kokulu adlar

Efendim, başlamadan önce hemen doğru bir şeyler isteyenler için doğru adresi vereyim: Umberto Eco. Bu yazıda yer alacaklar onun suyunun suyunun suyu(nun…) olacaktır, kendimce terennümlerim olacaktır.

Semiotics, ya da Türkçe’deki sevdiğim karşılığı ile “Göstergebilim”, göstergeyi, “muhatabında bir şeyi işaret eden şey” olarak tanımlıyor (cümleyi ben uydurdum ama öyle bir şey – poff, tamam kaynak bulup yazayım ama bu yazıda son olsun, bundan sonra lütfen inanın bir şey dediğimde…. Peirce’a göre, işaret “birine göre bazı bakımlardan yahut kapasite itibarı ile bir şeylere karşılık gelen şeylerdir. (Umberto Eco, A theory of semiotics)).

İsimler de bir gösterge tabii ki. Gül de bir isim. (işareti işaret ettiği şeyden ayırmak için bundan sonra tırnak içine alacağım: “Gül” hoş kokulu, dikenli bir çiçek olan gülü işaret eder. (gibi). Shakespeare’in de dediği gibi, gülün adı “gül” olmasaydı da yine böyle güzel kokacaktı ama sonuçta gülün adı bugünkü Türkçemiz’deki eşdeğer anlamıyla “portlangıç” gibi bir şey olsaydı, yine bu kadar popüler olur muydu, orası ayrı bir konu.

Sorun 10luk sayı sisteminde. O kadar çok iç içe yaşıyoruz ki, onu doğal sanıyoruz (10 parmak doğal, biliyoz). Halbuki günümüz koşullarına çok daha uygun sayı sistemleri var (tabii ki 16lık sayı sistemini kast ediyorum). İsimlerimiz de öyle. Dede Korkut gibi ancak alakalı bir iş yaptıktan sonra bize ad takacak birileri olmadığından ezici çoğunluğumuz doğduğunda verilen adla yaşıyoruz, o adı göstergemiz yapıyoruz. Genelde, insanlar çocuğuna ad koyarken güzel bir şeyler koymak istiyorlar (dominant dede ve büyük annenin korkunç isimlerini miras bırakmaları ve daha birtakım istisnalar..). Yeni doğacak çocuğa bir ad seçerken nelere dikkat edilir:
* Adın ses olarak uyumlu oluşuna. (Buğu, Şimendifer, Röpdaşambr, Riçırd)
* (Güzel, iyi) Anlamlı olmasına (Gül, Oya, Ekin)
* Temenni barındırmasına (Yeter, Nihayet, Satılmış)

Ya, ciddiyet bana yakışmıyor, o yüzden kısa keseyim: adınız Okşan, Yosma ya da Güllü olsaydı hayatınız yine aynı olur muydu aynı koşullarda başlasaydınız bile? Cevap veriyorum, olmazdınız. Adı “Alev” olan birinin yakıcı olmasını beklemesek de, yine de bir yere kadar (epey) etkiliyor göstergenizin biçimi.

Arkadaşlarımı adlarıyla düşünürken, adlarının yazılı hallerini değil, sesli hallerini kullanıyorum, bilemiyorum siz nasıl yapıyorsunuz (Feynman’ın insanların nasıl içlerinden sayı saydıklarıyla ilgili ilginç bir yazısı vardır bu arada, hatta bir saniye… It’s as simple as One, Two, Three). Gene hayali arkadaşım olan Alev’i ele alalım, adını düşünürken aklıma adının ne yazılı hali, ne de bir alev imgesi geliyor, hayır. Yazı olmasaydı da adı Alev olacaktı, gene Alev olarak çağıracaktı. Biiiiiir: İsimler yazıdan önce de vardı. Konuşamasak, belki de, belki de değil hatta, sonuçta dilsiz alfabesi var / kast ettiğim şey şu bire bir harf karşılığı olan işaretler değil de, nesnelere atfedilen işaretler topluluğu, her birimizin bir işareti olacaktı.

Konuyu iyice dağıtırsak, hoplayıp zıplamaya devam edersek, Japonlarla Ruslar ne yapsınlar be annem? Haydi Türkçe’deki adımız olan “Gül”ü “Gul” diye yazdık, 春樹 ne halt etsin (Japonlar bu sembolleri Haruki diye okunuyor), onun öyle bizim gibi lüksü yok “Şafak” bırakayım da nasıl okunduğunu düşünüp dursunlar; “Safak” yapayım, kolayca yazsınlar, dizsinler, bassınlar uğraşmayayım; “Shafaque” yapayım da her ülkeden arkadaşlarımla buluştuğumda birbirlerine beni kast etsinler. Cevap: mutlu son yok, sen adını her dile özgü benzer şekilde okunacak şekilde belirtsen bile, bazı milletler, bazı sesleri hayatta çıkaramıyorlar.

İspanyollar Kraliçe Elizabeth’e Reina Isabel, Prens William’a Principo Guillermo diyorlar, Hande’nin bahsettiği her (çoğu) dilde, dini kaynaklı olan ortak/benzer kelimeler. İbrahim/ Abraham, Moses/Musa, Jesus/İsa … bu gibi durumlarda insan sanki daha meyilli oluyor adını o dildeki varyanta kaydırmaya.

Ne diyorduk, öyle böyle işte. Buraya ilk geldim, ofis arkadaşım iki dakikada bir “Amre!” diyor, dönüp bakıyorum, yok, bana değilmiş. Sonra “hambre”nin (“ambre” okunur) açlık anlamına geldiğini öğreniyorum, ama böyle dakika başı acıkmaz ki insan, sonradan anlaşılıyor, “hombre, hombre” diyormuş telefonda filan (“adamım, maaaan!” gibi bir şey…)

Ha diyorduk ki kazananı yok bu olayın, çözüm yok. Nesirde durum kolay, kelime kelime değil, anlamı çevireceksin (translate), yorumlayacaksın (interpret). Ama şiirde oluyor mu? Olmuyor. Şiir de adlarımız gibi: çok büyük oranda gösterge (göstergeler toplamı). Akşit Göktürk’ün “Çeviri: Dillerin dili” adlı pek zügel kitabında “fish & chips”in çevirisi için “köfte ekmek” önerilmekteydi. Karşılayan anlam olarak son derece doğru olsa da, William’ın Hindistan’a yol alan geminin güvertesinde bilmemneshire kasabasının iskelesi giderek küçülürken köfte ekmeğini dişlemesi bana pek normak gelmemekte.

Kızılderili isimlerini çeviriyoruz ama: Oturan Boğa, Öfkeli Kunduz, Kuzu Diş… Ha-hayt, böylelikle uzmanlarının yıllardır çözemedikleri bir derde daha derman bulmuş olduk: kızılderili isimleri kullanmalıyız.

“Sururi” bildiğim kadarı ile, kelime anlamı olarak “gülen kişi” demek, kendime bu adı seçtiğimde bilmiyordum, öğrenince bir kat daha hoşuma gitmişti. İsimlerimizi seviyoruz, değil mi ey ahali? Yeeeesss…

Elif Şafak’a dönecek olursak, her ne kadar yukarılarda genel olarak gösterge olarak isimlerin yazısal değil de, sözel bileşenlere sahip olduğundan dem vursam da, herkes ismini okunuşu ile yazsa bile, onun da öyle yazdığını görünce sinir olmaktan kendimi alabileceğimi sanmıyorum. Bu da benim bir başka gıcıklığım olsun, Herkese benden çay! (Çiçek Abbas)

Bogus: ama HiTNet günlerimizde, sadece yazılı ortamın olduğu zamanlarda böyle değildi tabii ki. Orada herkes AdıSoyadı ile vardı, kişileri adları ile düşündüğümüzde ses/okunuş değil, harfler gelirdi insanın aklına, öyle temsil edilirlerdi. (bu aralar Neil Postman, “Amusing ourselves to death” bitmek üzere, acaip gaza gelmiş durumdayım bu loyloylara (loroloro lol lollo lol lolo lol!…)

Off-topic: Bir önceki mesajda Saruman dedik, Gollum‘u geçmeyelim. “Dobie likes ussss…”

olmayan ülke’den son havadisler..

Epeyce uzun bir zamandır, Ece, uykudan önce masalı olarak Olmayan Ülke’den bir şeyler istiyor. Hollanda’dayken “Köstebek Avcısı Engin” vardı: Engin, adının aksine, köstebeklerin bir numaralı dostuydu, onlarla beraber kötü pek de iyi kalpli olmayan bir çocuk olan Önder’le (yoksa Nuri miydi — adı ya Önder Somer ya da Nuri Alço’dan aldığımı hayal meyal hatırlıyorum) uğraşırlardı bazen ama genelde serbestçe takılırlardı. Köstebekler sandviçi çok severlerdi: Engin’in onları çağırması için bahçelerine (şu tesadüfe bakın ki, Enginlerin de tıpkı bizim o zamanlarki bahçemiz gibi bir bahçeleri vardı!) bir parça sandviç koyması (bu da Hobbes’tan arak!) yeterliydi. Genelde bir yerlere geç kaldığında köstebekleri yardıma çağırırdı çünkü köstebekler hemen gideceği yere doğrudan bir tünel kazarlardı. K.A. Engin serisine Ece’nin köstebek korkusunu yenmek için başladığımı hatırlıyorum ama şimdi bu şekilde buraya yazınca “bir çocuk ne vesileyle köstebeklerden haberdar olur da korkar ki?” diye düşünmeden edemedim (Cevabı da buldum akabinde: “Köstebeklerin gece gece açtığı çukurları gördükçe..”).

Sonra Timi (kaplan), Pimi (kaplan), Po-çi (çekirge), Zampi (zürafa), xxx (zebra), Femko (fare) ve sümük ile sümük (tespih böceği ile tespih böceği) geldiler (zebranın adını hatırlayamadım, yarın Ece’ye soracağım, o hatırlarsa düzeltirim). İspanya’dan yola çıkıp, binbir badire ile önce Kuzey Kutbu’na, sonra Avusturalya üzerinden Güney Kutbu’na, oradan da Amerika kıtasına gittiler. Bu vesileyle Ece de yolculuklarını aklından hatırlayıp, bir dönem epey bir memleketi komşuluk ilişkileri nezdinde, sıralı olarak söyledi (bugün yaptığım yoklama itibarı ile Fransa, Yeni Zellanda, Madagaskar’ın yerini bir saniyenin altında olmak üzere dünya küresi üzerinde tespit edebiliyor).

Ondan sonrasında Peter Pan’a başladık, bir daha da başka bir şey istemedi. İleride lazım olur diye, buraya Olmayan Ülke’de yaşanan birtakım olayların çetelesini tutmak istedim.

Kaptan Kanca ile Smee, Peter Pan tarafından nihai olarak yenildikten sonra, Peter onlara iki seçenek sundu: ya iyi olup Olmayan Ülke’de kalabilecekler, ya da aya sürgüne gönderileceklerdi. Tayfası iyi olmayı seçip, “sihirli prenseslerle” (istedikleri zaman timsah, istedikleri zaman insan olabilen prenses toplumu) evlendiler ve çifçi korsan oldular. Kanca ile Smee ise ayda yaşamaya başladılar. Ayın yüzeyi (ve büyük ihtimalle kendisi de) çikolatadan yapılmış durumda, kraterlerinin bazılarında beyaz çikolata, bazılarında ise peynir var (Italo Calvino, Kozmokomik Öyküler tabii ki). Kaptan Kanca pek çok kereler kaçmaya çalışsa da, Peter her seferinde onu geri yolladı ve ama bir gün Smee de iyi olup dünyaya (Olmayan Ülke’ye) dönünce, yalnızlığının da etkisiyle, o da iyi oldu ve Olmayan Ülke’ye dönüp orada bir kafe/bar/restaurant açtı. Kısa bir süre sonra da kaderin bir cilvesi ile Oyuncak Hikayesi’ndeki kancaya tapan uzaylılara benzer bir uzaylı olan Nanu’yu uzay korsanlarından kurtarıp onu evlat edindi (Nanu ona “Anne” demekte ısrar ediyor). Nanu’nun bir de görünmeyen uzay gemisi var, arada ona atlayıp başka gezegenleri ziyaret ediyorlar.

Artık evlenmiş ve anne olmuş Wendy pek sık olmasa da Olmayan Ülke’ye hala uğruyor, fakat kızı Jane düzenli olarak bizimkileri (Peter Pan, Tinkerbell, kayıp çocuklar ve kızılderililer ve çiftçi korsanlar ve sihirli prensesler ve deniz kızları) ziyarete geliyor. Nadiren de John ve Michael Dayıları da ziyarette bulunuyorlar.

Wendy, uzun süreli kalışlarından birinde çocuklara okuma yazma öğretti fakat Peter dersleri astı ve herkes öğrenirken o geri kaldı. Böyle olunca da, sonrasında gururuna yediremediğinden gitmedi fakat durumu anlayan Wendy tarafından Londra’da normal bir çocuk gibi okul üniforması giydirilerek bir okula devam etti ve oradaki öğretmeni olan Linda’yla da fena halde kapışsa da, Linda ona okuma yazmayı öğretti (diye hatırlıyorum). Bir vesile ile Linda’yı Olmayan Ülke’ye getirdi ve onu gören Kaptan Kanca ona aşık olup evlenme teklif etti ve muratlarına erdiler.

Bütün bunlar olurken, Olmayan Ülke’ye klasik “sağdan ikinci yıldız” yaklaşımından başka geliş yöntemleri de keşfedildi: Konuşan Aslan‘dakinin (Narnia) benzeri bir dolap, Yılbaşı Gecesi Kabusu’ndakinin benzeri başka dünyalara açılan kapıları barındıran ağaçların olduğu bir orman (bu vesileyle Noel Baba ve Jack Skellington da Peter’in çeşitli maceralarda arkadaşı oldular).

Adaya musallat olan bir de “Şakacı Cin” var – Alaaddin’in cinine benzese de bu pembe ve istenen dilekleri gerçekleştirmek yerine onları eşek şakalarına dönüştürmekten muzdarip. Bu tür bir eşek şakasının sonucunda adanın az açığında dev bir gerçek çilek hasıl oldu — köpekbalıklarının hatur hutur yedikleri ve tam yok olduğu sırada *POF!* diye yerine bir yenisinin ortaya çıktığı sihirli bir ada — Kaptan Kanca tarafından reçel için de bol miktarda faydalanılıyor / bu vesileyle, Smee’nin de ufaktan ahçılık yeteneklerini geliştirdiğini ve bütün ada ahalisi tarafından pek sevilen meşhur “Patlayan Pasta”sından da söz etmek yerinde olur: kazara peri tozunu yiyen Peter’ın da acı verici bir şekilde öğrendiği üzere, peri tozu yemenin bir yan etkisi var: popodan alevli pırtlar çıkması. Peri tozu unla karıştırıldığında, bir süre sonra patlıyor. Smee’ye yaptıkları bir şaka sonucunda, Smee’nin hazırladığı pasta patlamış ve sihirli bir şekilde (peri tozundan bahsediyoruz, illa ki sihirli bir şeyler olacak) o sırada ağzı açık olan herkesin ağzına giren bir pasta. Bu, o kadar sevildi ki, Smee düzenli olarak patlayan pasta yapmakta.

Jack ile Sally evlendiler, iki çocukları oldu: Fiona ile Harry, onlar da zaman zaman Peter Amca’larının yanına kalmaya geliyorlar. Peter da, Halloween Kasabası’nda tanıştığı, istediği veya korktuğu zaman refleksif olarak görünmez olan Shelly’yle evlendi (Shelly’nin görünmezliği, aslında inmaterial bir şey – nesneleri etkileyemiyor, varlığını istese de fark ettiremiyor – eğer korktuğu için istemdışı olarak görünmez olduysa, sakinleşene kadar bu dünya ile etkileşemiyor). Hobbes adında bir kaplanları olduysa da, Hobbes şekil değiştirebilen bir timsah olan xxx (adını hatırlayamadım) ile arkadaşlığı ilerletip vahşi hayata döndü.

Kaplan Nilüfer ve kızıl derili tayfası bildiğiniz gibi, orada pek bir değişiklik olmadı.

Hemen hemen bütün Disney prenseslerinin (ve arkadaşlarının) yolu birden fazla kereler olmak üzere Olmayan Ülke’ye düştü.

Olmayan Ülke’nin en yakın zamanlı ziyaretçileri ezelden favorimiz Barbapapalar oldu, hem de bir sürprizle: 10. Barbapapa, nam-ı diğer Barbablanca tam da Olmayan Ülke’de doğdu (Barbablanca, (Ece’nin haklı isteği ile, oranı eşitlemek üzere) kız ve özel yeteneği büyü, rengi de beyaz).
Kaptan Kanca ile Peter arada sırada eski günlerini özlüyorlar, öyle zamanlarda geçmişi tekrar canlandırıyorlar ama bazen Kaptan Kanca Peter Pan’ı, tayfası da kayıp çocukları canlandırıyorlar (Tinkerbell’den tedarik ettikleri peri tozları ile), Peter Pan ve kayıp çocuklar da Kaptan Kanca ile korsanlarını oynuyorlar.

Böyle bir sürü yazdım gibi oldu ya, aslında bu buzdağının (sihirli çilek adasının) görünen kısmı (mesela şimdi aklıma denizkızlarının kenti ve Tinkerbell’in periler ülkesine peri tozunu yenilemek ve arkadaşları ile görüşmek üzere yaptığı ziyaretler geldi, bunu yazınca da Kaptan Kanca’nın kanca elinin peri Tekna tarafından istediği zaman kancaya, istediği zaman da bildiğimiz ele dönüşebilen bir takma el ile değiştirildiğini hatırladım).

Her akşam, Ece’yle işte böyle bir şeyler inşa ediyoruz. Her akşam, o günün masalı bittikten sonra Ece, ertesi akşam ne olacağını soruyor, bir şeyler söylüyorum, gerekli görürse düzeltiyor, eğer heyecanlı bir şey olacaksa (mesela Barbablanca’nın Kaptan Kanca’nın lokantasında naneli dondurma yaparken büyüsünün şaşması sonucunda ortaya çıkan dondurma canavarının nasıl üstesinden geldikleri) şimdiden sonunu da öğrenmek istiyor (ben de söylüyorum tabii ki – yalaya yalaya yiyip bitiriyorlar). Çoklukla ertesi gün tekrar başlarken, bir gün önceden kararlaştırdığımız konuyu hatırlamıyoruz, Ece bazen hatırlıyor ama ben neredeyse hiç, yeni bir Olmayan Ülke macerasına yelken açıyoruz.

Teknik Not: Orijinal Peter Pan’ı okudunuz mu bilemem ama yakın zamanda okumuş biri olarak, oldukça vahşi ve kanlı olduğu konusunda uyarırım. Tamam, bir Lord of the Flies değil ama yine de, gerçek bir çocuk romanı: büyüklerin çocuklara anlattığı türden değil de, çocukların çocuklara anlattığı türden.

Alakasız not: “Peter” adını sanırım yazı boyunca “Pitır” olarak telaffuz ettiysem de, “Peter” diyorum konuşurken, niye böyle cikslik yaptım bilmiyorum, aslında öyle biri değilimdir (“Pan”a da “Pen” değil, bilakis “Pan” derim).

İyi geceler.

Kısa kısa…

Alkışlarınızla, defterimdeki “Le Blog” başlıklı sayfamdan kısa kısalar (her biri başlı başına bir kültür şelllalesi olabilecek bu pek çok kıssayı, edip fütursuzca, handiyse elinin tersiyle itmektedir):

  • “Çirkin Kız” rolüne çirkin kızların verilmesi ve “yine de” ufak tefek çirkinleştirilmeleri makyaj yoluyla. (güzel bir dünya için naiflik)
  • Konsere gidip konseri sahnenin arkasındaki dev ekranlardan seyretmek. (Better than the real thing şeysi)
  • “Cool olsam beni yine sever miydin?”
  • Merhamet: En fazla olarak, en iyi olan değil, teşvik/teselli edilmesi gereken, hata yapan alkışlanıyor (Down sendromlu balerin, aleti tutukluk yapan flütçü, seyircilerin arasından sahneye fırlayıp, dansçılarla/balerinlerle birlikte dans etmeye çalışan küçük kız çocuğu). (Tabii ki Neil Postman, entertainment)
  • Hamlet: Oyun içinde oyun / Flamenko: Sevdiği öldüğü gün yine de dans etmek zorunda kalan dansçının dansı. (fraktal).
  • Türkan Şoray’ın canlı yayın tutukluğu, Tehlikeli Oyunlar’da Bilge ile Hüsam Albay’ın tanışması, yazarların/felsefecilerin/bilim adamlarının artık prezentabl olmak zorunda oluşları. (Postman, entertainment).
  • Yazının mutlak olmayışı, kalıcılığın bir seçim oluşu. (Postman, yinegene).
  • Bilgisayarlardan ötürü, artık trivial bilginin (ya da bilginin) “o anda, o sırada!” (right here, right now) sunulmak zorunluluğu (yoksa gittin baktın derler adama). Epey de bu yüzden, insanların yeni diyalog tarzının bilgi sunumu (dökümü) haline gelişi.

ve daha pek çok entel-dantel naneler.

Şen gittik, şengen geldik, spekulas, sucuk ve zeytin.

Geçtiğimiz hafta iş+tatil vesilesiyle ailecek Bordeux’dadaydık, Fransa güzel bir yer gerçekten bütün önyargılara karşın/rağmen. Bu gidişimizde Croque Monsieur yemedim ama kruvasanların bolca tadına baktım. Bengü’yle Ankara’daki ilk buluşmamızdaydı sanırım, beni Arjantin Caddesi’ndeki “Paul”e götürmüştü de, kahverengi şekerle temsil edilen tikilik yüzünden bol bol mır mır etmiştim. Paul’den de güzel tatlılar yedik. Bir de, Fransa’nın nüfusunun %97si müslüman olduğundan ötürü, gönlümüzce sucuk da bulduk, Türk (a la Yunan) usulü zeytin de – kahvaltı alışverişimizi Fransa’dan yaptık yani şeker (cheri). Bordeaux’ya has tatlı olan canelé (Bordelais) yemekten de eksik kalmadık ama eksik de kalabilirmişiz, o kadar açmadı bizi. Bunlara ek olarak domates ve özellikle salatalığın da çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Bölümdeki arkadaşlara hediye olarak tabii ki (illa ki) makaron (köpük / beze) aldım çeşitli esanslarda.

Asıl sürpriz cumartesi günkü yaptığımız kordon gezisi sırasında oldu (Hande, Hande, River Bank eşit midir kordon yoksa o sadece İzmir’e mi ait bir şey?) – yorulup, bir kafeye girdik, çay istedik, çayın yanına bisküvi olarak da Lotus marka spekulaslar gelmesin mi! Spekulas, Hollanda’ya özgü, tarçınlı/karamelli bisküviler, Sinterklaas‘ın olmazsa olmazlarından – şimdi gerek benim, gerekse Nergis Hanım’ın bloglarını şöyle bir taradım, iç referans bulayım diye, bulamadım, çok da uğraşmadım. Hollanda’da spekulas, bisküvi formunda oluyor, bir de stroopwafel‘lerin tadı öyle oluyor şerbetten ötürü ama ezmesini ilk defa Barış bize geçen yılbaşında Belçika’dan kavanozla getirdiğinde görüp, çok da sevmiş, (kelime anlamıyla) koklaya koklaya yemiş bitirmiştim. Barış’ın getirdiği ezmenin markası da Lotus idi. İşte biz o nehir kenarındaki kafede çayımızı yudumlarken, birden içimde bir ümit ışığı yandı, markette gerçekten de bu spekulas ezmesini bulunca biraz abarttım ama sonuçta uçakla değil, trenle dönüyorduk, istiap haddi diye bir şey yok idi (Bilbao – Bordeaux arası 350km).