Daha kısa..

Bugün ömrümden 2 saat gerek internette söz taramak, gerekse mütemadiyen dinlemek sureti ile Ian Curtis’in “Is it me, is it you?” dediği şarkıyı aramakla geçti. Bulamadım. O kadar Joy Division’dan sonra Chameleons’la devam edeyim dedim, ikinci şarkıda “Yoksa?.. Acaba?..” diyerek Ord. Prof. Google’a sordum, “Evek,” dedi, “Pleasure and Pain” (by the Chameleons). Hazır müzikten gidiyorken geçen gün (dün?) bir de Clash belgeseli “Westway to the World”ü izledim, elemanları ayrı ayrı konuşturmuşlar, üzerine de arşivden görüntü bindirmişler. Ramones’un “End of the Century”sinden sonra biraz yavan kaldı. Bir de tamam, partizanlık yapıyor olacağım ama Ramones’un sadece bir cümlede bahsi geçti, ayıp edildiği kanaatindeyim. “End of the Century”deki Joe Strummer röportajında (ki rahmetlinin son kaydıdır) bizzat kendisi nasıl Sex Pistols tayfası ile birlikte Ramones’un İngiltere konserinde onlara hasta olduklarını, arka camdan filan girdiklerini, o günden sonra da işte sound mound vesaire.. (cut). Or shut your mouth and pretend you enjoy it… Mick Jones harbi harbi bir insanmış, çok takdir ettim kendisini / Joe Strummer zaten bizden sayılır, efendi çocuktur, iyi aile çocuğudur. You need a little jump of electrical shockers / You better leave town if you only wanna knock us /Nothing stands the pressure of the clash city rockers

Kısa kısa

The Lost Room: 2 günlük bir “maratonun” ardından, dün bitirdik bu 6 bölümlük mini-diziyi (maraton da ne maratonmuş ama). Eli yüzü düzgün, gayet güzel kotarılmış bir yapımdı. Siz feet under’ın Peter Krause’u ve E.R.’ın Julianna Margulies’i vardı. Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini andırıyordu, malum Matrix Reloaded kapıları vardo bir de, aa madem sıralıyoruz, Iain M. Banks’in şu The State of the Art’ta yer alan hikayesi var (A Gift of the Culture?) benzerleri arasında. Benim, pek çok diğer şey gibi, Brian en Neslihan sayesinde haberim oldu, tavsiye ediyorum ben de.

Thomas Mann hikayelerinde (okuduğum altı taneyi düşünecek olursak) : protoganistin babası ya da protoganist, kerestecide çalışıyor (1), annesi sanata yatkın, babası sert bir mizaca sahip oluyor (2), çevresiyle arasında illa ki görünmez bir duvar oluyor (3). Başka birkaç şey daha vardı, unuttum, demek ki neymiş, akla gelince yazılmalı imiş. Hah, mesela bir de anne bir müzik aleti (piyano) çalıyor, oğlan da genelde bir müzik aleti (keman) çalıyor (4). Karakter başka ülkeleri görmüş geçirmiş oluyor (5).

Kitap dışarı – Kitap içeri

Tatile giderken yanımda 3 kitap götürmüştüm: Stephan King – Everything’s Eventual; Friedrich Dürrenmatt – The Visit (Der Besuch der alten Dame) ve Thomas Mann – Death in Venice (Der Tod in Venedig). Stephen King’in o seçkisini içinde “1408” hikayesi olduğundan ve de “yazın kumsalda King okunmaz da ne okunur!” fikriyatı içinde olduğumdan; The Visit’i Raymond tavsiye ettiğinden ve Death in Venice’i de ne zamandır okumak istediğimden seçmiştim.

Everything’s Eventual‘da 14 hikaye var. Stephen King en çok kitapların sonlarını kotaramadığından dolayı eleştirilir ya, iş hikaye olunca bu daha da önemli bir hal alıyor. Kitaptaki 14 hikayeden ancak 4 tanesini (The Man in the Black Suit; The Little Sisters of Eluria; Everything’s Eventual; Riding the Bullet) tavsiye edebilirim. The Man in the Black Suit ve Riding the Bullet aynı buluş üzerine yazılmışlar ama ilki daha edebi, ikincisi ise daha King. The Little Sisters of Eluria, lanse edildiği üzere bir Roland hikayesi, Everything’s Eventual da Hearts in Atlantis tadında, Kara Kule’ye zemin hazırlayan bir hikaye (Hearts in Atlantis sıcaklığında olamasa da, ona yakın). Bol bol edebiyata öykünen hikayeler var (bkz. New Yorker’da yayınlatmak uğruna ne hallere düşülür / Biz seni entel olmadan da seviyoruz Steve Ağabey).

Dürrenmatt’ın Fizikçiler’ini okumamıştım (bir de ilginç bir şekilde ilk olarak operasının mevcudiyetinden haberim olmuştu!), başka eserini de bilmiyordum. The Sea, The Sea’yi okurken Raymond’la konuşuyorduk da işte “Ne okuyorsun, sen ne okuyorsun, önce ben sordum, hayır ben sordum, hayır hayır (kavga çıkar)”, o tavsiyelemişti Yaşlı Hanımın Ziyareti’ni. Kitabı sipariş edip de elime geçtiğinde önce kısalığına şaşırdım, sonra da tiyatro eseri olduğuna. Eser, çok iyi. “Her şey satın alınabilir” düsturunu, geçmişteki günahlar’ı vasıta ederek gözümüze gözümüze sokuyor. Benim gibi bir tiyatrosevmez’i bile etkileyen kesimlere sahipti:

(The Hotel Apostle floats away, back into the flies. Enter the four citizen, left, with a simple, backless wooden bench, which they set down, left. Man One, with a huge, pasteboard heart hanging from his neck, on it the letters A&C, climbs on the bench. The others stand round him in a half-circle, holding twigs at arm’s length to designate trees.)

MAN ONE.
We are trees, we’re pine and spruce

MAN TWO.
We are beech, and dark-green fir

MAN THREE.
Lichen, moss and climbing ivy

MAN FOUR.
Undergrowth and lair of fox

MAN ONE.
Drifting cloud and call of bird

MAN TWO.
We are the woodland wilderness

MAN THREE.
Toadstool, and the timid deer

MAN FOUR.
And rustling leaves; and bygone dreams.

(The two gum-chewing brutes emerge from background bearing sedan-chair with Claire Zachanassian, Ill at her side. Behind her, Husband VII. Butler brings up rear, leadind blind pair by the hand.)

(…)
CLAIRE ZACHANASSIAN. Look, a doe.
(Man Three springs off.)

(…)
ILL (enthusiastically). My little wildcat!
(Moved, he slaps her on left shoulder, then painfully withdraws hand.)

CLAIRE ZACHANASSIAN. That hurt. You hit one of the straps for my artificial leg.
Man One pulls pipe and rusty door-key from trousers-pocket, taps on pipe with key.)
A Woodpecker.
ILL. Now it’s the way it used to be when we were young and bold, when we went out walking in Konrad’s Village Wood, in the days of our young love. And the sun was a dazzling orb, above the pine-trees. And far away a few wisps of cloud, and somewhere in the woodland you could hear a cuckoo calling.
MAN FOUR. Cuckoo, cuckoo!
(Ill lays hand on Man One.)
ILL. Cool wood, and the wind in the boughs, soughing like the sea-surge.
(The three men who are trees begin soughing and blowing and waving their arms up and down.)
Ah, my little sorceress, if only time had really dissolved. If only life hadn’t put us asunder.

(Bu arada, bütün olarak güzeldi, bu kısımları da zevkliydi. Yoksa biz de biliyoruz Brecht’i, Allen’ın Tanrı’sını, 4. duvarı (perdeyi?) yıkmayı gak guk..)

Başladığı gibi bitti, zevkle okundu. Karakterlerin hiçbirinin saf ya da aptal olmadığı yapıtları seviyorum.

Ve sonra sıra Venedik’te Ölüm’e geldi. Venedik’te Ölüm, bir uzun hikaye (novella), benim aldığım edisyonda (böyle dediğim için özür diliyorum ama gerçekten Türkçe’si aklıma gelmedi) ondan başka altı hikaye daha vardı, kronolojik sırayla yer alıyorlardı, ben de onları o sırayla okudum: Little Herr Friedemann (Der kleine Herr Friedemann – 1897); The Joker (Der Bajazzo – 1897); The Road to the Churchyard (Der Weg zum Friedhof – 1900); Gladius Dei (1902); Tristan (1903); Tonio Kröger (1903).

Burada, görmekte olduğunuz üzere yeni bir paragrafa geçmek gereğini duydum. Bir kitap aldığınızda, çoğunlukla o kitabı bilerek alırsınız. İşte, Thomas Mann, Nobel Ödüllü meşhur yazar, koskoca “Venedik’te Ölüm”ü yazmış, Almanya’nın yüzaklarından biri… bütün bu sıfatları etiketleyip, onlarla okursunuz kitabı… Thomas Mann 1875 yılında doğmuş. Küçük Bay Friedemann’ı da, Soytarı’yı da 22 yaşında yazmış. Tonio Kröger’i yayınladığında 28 yaşındaymış.

Hikayelere gelecek olursak: Dino Buzatti’nin Tatar Çölü adlı bir kitabı vardır. Kafkaesk bir kitap mıdır? Çok uzaktan bakınca belki ama bana kalırsa aralarındaki fark Hostel ile Elm Sokağı’ndaki Kabus’un aralarındaki farka benzer (niteliksel olarak değil tabii ki, niceliksel olarak). Kafka’da çözümsüzlük vardır, sebepsizlik vardır, bilmemenin ağırlığı vardır. Tatar Çölü ise Italo Calvino-vari bir güzellikte alır sizi, sıfırdan yetiştirir, bilmeniz gereken her şeyi anlatır, bir beklentiye sokar… (spoiler incoming)… sonrasında tek tek bütün hevesinizi, umudunuzu, yeşerttiğiniz her türlü şeyi kırar, tepetaklak, “çünkü ‘gerçek’ hayat da bazen böyle yapabilir, orada da böyle şeyler olabilir”den başka bir açıklama vermeden ve tam da bu yüzden hayli gerçekçi bir şekilde sizi -ve anlatısını- bitirir. Thomas Mann da işte hayatın bu anlamsızlığını anlatıyor. Hiçbir şeyin önemi olmadığını, o içten içe övündüğünüz kültürünüzün, entellektüalitenizin sadece sizi diğerlerinden nasıl da ayırmakta işe yarayıp, sizi iyice yalnızlığınıza ittiğini, ne yaparsanız yapın hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacağınızı, asla yetinemeyeceğinizi, o çok sevdiğiniz insanların sizin canınızı nasıl yakabildiklerini ve zaten sizin de onları sevme nedeninizin onların sizin canınızı yakabilecek insanlar olduğundan kaynaklandığını acımasızca anlatıyor. Sevdiğiniz insanın sizin sevdiğiniz şeyleri sevmesini bir yandan isteyip, bir yandan da tümüyle sizin istediğiniz gibi biri olunca şu anda sevdiğiniz kişi olmaktan uzaklaşacağının bilincini anlatıyor. Nasıl olup da, sizin o ince zevklerinize erişmemiş, yontulmamış, kaba ve kötücül insanların her zaman için en güzel şeylere sahip olduğunu, dahası siz kendinizin bu sayılan sıfatlardan ötürü üstün olmadığınızı, hatta daha müşkül bir durumda olduğunuzun ayırdına varsanız bile bunun evrenin umrunda olmadığını, hiçbir zaman o güzel şeylere sahip olamayacağınızı güzel güzel müjdeliyor. Sizin için çok özel bir önemi olan -mesela- şu taşı (hayatınızı ona borçluymuşsunuz diyelim) sevdiğiniz kişiye hediye ettiğinizde o taşın onun için eninde sonunda bir taş olarak kalacağını bilmeyi… Sanat bilincinin, sanattan en ince zevkleri almanın sizi sadece daha farklı yapması, başka da hiçbir işe yaramaması. Her şeyin boşluğu üzerineydi Thomas Mann’ın anlattığı. En sonunda, Soytarı’daki gibi bir kırılma yaşadığınızda da, bütün her şeyin ne kadar da boş olduğunu gördüğünüzde, kendi gözünüzdeki değerinizi sırf böylesi bir (üst?) noktaya erişebildiğiniz için yitirebildiğinizde, bunun nasıl diğer insanlara da hemen yansıyacağı da cabası. Sonuçta sadece diğer insanlar var ve Sartre’ın da -hayatımın şu noktasına gelmişken onayladığım tek lafı olan- “Cehennem diğer insanlardır” lafı hükümde.

Venedik’te Ölüm‘e geçen gün başladım. Zaten adından muştuluyor nasıl daha da karanlık olmayı becerebileceğini. Mann’dan o kadar etkilendim ki, onun etkilendiği Arthur Schopenhauer’ı okumaya başladım. Ne diyebilirim ki, hayatımda herhalde kimseyle bu kadar uyuşmamışımdır. Kendi başıma becerip de bulduğum nacizane çıkarımlar ve bütün bir dünya görüşü, kat be kat şiddetli halleriyle zaten Schopenhauer tarafından iki yüz yıl önce söylenmiş bile… okuyorum, okuyorum, okuyorum…

Kendime Özet:
+Giden kitaplar:
* Stephen King – Everything’s Eventual
* Friedrich Dürrenmatt – The Visit
* Thomas Mann – Death in Venice and Other Stories

+Gelen kitaplar:
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 2 : Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 3 : Hayatın Anlamı
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 4 : Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 6 : Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine
*Emil Michel Cioran – Burukluk
*Emil Michel Cioran – Çürümenin Kitabı

Tatilde bir de Epigraf’ı yeniden yapılandırıyordum, “Hakkında” sayfalarından birini rasgele bir esere yönlendirmiştim ki, o eser Cioran’ın vaktiyle alıntıladığım aforizmaları çıktı. Hal böyle olunca, madem o kadar karamsarlığa battık, bir de karamsarlığın -ehem- şaklabanını alayım yeniden dedim… dedim de dedim, dedim de dedim… 8)