Yes, you do, Mr. Gaiman…

The day before yesterday, I finished reading Neil Gaiman’s Anansi Boys. Meanwhile writing this, I checked at Wikipedia that this one is currently his latest novel. It was the Sandman series that first introduced me to Gaiman, and then my interest geometrically increased via the spin-off Death series, various other comics & graphical novels, the Neverwhere TV series, his relation with Tori Amos, and the American Gods. He is indeed a wordslinger as Dark Tower’s Roland would express and definitely has his trademark stamped upon wherever he has contributed to such as in that episode of the Babylon 5 (was it titled the Day of Dead?, not sure but something like that) or the Matrix story Goliath he had written.

American Gods included some firm and original ideas but lacked the empathy it was supposed to arouse for the reader. It was like some non-fictional pulp in which you witness the preplanned course of actions. Also, it happened to be pretty boring when tried to lecture the reader about something that the reader had already figured out (In Turkish we have a saying that can be crudely translated as “Fingering the blind eye”). But again, as I mentioned earlier, it was exceptionally original and I must admit that calling the roadkills as a sacrifice to a traffic god was definitely a revolutionary innovation – a new breath of fresh air to all said and done before.

A week or so ago, my friend Barış passed me his copy of the Anansi Boys. I’ve got to say, I began reading out of boredom than curiosity but the book succeeded in binding me along with its components. First of all, there was the successfull merging of the reader with the protagonist and as a bonus humour was thrown in, too.

The characters are like they came out from a Douglas Adams novel – they are pathetic, clumsy most of the time, shy but clever enough to be embarrassed by themselves. The plot’s pace is well managed. You’ve got the introduction with fragments with past to get an opinion about who’s who, then comes the big bang and events roll on. The ending is also well knitted so to say. The 4 old ladies by the way, reminded of me the Erinyes/Moirae/Graeae ladies of the Sandman (obviously their Moirae interpretation than the other two and I guess this was what Gaiman had intended to be at the first place.

The prose is enriched by Gaiman’s classic-but-thankfully-not-yet-cliché exaggerative and poetic style as can be observed in the following two sentences:

(p.363 of HarperTorch International Printing, 2006)

Daisy looked up at him with the kind of expression that Jesus might have given someone who had just explained that he was probably allergic to bread and fishes, so could He possibly do him a quick chicken salad: there was pity in that expression, along with infinite compassion.

(p.366 of HarperTorch International Printing, 2006)

At the end of the beach they took a left turn that was left to absolutely everything, and the mountains at the beginning of the world towered above them and the cliffs fell away below.

The best thing about the book was that, you always kind of feel that everything’s gonna be all right. The characters are almost always cool about the really bad things happening to them and this makes you relaxed for their upcoming fates: you don’t pitifully worry for the folks who don’t worry for themselves in a pitiful way (by the way, this is the one of the main reasons for me favoring the works of some northern european directors, most notably: Aki Kaurismäki).

On Wikipedia, under the subject of Neil Gaiman, there was a section entitled as “Neil Gaiman and Shakespeare” so, I’d like to end this blog with one of my favourite mottos as well as the title of Shakespeare’s play:

“All’s Well That Ends Well”


P.S.: I couldn’t refrain myself from telling that: Although it was a nice homage to -I guess- Tori Amos by the sweet cameo of the mermaid at the end, one thing for sure Mr. Gaiman: It’s not the mermaids but the sirens who can sing above the waves! 😉

tindersticks..

yıllar sonra bugün canım çekti, arşivden buldum Tindersticks’i (Their first album), şimdi whiskey ile uzun bir tren yolculuğuna çıkmış gibiyim klavyenin başında. 1995 yılıydı, Uçak-uzay’dan Taylan sayesinde haberim olmuştu (benzer şekilde Chumbawamba, Echobelly ve Elastica’yı da Taylan’dan öğrenmiştim. Hele bir de beni Taylan’la tanıştıran Emir’in Taylan’la tanışma hikayesi vardır ki, evlere şenlik..). O zamanlar fena halde lemandım ve keşfetmiştim ki Tindersticks, uzun tren yolculuklarından başka Bailey’s Irish Cream ve puro ile de çok güzel gidiyordu. Yaşlandık sonra, damardan hayatı bıraktık, köşelerimiz yontuldu, AIR dinler olduk. İyi de olduk. Uslandık, akıllandık. Ne demiş Murathan sahi hem?

[…]
Vahşi, siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdırdığımız düşlerimiz kadar
aşık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi, herşey kanatır, herşey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyumayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun maceralar umar
apansız yolculuklara çıkardık
uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar, sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencereler, kepengi örtülü dükkanlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?
ahh o gece yolculukları
bir başka kente, bir başka insan olmanın umutları
[…]

Murathan Mungan, Avara

Tindersticks’in böyle birden nüksetmesinin sebebini de hatırladım şimdi, bir önceki mesajda Zeynep’ten haber geldiğinden dem vurmuştum ya, Onur 2. albümden kız kardeşim’in sözlerini çevirmişti vaktiyle Türkçe’ye, herhalde oradan olacak. Onur’u da özledim. Zeynep’i hep özlüyorum zaten. Ve Betül Betül Betül – sen olmasan ben nereden bilecektim 16 Horsepower’dan tut, Gorky’s Zygotic Mynci’ye, oradan da St. Etienne’e gel. 8) İyisindir inşallah, gene hatlar koptu..

eyi, eyi emmeeee..

Bilenler bilir, şimdiki “ben”in şekillenmesine vaktiyle en büyük katkısı olan eXpress dergisiyle tanışmam, kaderin garip bir cilvesi ile Hıncal Uluç’un sayesinde olmuştu. Herhalde henüz 3. sayısı çıkmıştı eXpress’in, Hıncal Uluç da köşesinde bir güzel övmüştü dergiyi, ben de merak etmiştim ve okumaya böylelikle başlamıştım. eXpress ise bir sonraki sayısının arka kapağında Hıncal Uluç’un bu yazısını alıntılayıp, altına kalınca yazmıştı: “Nerede hata yaptık?” diye. 8)

Bugün de Zeynep sağolsun, haber verdi: Vatan gazetesindeki köşesinde Haşmet Bey Epigraf’ı tavsiyelemiş. Çoktandır yenilemek geçiyordu aklımdan zaten Epigraf’ı, bu son nokta oldu.. 8)

Bu, tabii ki benim kabalığım. Sonuçta her tür insan var ve bu her türlü insanın da sevenleri. Geçen gün hastanede bir işim vardı, doktorum da o akşam nöbette olduğundan akşam gittim ben de. Ben doktoru beklerken, ilgili koğuştaki hastalar -3 genç çocuk- kendi aralarında bir muhabbete daldılar ve pek bir elit olan bendeniz, onlardan da, muhabbetlerinden de ileri derecede rahatsızlık duydum (helk). Sonrasında, eve dönüş yolunda, antik yunan feylosoflarını aratmayacak bir kendimle diyaloga giriştim. Farz edelim ki, o gençlerden biri, bende olup da onda olmayan şeyin ne olduğunu bana sordu, ne cevap verecektim? Daha derin düşünüp daha fazla şeyin sıkıntısını çekme yeteneğimi mi gösterecektim? Sahi, neydi beni onlara kıyasla pek bir über-mensch yapan nen? Cevabı bulamadım. Cevap yerine geçmeyecek üç önerge icat edebildim ama:

1. Ben onları rahatsız etmiyordum ama onlar beni rahatsız ediyorlardı.
2. Benim, kendime benzer insanlarla bir arada huzur içinde yaşayabileceğime olan inancım vardı, halbuki şüphesi bu genç bireyler, kendilerine benzer insanlarla kavga ederlerdi ve dahi etmekteydiler.
3. Bir odaya tek başımıza tıkılmamız durumunda ben şüphesiz çıldırırdım fakat onlar için böyle bir risk yoktu.

Evet, 3. önerge benden çok onların lehine işliyor aslına bakarsanız. 1. önerge de onlardan çok benim uyumsuzluğumdan kaynaklanan bir şey. Ama ah o her seferinde beni ve sefil egomu kurtaran o 2. yok mu! Fizikte ve matematikte simetri olarak gördüğümüz bu vasıf, pek de bilimsel olmayan hayatımın standartlarını ve tezahürlerini bilimsel olarak yorumlamakta sıklıkla başvurduğum bir ölçek. Zannımca, eğer bir şey iyiyse, her şekilde iyidir, zamandan, mekandan ne kadar bağımsızsa, ne kadar evrenselse, o kadar geçerlidir. Evet Sururi, du bist eine hell-of-a über-mensch meine freunde, bravo! 8P

Wikipedia’ya yaptığım son giriş:

Connections with The Wind-Up Bird Chronicle and Hard-Boiled Wonderland and the End of the World
Spoiler warning: Plot and/or ending details follow.

Towards the end of the Kafka on the Shore, the protagonist Kafka Tamura has intercourse with his supposed sister Sakura in a dream he enters while waiting in the isolated hut. Later on, this dream is verified also by her. This is highly similar to the hotel scene in which Toru Okada, protagonist of The Wind-Up Bird Chronicle enters through the well. At the end of the book, the village where Kafka gets to through the entrance in the forest, is directly a copy of the town of the Hard-Boiled Wonderland and the End of the World with the bookless-library and the memories stored in there. The half-shadow issue also finds its correspondence (as well as its explanation) in Hard-Boiled Wonderland and the End of the World. Also, the two characters Mrs. Saeki and Oshima of Kafka on the Shore can be considered as the mirror images of Akasaka Nutmeg and her son Cinnamon Nutmeg of The Wind-Up Bird Chronicle.

Spoilers end here.