Sururi Teyze

UYARI: Norman Warne’ın hayatı ve dolayısı ile Miss Potter filmi hakkında "spoiler" içerir, beğenmeyen almasın.
(İmza: Sizi seven, sosyal sorumlu, sorunlu sazanya SururiDeyze)


Norman Daiziel Warne (resimde yeğeni Fred ile görülmekte), 1868 doğumlu, iyi kalpli bir insandır. Ağabeyleri ile birlikte Londra’da bir yayınevi işletirken, bu vesileyle çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter ile tanışırlar, aşık olurlar. Birkaç dünyevi zorluğun üstesinden geldikten sonra evlenmeye karar verirler fakat kısa bir süre sonra, sevgili Norman, 1907’de, 37 yaşındayken lösemiden ölür, müzik biter. Geçen ay Bengü kütüphaneden bir kız filmi olduğu kapağından buram buram taşan Miss Potter filmi ile geldi, "ben sonra arkadaşlarımla da seyredebilirim, seyretmek zorunda hissettme kendini" filan dedi ama o gün lütufkârlığım üzerimde olmalı ki, birlikte seyretmeyi teklif ettim. Kız filmleri değişik bir olgu: gayet güzel, keyifli başlıyor, öyle de devam ediyor. Alışkanlıklarınızdan ötürü her dakika kötü bir şeyin olmasını, ya da şu herkese iyi davranan teyzenin/amcanın kilerinde hapis tuttuğu birileri olduğunun ortaya çıkmasını bekliyorsunuz, tık yok, olaylar gayet güzel, çok neşeli (as in "kakara kikiri") olmasa da hoş devam ediyor, küçük dedikodular, takılmalar…

 – ya intikamımız? İntikamımız ne olacak? (İtiraf et, Alev’i sen öldürdün. Ne zaman öldürdün, niçin öldürdün Alev’i?)

İşte sonra iyi kalpli oğlan ölüyor, film bitmiyor, hayat devam ediyor. İnsanlar yine aynı eskisi gibi iyi kalpli olmaya devam ediyorlar – ortada kötü adam yok ki, ortadan kaldırıp intikamını alasın, ya da vatan kurtarmıyorsun ki, özgürlük bayrağın göklerde dalgalanırken, geride kalanlar için gökyüzüne iki dakika daha fazladan gözün kısık anlamlı bakışlar atasın.

Sulugöz değilimdir (no, no, no), aslına bakarsanız, pek ağlamam. Aman aferin bana, Miss Potter’ı izlerken sonlarında salya sümük olmamak için on bin takla atan ben değildim sanki (şimdi bunu yazınca aklıma 2000’li yılların Eti Brownie reklamındaki o güzel kız geldi yahu – gittim baktım o dala, Zeynep Aktuğ imiş adı, o reklam serisinden de bir tek bunu bulabildim, ama benim kast ettiğim reklamda iki arkadaş acıklı bir şey mi izliyorlardı sanki ne). Neyse, ne diyorduk, işte yılbaşında Yasemin’den bir dolu kitap almış idim, onlardan biri de 

(Neyse, ne diyorduk? yukarıdaki kısmın üzerinden 2 saat geçti de…) … işte, onlardan biri de Mary Ann Shaffer ile Anne Barrows’ın (teyze – yeğen) yazdığı The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society idi. ve kız kitabı idi. Ne kadar güzel bir kitaptı. Bunda da kötü insan yok ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında geçmekte olduğundan, e ben daha ne diyeyim. Kitap bir İngiliz yazarı merkezine alıyordu ve bir İngiliz yazardan beklenecek bütün o sarkazma da haiz idi. Benim aklıma bölük pörçük Lina Salamandre (aka H.E.) şiirleri geliyordu. Bir de kitabın yapısı, mektuplar serisi olarak kurulmuş – bu tarza örnek düşünürken, John Updike’ın S.‘sini hatırladım, kitabın sonunda yazar da Daddy Long Legs’i gösteriyor örnek olarak. Ek olarak Genç Werther’in Acıları ile az evvel Çocuk Kalbi‘ni düşündük ama ikisi de günce şeklinde imiş. Mektup yapısı hayli pratik bir anlatım şekli: hem sadece ilginç/etkin olaylara/gelişmelere odaklanmanızı sağlıyor, hem de akıcılıktan kaybetmeden okura çeşitli mola noktaları koyabiliyorsunuz (bu nedenledir ki hikaye kitapları romanlardan daha kolay okunagelir, ayrıca Bay Ahkâm’ı takdimimdir).

Yazarların İngiliz olduğundan emindim (yeğen Anne Barrows’un neredeyse on yıldır görmediğim Suzan’ı andırdığını düşündüğümü zaman aşımından yazamam tabii ki [bu parantez içi de Erdal Öz’ün Can Yayınları’nın sansürlenmiş kitaplarına dava tutanaklarını koyup, sansürü aşışı gibi oldu]). Sonra ah işte o Afterword… yok mu! Vaktiyle 10.5 Bölümde Dünya Tarihi‘ni okuyuşumun ardından Julian Barnes’ın bir kadın oluşuna emin oluşum gibi, bunda da yanılıp, akabinde şaşırdım (ayrıca "ay ne kadar güzel bir yere benziyor şu Guernsey, yazar orada uzun yıllar yaşamış olmalı, sanki ben de orada yaşıyormuşçasına loyloy" mitini de şangırt! diye kırıveriyor çok afedersiniz). Kitap güzel, Charles Lamb, Bronte’ler ve Jane Austen muhabbetleri de yapılıyor (ve Hande, bir arkadaşın kindle’ına hediye kitap gönderilebiliniyor mu, yoksa illaki herkes kendisi mi almak zorunda? ve anladın sen onu 😉 Yalnız, kitabın insanın içini açan bir kapağı (+iç kapağı) var, sanal olmayan bir kipatçıda bakmak tavsiye edilir.

Sonuç: kız kipatı, kız fülmü, ağlak Sururi (ama güzel ağlaklıklar bunlar, böhü böhü). Bu arada, yine olsa, yine seyreder, okurum, tavsiye de ederim (istismar etme, gel canımı ye).

Cennet…

 "Cennet", Kieslowski’nin, 3 renk üçlemesinden sonra çekmek isteyip de ölümüyle yarım kalan bir başka üçlemenin (Cennet – Cehennem – Araf) ilk filmiydi. Vaktiyle 3 renk üçlemesini "son filmleri" olarak lanse ettiğinden, arkasından konuşmuş gibi olmayalım ama, filmler iyi iş yapınca, "ah, dur bir üçleme çekeyim" demiştir belki fakat sözünden döndüğü için de kaşığı/kamerası kırılmış, üçlemesinin ilk filmini çekmek de Tom Tykwer’a nasip olmuştur, iyi de olmuştur zannımca (hem Cate Blanchett de vardı, güzeldi). Film, bir helikopterin göğe doğru (ya nereye olacaktı?) yükselmesiyle bitiyordu (yanlış hatırlamıyorsam): güzel, temiz bir bitiş olduğunu düşünegelmişimdir.

Benim için cennet, içinde sonsuz, yazılmış/yazılmamış kitabın, kitaplarınkine benzer niteliklerde filmlerin ve müziklerin olduğu dev bir kütüphane. Artı olarak, bir yandan film izleyip, kitap okurken, beri yandan fosur fosur puro/pipo tüttürebilmeniz de cabası. Kola (Coca-cola) ırmakları zaten hep vardı ama bir süredir kebapçılar da standlarda yerini aldılar.

Pek kalabalık olsun istemem: tabii ki Bengü ile Ece olacaklar ama çekirdek ailemiz dışında, diğerlerinin cennetlerine bağlantılar olsun, istedikçe gidip görelim.

Vaktiyle Magnetic Scrolls’un "Pawn"  adında bir oyunu vardı – oyunun sonunda oyunun kodunu değiştirip, "God mode" tabir edilen, sonsuz sınırsız bir moda geçiyordunuz. Dünyaya öyle gelmek bir süre sonra mutlaka sıkar bence, ama yine de illa ki denerim tabii. Bir de yüzyıllar boyunca uyukladığım, yorganın altında uyku mayalaya mayalaya ekmeğe dönüştüğüm bir evre de kaçınılmaz olarak varolur bence.

Eğer hala anlaşılmadıysa, evet, ölümden sonra ahret filan, inanıyorum, getirisi var, kar marjı yüksek, kaybedecek pek bir şey yok. Kollektif cennetlerden çok, bireysel olanları yeğliyorum ve aslına bakarsanız daha pratik/uygulanabilir buluyorum.

İnsan cennette yaşamaktan sıkılır mı? Büyük konuşmayayım ama bana yeterince film/kitap/müzik/oyun verirseniz, bir de işte aralarda Gürer Bey’le filan da buluştuk mu nargile başında, ben sıkılmam. Marx’ın icabından teknolojik gelişim geldiyse eğer (en basit yaklaşımla), benim sıkıntımın hakkından da entel-dantel eğlencelikler gelir derim ben size.

Zaman göreceli bir kavram. Ölüp de yataktan kalkıncaya geçen zamanda, herkesin de ama öyle, ama böyle eninde sonunda ölmüş ve hep birlikte, aynı anda uyanıyor olduğunu düşünün. Vaktiyle, coğrafyanın gazabına uğrayan aşklardan bahsetmiştim ("defter bir ayrılık havası taşıyordu ama hiç olmamış bir beraberliğin ayrılığıydı bu. garipti. ama yine de dokunaklıydı. hiç bir araya gelmemiş insanların ayrılığı üzerineydi sanki defter. başka dünyaların değil fakat şüphesiz başka kıtaların birbirlerini hiç tanımamış insanlarının ayrılığıydı o anda söz konusu olan. mesela avusturalya’da hiç görmediği, tanımadığı, bilmediği bir kıza aşık hollandalı bir gencin ayrılık acısıydı. çünkü kız o sıralar bir başkasıyla evleniyordu ve genç bunu bile bilememenin çaresizliğiyle yazmak istiyordu bu deftere. ayrılık evrensel bir olguydu." ES, EAD, 1996), neyseki internet çıktı, uçak biletleri ucuzladı filan, yavaştan o konu çözülmeye başlandı, işte geriye bir tek zaman sorunsalı kaldı (Tom Hanks, Big), o da artık öte dünyada inşallah.


aslına bakarsanız, bütün bu laf salatasının tek gayesi, Bill and Ted’s Bogus Journey’sinden bir resim koyabilmek idi.

Sonsöz: "Beyond Black" adlı sıkıntı yumağını bitirdikten sonra başladığım Levent Şenyürek’in Cennetin Kalıntıları’nda bugün Cennete geldikten sonra, bir de çoktandır blog göndermemiş olduğumdan kelli, bugün böyle biraz (Coca-cola) light takıldık. Bu günkü programımızı burada bitirirken, kapanışı 2/5 Bz’nin "Kurtuluş Yok!" adlı güzide şarkısıyla yapıyoruz. Esen kalın (ölüm bir kurtuluş değildir, just remember, that death is not the end… Serhat ve Nick Cave)