o sırada (aka son dakika)

 Sevgili Gümlük,

Editörün açılmasını beklerken kafamda sözlerinden vaktiyle Ande’nin bir blog girişi sayesinde haberdar olduğum ve sanırım hiç dinlemediğim İkili Delilik’ten (Sezen Aksu) bölük pörçük gidip gelmeler vardı. Az evvel son-uzunca-bir-zamandır yoğun bir şekilde enerjimi ve vaktimi alan bir şeyin sanıyorum bendeki kısmını bitirdim (akademik bir şey bu arada, çok şükür ilişkisel filan değil (canım arkadaşım OBM’ye de selam çakalım bu vesileyle)), sonumuz  hayırlı olsun.

Ne diyecektim ben? Kafam karışık, yorgunum ve sanıyorum uykum var. Olayın bendeki kısmı bittiyse bile, daha ilgili konuda yapmam gerekenler bitmedi. Çok da bir değişiklik yok aslına bakarsanız (gizemli adamın terennümleri), bir piyango bileti almak gibi. (işin özü aynı kalmamızdır)

Bugün kahvaltıda bir ara Ece’nin Küçük Prensini açtım, sonunu okudum. Daha önce kırk kere okumuşluğum var kitabı, çocuk değiliz yani, biliyoruz ne olduğunu, ama yine de etkiliyor, üzüyor ya insanı. Ece’ye "yok, ölmüyor, ölür gibi yapıp, o yolla gezegenine dönüyor, bak vücudunu bulamıyor mesela pilot" dedim, Pan’s Labyrinth’i masal kıvamına getirip anlattım destek olsun diye, yine de ben artık büyümüşüm (aka "çocuk değiliz yani") artık anlaşılan, eskiden o söylediğime inanırdım, bu sefer öyle olmadığını bildim. (bu noktada Sartre’ın 2. Dünya Savaşı’na dair sevdiğim bir gözlemi vardır, onu da alıntılayıp yatayım: "Anlamıştım ama hissetmemiştim." deyü, uydurmuş da olabilirim çünkü biraz bakındım ama kaynak/destek bulamadım).

İyi gecelerzzzzzzzzzzzzzzzz.

Sururi at the bleeding edge / cutting edge / edge.

 Geçenlerde ilgili başlık aklıma geldiğinde, üşenmedim, araştırmacı blogçu kişiliğime yenik düşüp derin araştırmalara (wiktionary) yelken açtım. Öğrendim ki terimler nalburluktan geliyormuş, kılıçlar için kullanılmaya başlamış, Bleeding edge çok oturmamış, yeni çıkmış fırından (ustası Çorum’dan) kılıçları tanımlarken, cutting edge de en son yenilikleri içeren, süper düper falan filan (bir de aynı minvalde state of the art vardır ki, sanattan çok teknoloji ve bilimde kullanılır). Geçen hafta iki tane pek güncel şeyden/şeyle haberim/etkileşimim oldu da, genelde şimdiyle pek alakam olmadığından garibime/hoşuma gitti, sizlerle paylaşmadan edemedim (yoksa şuracıkta çatlardım valla(hi)).

Geçen ay Otostopçunun Galaksi Rehberi serisini (1-5) tekrardan okudum bir güzel: beni en çok vuran şeyler Arthur ile Fenchurch’ün ilişkisi (So long, and thanks for all the fish), evreni yöneten adam (The restaurant at the end of the universe) ile Tanrı’nın kullarına son mesajı (So long, and thanks for all the fish) oldu; bir de Elvis Priestley de biraz ağlak danone olsa da, güzel bir dokunuş idi (baki kalan bu kubbede) (Mostly Harmless).

Neyse, işte seriyi bitirdikten sonra bilim-kurguya biraz ara veririm diyordum, ama AV Club sağolsun, beni yeni çıkmış olan, Thomas King diye bir arkadaşın "A Once Crowded Sky" kipatından haberdar etti. Ben kipatı alıp almamak arasında giderken, bu sefer de amazon, "bunu alanlar bak bunları da şey etti" diyerekten bana pek güzel bir kapaklı, ilgi uyandırıcı isimli ve neresinden bakarsanız bakın yazlık çıtır çerez olduğu ("Clerks meets Buffy the Vampire Slayer" şeklinde bir sloganı olan bir kipattan ne kadar bir şey bekleyebilirsiniz?) Michael R. Underwood isimli genç bir arkadaşın (EST bunları yazarken ilgili kişiye çaktırmadan baş ve işaret parmaklarıyla L yapıp alnına doğru tutar) Geekomancy kipatını tavsiye etti. Dediğim gibi, bütün entellektüelliğimle gidip kapağı için aldım, ama kitap da çok güzel bir çerezlik çıktı hakikaten zevkle okundu. Çıkmasının üzerinden bir ay geçmeden bitirdiğimden işte başta bahsi geçen "bleeding edge sururi" kavramına da kapıyı açmış olduk.

Geçen gün de internette dolanırken, Nik Kershaw’ın (mesela $izoSuru #2 – Kanserojen Şarkılar / Wouldn’t it be good) bunca yılın ardından yeni bir albüm (Ei8ht) çıkardığını öğrendim, gittim dinledim biraz, güzel, popidik işte, daha ne gerek? O da 6 ağustosta çıkmış da işte, böyle yakınen takip eder buldum bir anda kendimi.

Geekomancy’den sonra şöyle biraz çiddi bir şeyler okuyayım, ne o öyle, çocuk muyum SF/Fantazi filan okuyup duruyorum deyip, Kazuo Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna başladım. Uzunca bir tutukluktan, mahcupça gözünü kaçırmalardan filan sonra, o da ağzındaki baklayı çıkardı, "Sevgili Emre, senden artık daha fazla hakkımdaki gerçeği saklayamayacağım: ben aslında sıkıcı bir İngiliz yatılı ortaokul kipatı değilim, yani oyum da aynı zamanda ama esas olarak sıkıcı bir bilim-kurgu kipatıyım." deyiverdi. Pofffff… Bırakmadık ama, okuyoruz hala, az kaldı… Ayrıca The Island filmi (evet, hani o Scarlett Johanson ile Ewan McGregor’lu olan) 2005 yılında vizyona girmiş, bu kipat da 2005 yılında basılmış – birinden biri arak kesin (ben The Island’ı daha çok beğenmiştim, o yüzden onun tarafını tutuyorum). Ben bu entel dantel işlerini sevmiyorum — ara ara ara bir tane The Island’ı anış yok kipattan bahsederken (Roger Ebert, The Island’dan bahsederken kipatı anıyor (son paragraf) / bir de, tersine, Never Let Me Go 2010 yılında sinemaya uyarlanınca, millet o zaman anlıyor ama bu sefer de yanlış anlıyor). Benzeri bir arak/no/fobyayla Shutter Island / Mindgame’de karşılaşmıştım, o zaman da sinir olmuştum (hem bu sefer tarihler arasında yıl farkı da var: 2003/2001). İleride bahsetmek üzere not almıştım ama daha ne diyeyim bilemedim. Neyse, belki, belki..

Ah, bir de, Ian M. Banks’in hastası olduğumuz (eskiden daha çoktu bu hastalığımız zira Matter çok kötüydü, Surface Detail de ehven-i şer idi) The Culture serisinin yeni kipatı "The Hydrogen Sonata" 4 ekimde çıkacak imiş, haydi bakalım. Bir de üşenmeyip, ucundan takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blogunun "Kısa Kısa"larından arakla bahsi geçen kipatlarla ilgili bir kolaj kotarsam ne iyi olurdu ama yok öyle yağma! Onun yerine geçenlerde Guggenheim’da gezdiğimiz (ah bu havam!) David Hockney sergisinden pek bir beğendiğim bir başka"kolaj"la veda ediyorum siz sevgili dinleyenlerime (işte benim Zeki Müren, daradara daradara dat dat dararara ra rarararara…)…


David Hockney – Pearblossom Highway, 11-18 April 1986 #1