Yılın Listesi: Müzik

Hemen last.fm’deki kayıtlara bakarsak işte bu senenin ilk 10’u sayın seyirciler:

  1. Pixies
  2. Portishead
  3. She & Him
  4. Florence + the Machine
  5. Morphine
  6. Neko Case
  7. Nine Inch Nails
  8. Ramones
  9. Camera Obscura
  10. Cake

Bunlar tabii, okulda ya da evde dinlediğim için kaydı tutulan seferlere dair. Yoksa bir de müzik dinlediğim asıl zaman olan sabah akşam okul/ev yolculuklarım var. Ama onlar da büyük ağırlıkla ya Pixies ya da Nine Inch Nails oldığından, çok çok NIN 7.likten 2.liğe çıkardı, o kadar.

Bu sene gerçekten de Pixies‘in yılı oldu benim için. Pixies -en azından bende- öyle bir grup ki, ya sürekli dinliyorsunuz ya da bir daha dinlemeniz için 10 yıl geçmesi gerekiyor. Adamlar (ve tabii ki sevgili Kim Deal) tanımlamışlar. Neyi? işte yaptıkları şeyi. Benim favori albümüm böyle damardan destrüktif (yıkıcı, self-destructive) Surfer Rosa (Come on Pilgrim ile alındığında etkisi yumuşuyor mu? Aralarda belki ama sonra I’ve Been Tired ve Levitate Me ile finishes you). Ya zaten oraya kadar sağ kaldıysanız, aferin size çünkü Surfer Rosa, ancak ilk 7 şarkıdan sonra 8.de Cactus ile şöyle bir soluk almanıza müsade ediyor (çünkü Gigantic’i de bitiriciler arasında saymaktayım). Neyse, dinlemezseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz Pixies’i, daha da iyi etmiş olursunuz zira paylaşmayı hiç sevmem.

Portishead de, NIN de bildiğiniz Portishead, bildiğiniz NIN. Ama NIN bu sene, evveliyatının aksine Downward Spiral ya da Fragile ile değil, With Teeth ile vurdu beynime. Benim favorim/bitiricim Every day is exactly the same ile Sunspots kardeşler olmakla birlikte, son derece tutarlı ve ilintili (aka basur) bir albüm olmuş (basuru ben uydurdum ama basura İspanyolca’da çöp demek, o da anti-alakalı oldu şimdi). Only var mesela geniş kitleler için.

Bu sene Trent Reznor ve dadaşlar nihai olarak bitirdiler projeyi bildiğim kadarıyla. Ben daha Year Zero’yu zorlamadım, Ghosts da çok boş geldi. With Teeth’den sonra istikamet ileri değil de, gerisin geriye olacak anlaşılan.

Eski Deli Kız Arkadaşlar (filed under the category : Manic Pixie Dream Girls)
Bu senenin (bu sene bu sene deyip duruyorum da, tabii ki kast ettiğim 2010 bu arada), en güzelliği Zooey Deschanel oldu. She & Him böyle ferah sular gibi geldi, hoşlaştırdı. Sabkategorı ne olsun, can can Regina Spektor (Marianne is a bitch / Marianne is a biiiitch… eğer bu ayıpça geldiyse, o halde tabii ki her zaman için Us‘ımız var. Ayrıca onu güzel bulan bir ben olmak istiyorum ama mümkün değil tabii ki. (dudaklarında arzu, kollarında yalnız ben, sana bakan bir çitf göz, ben olayım sevgilim / … / sanaaa aşık yalnız ben, ben olayım sevgilim ), Dresden Dolls olsun, bir de bunu yazacağımı hiç sanmıyordum ammavelakin tüm cemaatin, Katy Perry (NEEEE?) . Şimdi gelelim niye ne alaka aklımı mı kaçırdım ben mevzuatına. Efendim, popüler bir insan olaraktan KP ile tabii ki bir işim olmaz fekat, bu sene kendisi Susam Sokağını (siz  Tüğkleğ nasığ diyoğ?) promote etmek için “Hot’n cold” isimli parçasını Elmo ile söyledi, epey de sevimli idi orada. O bunu söyledi söylemesine de, bir takım antikozlar (kazmanın kazmacası) ayaklandı, din devlet elden gidiyor, susam sokağı kuklalarındır, tema erekzyona hayır, dediler de dediler, geri adım attırdılar ben de mazlum kontenjanından KP’yi sevdim. (Ha ama bu sene en çok Susam Sokağı’na güldüm, o başka).

Amarok, Rhytmbox, last.fm, Spotify, musicovery
Bu kısmı da sağ salim atlattıktan sonra gelelim enternete, kompadora. Dersimiz siteler ve programlar. Amarok’un yeni versiyonuyla (1.4 –> 2.0 // yeni diyorum ama Aralık 2008, bizim oralara gelmesi 2009’un ortalarını bulmuştu) çok afedersiniz içine edilmesiyle birlikte (bu derece kızgınım hala) düştüğüm dudak ucu düşüklüğünden bu sene de kurtulamadım ne yazık ki. Bu sene, Rhytmbox’la geçti ama o da kötü ya (daha doğrusu, iyi değil). Bakın istediğim bir adet özellik var, şimdi hep beraber deneyelim artık hangi oynatıcıyı kullanıyorsanız: Diyelim ki, elimde 300 çalgıcının 1200 albümü var. Ve ben Ramones’in I Wanna Be Well şarkısının olduğu albümü dinlemek istiyorum. Arama kısmına başlıyoruz yazmaya, “Ramones wanna be” — hemen sonuçlar uymayan girişlerin filtrelenmesi sureti ile belirdi, benim istediğim has versiyon “Rocket to Russia” albümünde imiş, ne iyi. Şimdi ilgili şarkıyı seçiyoruz, arama kutusunu temizlememizle birlikte… Amanın! O da ne! O şarkı türkü çalgıcı listesi tekrar flooded edildi, en tepeye yollandık. İşte size Amarok 2.0. 1.4’te anahtar kelimeler temizlendiğinde, diğer girişler görünür olurdu ama aktif lokasyon sizin seçtiğiniz şarkı (ve etrafı) olarak tutulurdu. Rhytmbox’da albümü seçip temizlik yaptığınızda bir nebzeye kadar oluyor ama siz de ben de biliyoruz ki aptal bir şey Rhytmbox, sırf Amarok kullanmayayım diye şey ediyorum.

Amarok’tan başka diğer bir keleklik de last.fm’den gelince (evet kardeşim, cimriyim, ne var? 8P), alternatif aramaya başladık, Spotify Espanyalarda desteklenir olunca, baktık, memnun kaldık ama çeşit az gibi be. Bunun yanısıra musicovery de güzel görünse de, parasız anca bu kadar, o da sen olduğun için yaklaşımı pek tatmin etmedi, gene dön dolaş harddiskimizin cevherlerinden çıkardık melodilerimizi.

Müzik ve internet, gece ve müzik, sezen ve cumhur, teleskop ve optik ve azı dişi kerpeteni.
Bu sene iki müziksel (müzikal) site epey vaktimi aldı. Biri sevgili Entrailicus’un hazırladığı önce Fades in Slowly, sonrasında da John Peel Wiki‘si, diğeri de benim ancak keşfettiğim Jonas Woost’un eski programı heute:pop:morgen’in podcastleri. Tabii sizler yeni nesil olarak sourberry radyosundan da haberdarsınızdır ama ben twitter’a yakalanmış Ece Temelkuran misali (olmadı).

Bu bağlamda: The Fall, The Damned, Siouxie and the Banshees, blah blah… << John Peel
Vampire Weekend, Blitzen Trapper, Slow Club, o lala şalala << Jonas Woost

Gelelim enternasyonel ayağa (yukarıya şalala yazdım ya, oradan şey etmiştir subliminally). Fransa’ya ziyaretimizde Efelerden Olivia Ruiz’i, Neslihanlar gelende Hollanda’dan Room Eleven’ı, İspanya’dan Nerea vesilesiyle Mecano’yu, Julen sayesinde de Hertzainak ve Lendakaris Muertos’u bildik, edindik. 

Pearl Jam yıllardan sonra dinlenir, yüzüne bakılır bir albüm çıkardı (Backspacer) eğer son bir şans vermediyseniz aşkolsun size. Enya’nın Orinoco Flow’unu keşfettik tekrardan onbin yıl sonra, hoş oldu. Bir de Nina Persson’un “Nina Perşon” olarak okunduğunu öğrendik İsveççe’de (IKEA’ya da IKEA deniyormuş, aynı yazıldığı gibi bu arada) başımız göğe erdi.

Eğer becerebilirsem (becermek: vakit, sabır bulabilmek), bir adet podcast de ben atacağımdır sanal aleme, duyururum sonuçlanırsa (sizin de çok umrunuzdaydı zaten).

Mektubuma burada son verirken, resim koymaya da karar verdim. İnsanlar şarkı söylesinler, canımı yesinler.


[ve sururi, ilerleyen yıllarda on milyorlarca gencin başını yanmaktan kurtaracak öğüdünü işte burada, bu anda vermişti:
piyano çalan kızlardan uzak durun, delidirler]

Alexa Hennig von Lange ile Maria Rita Epik (ya da: şarkısız)

Geçen hafta Ece ile, hem elimizdeki kitapları iade etmek, hem de yenilerini almak üzere bizim mahallenin kütüphanesine gittik. Çocuk kısmından çıkıp, memurun masasının orada sıramızın gelmesini bekliyorduk ki, gözüme yeni gelen kitapların sergilendiği raf ilişti. Kitapların arasında geçen sene okuyup da pek (hiç) beğenmediğim “The Curious Incident of the Dog in the Night Time”ın yazarı Mark Haddon’ın yeni kitabı “Boom!”, onun altında da daha önce hiç duymadığım bir yazarın (Alexa Hennig von Lange) hoş kapaklı “Tengo Suerte” (Şanslıyım) adlı kitabı vardı. Kitapla yazarın adını not edip, Ece’nin kitaplarını işlettirip, eve döndük.

Eve dönünce internetten baktım, işte böylelikle tanışmış olduk pek sevgili Alexa Hennig von Lange ile. İngilizce’ye çevrilmiş hiç kitabı yok ama Bengü’nün de tasvip ettiği üzere, insanın fotoğraflarına bakınca kitabını da okumak istediği türden bir fiziksel entitiy (oluşum). Bunca sıkıcı adamı/kadını tipine bakmayıp okuduk da ne oldu, bir de böylesini denemeli.

Gelelim Maria Rita Epik’e. Maria Hanım, 1979 yılında Eurovision yarışmasında “Seviyorum” adlı şarkısıyla ve 21. Peron adlı grupla ülkemizi temsil etmek üzere seçilen kişi. Sonradan Araplar demiş ki, yok kardeşim, bu yarışma İsrail’de ve dahi Kudüs’te yapılacak (Su yeniden yazmaya başladı bu arada, yupi yupi ya yo (and a bottle of rum)!), haşa zinhar namümkün. Giderseniz keseriz petrolünüzü, tu kaka! İşte bizimkiler de (apartman yöneticisi Sabri Bey, Erdal Özyağcılar, Ercan Yazgan, etc..) çareyi yarışmadan çekilmekte bulmuşlar ve böylelikle bu güzel şarkı ve bir genç hanımın umutları (nokta)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz. (seviyorum, seviyorum)


yılın listesi: filmler 2010 (ve inanmazsınız, 2009)

bu ikinci giriş aynı konudaki, bir öncekinde epey söylenmiştim, küsmüş, bozulmuştum, uçtu gitti sonra, vardır bir hayır. evet.

neden kızmıştı emre? çünkü bu yılın film listesini hazırlamadan evvel geçen senenin listesini bulmaya çalışmış fakat böyle bir listeyi hazırlamamış olduğunu fark edince ve dahası kimsenin de onu ne arayıp ne sorup, “yahu üstad/monşer/haşibaşi, bu sene liste gelmedi, ne iş, bir sorun mu var, yardıma koşalım bir sözün yeter” diyenim olmadı. Bir de üstelik 2008’in listesine bir dolu şey yazmışım, demiştim, ondan sonra da bu sene yok öyle şey, listelemem bile büyük nimet mis puding filan yazmıştım, demiştim, etmiştim. bir de izlediğim filmlerin çetelesini tutuyorum diye övgüye mazhar eylemiştim kendimi (nihansın dideden).

2009 (2009!)

  • Blinkende Lygter (Flickering Lights)
  • The Shop Around the Corner
  • Mad Dog and Glory
  • Efter Brylluppet (After the Wedding)
  • Batman: The Dark Knight
  • Coraline
  • Two Lovers
  • The Boat that Rocked
  • Sunshine Cleaning
  • Primer
  • Okuribito (Departures)
  • Limits of Control
  • Rosencrantz & Guildenstern are Dead
  • Choke

http://www.filmofilia.com/wp-content/uploads/2008/12/two-lovers-b.jpg
2009’un en iyi filmi. o kadar.

2010

  • District 9
  • UP
  • Moon
  • Avatar
  • Up in the Air
  • The Men Who Stare at Goats
  • El Secreto de sus ojos (The secret in their eyes)
  • Greenberg
  • Synechdoche, New York
  • The Illusionist
  • Cloverfield
  • London River
  • Nueva Reinas (Nine Queens)
  • Inglorious Basterds


2010’un en iyi filmi, var mı?

yumuşayan kalbimden, sizler için, yine de:

  • Moon’un robotu. Çok teşekkür ederim, böyle bir robota gerçekten ihtiyaç vardı.
  • (Yılın dizileri listerinde gene bir daha yazarım ama yine de: ) Lie to Me’de Monique Gabriela Curnen var, Polonya asıllı polis memuru Sharon Wallowski’yi canlandırıyor ve ben onu çok seviyorum.
  • Cop Out’un rehine sahnesi beni gülmekten yere yatırdı, kendisi de bütün olarak kötü değildi (ama Kevin Smith değil – double negative. Artık çok üzülmüyorum da onun böyle oluşuna).
  • Yılın sahnesi derseniz, çok kesin olarak, (Onların) Gözlerinin Sırrı (El secreto de sus ojos) filminden (ki film de müthişti – ya sanırım bu yabancı film oskar komitesi, nobel barış ödülü gibi farklı bir grup tarafından hazırlanıyor, zira son dört yılın üç filmi de çok iyiydi (Die Falscher’i seyretmedim, diğerleri: Das Leben der Anderen (Başkalarının yaşamı), Okuribito (Gidenler), El secreto de sus ojos (Gözlerinin sırrı)). Gelelim sahneye, işte Benjamin Irene’le kitabı hakkında konuşuyor, tren sahnesini anlatıyor, Irene de “aman pek romantik, duygusal olmuş (amaaaaan, alın işte şu sahnenin oradaki Irene’in o bakışı var ya, ah o bakış, kansorejen–

– Bu ilk çalışma.
– Biraz daha kahve yapayım.
– Evin hayal ettiğim gibi.
– Ah, öyle mi? Nasıl hayal ediyordun?
– Nasıl mı? Böyle. Şöyle böyle tahmin ediyordum.
– Tabi. Senin evine göre bayağı farklıdır.
– Benim evimi biliyor musun?
– Hayır. Bundan farklıdır, diyorum.
– Ah.
– Tamamen farklı.
– Neyden korkuyorsun Benjamin?
– Ha?
– Burda bir kağıtta “korkuyorum” yazıyor. Neyden korkuyorsun?
– Hayır, hayır. O.. o yazmaya çalıştığım zaman yazdığım bir şey.. yarı uyanıkken hayal gücümü ortaya çıkarmak için… yazdığım bir saçmalık, önemseme.
– Peki, hadi, bana anlat.
– Pekala, bu bir roman… bir romanda gerçek hikayeden bahsetmen gerekmez… ya da inanılası bir şeyden.
– Evet.
– Hayır,hayır, nasıl? İnanılmayan şey ne?
– Ay Benjamin, şu kısım, adam Jujuy’a gittiği zaman… kendini yırtarcasına ağlıyor.. kız da kaldırımda sanki hayatının aşkı gidiyormuş gibi koşuyor.
– Peki…
– Camdan ellerini değdiriyorlar sanki tek bir insanmış gibi… ve kız ağlıyor… sanki kendini vasat ve sevgisiz bir kaderin beklediğini biliyormuş gibi.. sanki hiç itiraf edemediği bir aşk için… bağırmak istermiş gibi…
– Evet.. böyleydi. Ya da değil miydi?
– Eğer yaşanan gerçekten böyleydiyse, neden beni yanında götürmedin?.. Aptal.

bugünlerin, yarını da var, gidiyorum ben, sen hoşça kal.

duman

16 kasım’da sizden habersiz, tekrar puroya başlamamla ilgili bir blog yazmış, tamamlamadan oradaki ahkam bidi bidi tonumdan fazla sıkılmış ve oracıkta bırakmıştım.

O günlerden bugünlere kaçak göçek (insanların yanında puro/pipo içmeyi sevemedim çokça zamandır) haftada siz deyin 3, ben diyeyim 2, guilty pleasure tadında hoşlanarak götürüyordum.

Tütünü severim ben. Şimdi o sıkıcı girişime gidip de okumadım, tam olarak bilmiyorum orada ne kadar ne söylediğimi ama işte 93’te doğrudan puroyla başladım olaya, 99’du herhalde, 98 de olabilir, hafızam iyice göçünce, vites değiştirip pipoyla ateşli bir ilişki yaşamaya başladım, 2005-2006 sezonunda yeşil sahalarda Ece Hanım’ı beklerken de severek ayrıldım tütünden, nargile ile kaçamaklara devam ettiysem de, yurtdışına çıkınca hani bana nargile, defter kapandı yani.

Puro, tahmin edeceğiniz üzere, açık havada rüzgarlı ortamda da içilse, içenin üzerinde ağır bir koku bırakan bir aygıtımız. O yüzden bendeki yüksek empati işlem hacmi nedeniyle, puro içtikten sonraki 45 dakika boyunca en azından, diğer canlılarla pek sosyal etkileşmelerde bulunmak istemiyorum. Bugün de akşama doğru bir güzel üzerinize afiyet tüttürdüm puromu, döndüm ofisime, hocam geldi. YA 5 BUÇUKTA KİM KİMİN YANINA GİDER, DÜNYA MI BATIYOR, YARIN KONUŞSAK OLMAZ MI? değil tabii ki, sevgili hocam, hakikaten, samimi söylüyorum, kinaye yok, haklı olarak bir şey sormaya gelmiş, hata bende.

Bütün keyfim tuzum biberim kaçtı, zaten after effect’leri de hoşuma gitmiyor, yine bıraktım anlayacağınız. Değmez ya. Ölünce cennete gidersem, nasıl olsa orada zincirleme içeceğim beyaz hudsucker proxy purolarından, gelsin pipolar, nargileler, oh lay lay (şimdi bunu deyince de aklıma Selçuk Erdem’in bir karikatürü geldi, adam kucaklamış bir koyunu, “akşam yemeğinde misafirimsin” diyor da, koyun “oh be, değişik bir şeyler yiyelim, ne o öyle hep ot hep ot!” diye cevap veriyor.. (hani)).

Puroyla ilgili bir şey daha vardı ama o kadar ilginç gelmedi şimdi, neyse, bu kadar yazınca gereksiz meraka sokacağıma sizleri, anlatayım da ben de kurtulayım, siz de:
İşte İTÜ’deyken bir gün bir arkadaşla kötü bir şeyler geçmişti aramızda, akşam otobüsle dönerken, bir başka arkadaşa dert yanıyordum, “yahu (o kız) bari benimle tartışmaya gelirken, yanında puro da getirseydi de canım ardından bu kadar sıkılmasaydı..” demiştim de, o da gayri ihtiyari “tamamdır, aklımda bulundururum, ileride öyle bir şey olursa yanımda getiririm” demişti. Budur yani olay, ama uyarmıştım önceden.

Yatıyorum şimdi ben. İyi geceler. Sigara filan içiyorsanız, değerini bilin de için, farkına vara vara. İçmiyorsanız da nargile için – sigara içmeyenlerde etkisi daha da iyi. Elmalı, elmalı, elmalı….

http://twitter.com/#!/common_squirrel