etmesi gibi güzel! 8), işte bir akşam dervişlerden biri bir ermişin hatrına gayıptan yemek istiyor, o yemek bunlara nasip oluyor, öbür akşam diğer derviş aynı şekilde bir ermişin hatrına istiyor, yine bir yerden yemek geliyor, üçüncü gün sıra Yunus’a gelince, o da utanıyor, sıkılıyor (kendisi bir türlü erememiş ya onca yıl çaba gösterdiği halde), “Tanrım, sen beni utandırtma, bu derviş arkadaşlar kimlerin hatrına yemek istediyse, bugün de onların hatrına yemek nasip eyle!” diye içinden dua ediyor, bu sefer onun kısmetine muhteşem bir ziyafet geliyor, diğer dervişler “sen kimin adına istedin de böyle muhtişim bir sofra kısmet oldu?” deyince, “önce siz söyleyin, siz kimlerin adına istemiştiniz?” diye karşı soru soruyor, then onlar da diyorlar ki (aynı anda olsun cevapları) “Yunus Emre diye bir ermiş varmış, onun yüzü suyu hürmetine istemiştik!”, işte o an Yunus aydınlanıyor, anlıyor ki ermiş (bir insan daha ne kadar mütevazi, naif olabilir? Artık ben diyeyim Dunning, siz anlayın Kruger), hemen piri Tapduk Emre’ye gidiyor, olaylar gelişiyor (bu vesile ile Yunus’un Tapduk Emre’nin kızını(n elini) “ben layık değilim” diye geri çevirmesi direkt Erkan Can’ın Takva’sı değildir de nedir?). Böyle iyi kalpli (ben iyi kalpli yazdım ama tabii İslami paragraflarda “Hak Aşığı” deniyor) bir insan işte Yunus. Yunus’un konuyla ilgili şiirine gelince:

Bir garîb ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garîb bencileyin

(şiirin tamamı için misal bkz. MikiSors)

Geçen gün canım çok ama çok “Gel gör beni aşk neyledi” dinlemek istedi. Bir tane -tabii ki benim için- düzgün versiyonunu bulamadım (bu vesile ile “Ben yürürüm yane yane / Aşk boyadı beni kane” dizesini bizim için doğru olacak şekilde “Ben yürürüm yana yana / Aşk boyadı beni kana” şeklinde söyleyen Dorian’a da hoşnutluklarımı yolladım (uzaya)) – ki bunların içinde Feryal Hanımefendi’nin (ki, hoş olmasa da yalanım yok, operada da -olumsuz anlamda- tüylerimi diken diken eden bir sesi vardır kendisinin (tabii ki bana göre bu arada, yoksa ben ne anlarım operadan, ince şeylerden)) korkunç bir yorumu da mevcut. Bulamadım neticede (Eceler Bilsem kapsamında yıllar önce söylemişlerdi, dinlediğim en iyi yorumlardan biriydi: önce tok sesli bir solist söylüyordu, arkasından da koro geliyordu, tempo da gayet hızlı (normalin solu) bir tempoydu). Ben söyledim biraz ama o da olmadı pek.

Ve diğer şey: Yıllar önce bahsetmiştim, ama özetle:

3 Avcı kendi cesetleriyle karşılaşıyor – Campo Santo’daki bir freskten ayrıntı, Pisa, 15. yy. (Defter, #2 Philippe Aries, “Yasak Ölüm”

İki hafta önce NadirKitap’tan birkaç sipariş verdim, biri gelemedi, yerine alakasız bir kitap geldi, kargo poşetini açınca iş anlaşıldı: sahaf paketleri doğru hazırlamıştı (cepten sahafın koyduğu alıcı bilgileri çıktı) ama anlaşılan kargoda etiketleme sırasında bir kayma olmuş, o yığındaki herkese bir öncekinin siparişi gitmişti (book club society 8P). Bana kitabı gelen kişiyle de yazıştık (zira cepteki bilgilerde telefonu da vardı), ona da bir başkasınınkinin gittiğini böyle öğrendik. Bu aralar hayatımdaki tek macera -çok şükür- bu: aralarda sendeo kargo ile yazışıp, sorunu halletmeye uğraşıyorum (her gün yeni bir uğraş – Zappa’dan tüm sevenlere gelsin).

Bitti mi? Herhalde. Sanırım. KİB, bye.

“Ölülerle konuşmak…” için 2 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir