Yılın Listesi (Adaylar / Short List)

(Bu özet, detayları gelecek, düzeltilmesi/değiştirilmesi de muhtemel)

Yılın Filmi: Le Havre | A Separation | Silver Linings Playbook
Yılın Dizisi: Veep | It’s always Sunny in Philadelphia | Breaking in
Yılın Müziği: Smashing Pumpkins | Lucky Soul | Mecano
Yılın Kitabı: Mary Ann Shaffer & Annie Barrows – The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society | John Banville – The Sea | Jules Verne – Mysterious Island

Diğer başlıklar (Juri Özel Ödülü – sonradan açıklanacak)
Yılın Uluslararası Olayı:
Yıllın Olayı:

(Başka?)

iki şey… (çünkü bitektir leke)

Ne zamandır iki tane alıntı yapmak istiyordum buraya, Yaşama Sevinci ile birlikte (malumunuz)… Bir tanesi Şopi’nin bir kitabının (tabii ki "Hayatın Anlamı") başına kondurduğu bir güzellikti; diğeri ise yıllar yıllar evvel (sene 1994, onlar da insandılar, ve sevgiye inandılar, senin gibi, benim gibi), sevgili İdris’ten (ah İdris, ah!) aldığım 4-5 Defter dergisinden birindeydi, "o" dergiler "bu" kutulardan çıkmadılar, ne mutlu ki, Defter’leri tarayıp internete koymuşlar (internet, mon amour)

(…)

Son bir buçuk saattir, Defter’in taranmış sayıları arasında sizin iki-üç satır yukarıda bahsini gördüğünüz şeyi (şiiri) aramaktayım, bulamadım. Aklımda kalanlar:

(…)Korinthos’a gitme
Gidersen evlenme
Evlenirsen çocuk yapma(…)

mısraları idi "eski bir şiirin". Üstelik, bu şiir ana metin olarak yer almıyordu, yanlış hatırlamıyorsam (13-94 = 19 = höh!) epigraf olarak yer alıyordu da, dipnotlarda tamamı veriliyordu. Epey bir baktım Defter’deki (defterlerdeki) yazılara, ama bir türlü bulamadım (Meltem Ahıska, Nurdan Gürbilek, Günseli İnce, Hulki Aktunç, Orhan Pamuk, bir sürü, bir sürü isim! Hatta bir ara çevirmen olarak Serdar Erener bile gördüm). Doris Lessing’i ilk defa orada okuyup düşkünü olmuştum ("Pek Sevimli Olmayan Bir Hikaye"), var daha bir sürü şey. Neyse, ne diyordum, bulamadım o şiiri (düzensiz olarak yıllar yılı internetteki arayışlarım da sonuçsuz kalmıştı).

Bir daha arayayım dedim, İngilizce yazdım, Türkçe yazdım, sonunda az evvel bir ipucu yakaladım:

gökte ararken…

Metni hemen açıp, ilgili yeri arattım, tarattım; yazar, Lawrance Durrel’in "Bitter Lemon" kitabının özensiz çevirmeninden yakınıyormuş, (ayrıca Korinthos değilmiş, Girne’ymiş (Kyrenia)) şöyleymiş (tangolar kendisiymiş…):

The Turkish Cypriot sayings that appear in Durrell’s original work have been translated into Turkish from English, leading to absurd results. One example is the Turkish Cypriot song in Bitter Lemons (BL, 28), which is translated word-by-word:

Kyrenia’ya gelirseniz
Surlardan içeri girmeyin.
Surlardan içeri girerseniz
Uzun süre kalmayın,
Uzun süre kalırsanız
Evlenmeyin
Evlenirseniz
Çocuk yapmayın. 

There are various versions of this Turkish Cypriot folk song, but the one closest to Durrell’s version runs:

Girne
İçine girme
Girersen eylenme
Eylenirsen evlenme
Evlenirsen döllenme
Döllenirsen çocuk etme
Çocuk edersen evlendirme.

This carelessness and indifference indicate a lack of interest towards the community the translated work attempts to describe.

huzur benim oldu (nerdeee!..)


İşte böyle bir şeyler. Gökten internete -burada yazılanlarla ilintili olarak- üç ("3") şey için teşekkür düşmüş:
1) Defter arşivi için
2) Hayalet Gemi arşivi için
3) Hasan Safkan’ın "Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, ordan eve" kitabı için
4) Şizofrengi arşivi için (ah muhsin ünlü, ah!) (27 sayısından 13’ü kalmış bu kubbede)

Pek çok entel arkadaşım olsa da (ben ve benim gibiler peh peh…) yanında dantel kaldığım(ız) bir x vardır ki, diyeceğim odur ki, Defter arşivi 550MB olup, çok kötü taranmış bir haldedir, yazılar pek zor okunuyordur, o yüzden merak kediyi de bandwidth’i de öldürür, ama yine de siz bilirsiniz tabii (ha, yok, diyeceğim o değildi, şuydu: x değilseniz, 550MB’ı indirip de, "bu ne yahu?" diyecekseniz, baştan uyarayım… hatta uyarmayayım, bir tane sayıyı koyayım, yok, üşendim, uyarayım (baştan)). 

Uzun oldu çok, resim ister bu yazı.

–sonradan not: ya ben "fit fit" öttüm ama şimdi bir şeye bakmak için geri gittiğimde gördüm ki, tek tek de bakılabiliyormuş sayılara, hem de derli toplu, aferin bana, ama her işte bir hayır vardır: böylelikle nasıl da ahkam bir insan olduğumu ilk elden gördünüz, ayrıca yukarıyı silip delilleri de yok etmiyorum, böylesi aymazlık, utanmazlık…

–daha da sonradan not:
Şopi’nin bahsettiğim alıntısını alıntılamayı da unutmuşum üstelik!
Theognis’ten tüm sevenlere geliyor:

Optima sors homini natum non esse, nec unquam
Adispexisse diem, flammiferumque jubar.
Altera jam genitum demitti protinus Orco,
Et pressum multa mergere corpus humo.

İnsan için hiç doğmamış olmak, güneşin kavurucu ışığını hiç görmemiş olmak en iyisi olurdu, ama eğer doğmuşsa olabildiğince çabuk Hades’in kapılarına koşturmalı ve orada yerin altında huzur bulmalıdır. (Çev:Ahmet Aydoğan)

3 Avcı kendi cesetleriyle karşılaşıyor – Campo Santo’daki bir freskten ayrıntı, Pisa, 15. yy. (Defter, #2  Philippe Aries, "Yasak Ölüm"

que viene, que viene… que viene, que viene…


Neko Case’in albümü The Worse Things Get, The Harder I Fight, The Harder I Fight, The More I Love You (isme bak! Neko değil de, Miranda July çalışması sanki) 3 Eylül’de çıkacakmış. Haydi bakalım.

[Kaynak: http://www.avclub.com/articles/neko-case-announces-new-record-due-out-sept-3-just,98848/]

Yumurta, Süt, Bal…

Hollanda’ya yeni gelmiştik herhalde, nereden edindiğimizi de hatırlamıyorum şimdi, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’sını seyretmiş, çok da beğenmiştik. Eşe dosta tavsiye ederken "Nuri Bilge Ceylan’ın seyredilebilir versiyonu" diye tasvir etmiştik. Nuri Bilge Ceylan’ı da severiz ama yalan mı işte, Yumurta’nın izlemesi daha bir kolaydı.

Sonrasında Süt ile Bal’ın da çıktığını öğrendik ama nasıl olduysa bir türlü fırsat bulup da edinemedik, edinip de seyredemedik. Geçen gün aklıma geldi, arayıp sorunca, gayet eli yüzü düzgün, fiyatı nispeten cazip bir DVD setinin çıktığını öğrendim "Yusuf Üçlemesi" adıyla; yanında da Uygar Şirin’in Semih Kaplanoğlu’ya söyleşilerinden hazırlanmış "Yusuf’un Rüyası" adlı kitabı eklemişlerdi (ah, bir de yapım DVDsi var ama daha ona bakmadım – aslını isterseniz DVDlere de bakmadım daha).

Kitabı okumaktayım son günlerde. Okudukça bir şeyler hatırlıyorum (Yusuf’un koç alırken bayılması, baştaki annenin yürüyüşü, sahaf sahnesi… bir şey daha vardı, Çerkez düğünü, evet, ama sanki başka bir şey daha… değilmiş, koç alırken bayılması imiş). Şu aşağıdaki ise hatırlamadığım bir şeydi, okuyunca hayal meyal (ama hakikaten çok hayal meyal) hatırladım, çok ince, çok kırılgan, çok hüzünlü geldi:

– Yusuf’un Gül’le konuştuğu sahneyi konuşalım biraz da…
– O sahnenin Gülçin (Santırcıoğlu) için çok kolay olmadığını zannediyorum, çünkü hiçbir şey söylemedim ona. Senaryodaki diyaloglarda Gülçin neredeyse sadece soru soruyordu, Nejat’ın cevapları ise belirsizdi. İkisini çekimden önce karşı karşıya getirmedim, ön çalışma yapmadım, böylelikle uzun süre görüşmemiş iki insanın duygusunu ve tazeliğini daha iyi verebileceğimizi düşündüm. Oyuncular geldi, Nejat’la biraz konuştum, "Sana sorular soracak, hepsine hemen cevap verme, mesela gözünün içine bak biraz, sonra cevap ver" dedim. Gülçin’e ise özellikle hiçbir şey söylemedim, tedirgin olmasını, çaresiz kalmasını istediğim için. Öyle bir sıkıntı ki bu, çekimin ortasında Gülçin bize dönüp "Ne bu ya? Yeter artık! Keselim!" diyebilirdi. Çünkü orada şöyle bir şey anlatmak istedim: Bir zamanlar bu adam bu kıza aşıkmış ama kızın umurunda bile değilmiş. Kız gidip kendi hayatını yaşamış, evlenmiş, boşanmış, hayal kırıklığı yaşamış ve adamın geri geldiğini duyunca "Acaba" diyerek yanına gelmiş. Belki o adamdan sonra yaşadığı hiçbir şey o kadar güzel değildi. Kızın kafasında eskiden ona aşık olan ve belki, bir umut, hâlâ aşık olan bir adam var; fakat bulduğu, başka bir adam. Bunun şaşkınlığının da görünmesini istedim. Yıllar sonra eski sevgilisiyle karşılaşan herkesin yaşayabileceği bir durum. Ama adam orada sahici bir duruş gösteriyor, kıvırmıyor. Geçmişi hatırlıyor ve cevapları geçmişten geliyor, kadının aslında ne kadar yanılmış olduğunu yüzüne vuruyor… Bize bu iki insanın geçmişini, söylenmeyen her şeyi, aynanın arkasını hayal ettirebilecek kadar yoğun ve güölü bir sahne olmalıydı. Bunu denedik ve istediğim oyun hemen çıktı Gülçin’den. En hızlı çektiğimiz sahnelerden biri oldu, bir saatte çekip bitirdik.

Semih Kaplanoğlu, "Yusuf’un Rüyası", Timaş Yay. 2010, 2. baskı, s.134

Bu aralar "fırsattan istifade" Türk edebiyatı okuyayım dedim ve nicedir ihmal ettiğim, başlamadığım Cemil Kavukçu’yla açtım sezonu. Ondan ilk olarak "Başkasının Rüyalarını" okudum, hele de ondan evvelki iki konuk yazarım olan Murakami ve özellikle de Houllebecq’den sonra böyle duru su gibi geldi. "Memleketimin havası" gibi böh böh şeyler demeyeceğim ama Murakami’de garip Japonlar daha garip şeylerle kayıtsızca uğraşırlarken, Houllebecq’de ("Elementary Particles"da) insanlar 2 sayfada 50 çeşit pozisyon denerken, bir anda (ve Gemlik’e doğru):

Ortaokulda, ikiden üçe geçtiği yıl, yaz tatili boyunca farklı, daha önce tanımadığı bir sıkıntıyı yaşadı. Aşık olmuştu. Sınıflarında, ön sırada oturan, ince, uzun kumral saçları omuzlarına dökülen, solgun yüzlü, ince sesli, kısa boylu bir kız vardı. Adı Sevim’di. Ağlayacakmış gibi bakardı. Ona ilgi duyar, ama bunu kimseye, ablasına bile söyleyemezdi. Okul saatleri dışında, sokakta, evde, gece yatağına yattığında onu düşünürdü. Kız bunun farkında bile değildi. Çok sık hastalanırdı. Sevim’in okula gelmediği günler kendini, koydaki çocuk kadar yalnız hissederdi. Ders saatleri geçmek bilmezdi. Sevim’e bir şey sormak, ya da istemek için nedenler uydurur, konuşurken gözlerine bakamaz, yüzünün kızardığını hisederdi. Sonra yaz geldi. Uzun bir tatil. Onu görmeden geçen, aslında geçmeyen günler. Görürüm umuduyla evinin önünden geçer, belli etmemeye çalışarak pencerelere bakardı. Herkes o sokaktan neden geçtiğini biliyormuş gibi de uyanırdı.

Tatil bitti. Okullar açıldı. Bütün bir yaz göremediği Sevim’i görünce düş kırıklığına uğradı. Sevim serpilmiş, kocaman bir kız olmuştu. Yine ağlayacakmış gibi bakıyordu ama, ondan büyüktü artık.

(…)

Ortaokuldan sonra ailesi Sevim’i okutmadı. Aynı sokakta oturan sınıf arkadaşına onu sordu hep. Birkaç kez çarşıda gördü. Artık başını bağlıyordu. Lise sona geçtiği yıl Sevim’in evlendiğini duydu.

Cemil Kavukçu, "Rüya" – "Başkasının Rüyaları", Can Yayınları

Bu kitabı, sonrasında okuduğum bir diğer Cemil Kavukçu kitabı olan "Gemiler de Ağlarmış"dan daha çok beğendiysem de, orada da "Tehlikeli Yoklayışlar" adlı hikaye beni aldı, taa Raymond Carver ("Where I’m calling from") ile Miranda July’a ("The Shared Patio") kadar taşıdı. Bir de öyle Türk gücü filan diyorum ama tabii "Başkasının Rüyaları"ndaki "O Kadın Fatma Girik Değil" hikayesini doğrudan Murakami’nin arasına koyabilirsin (al ablam, bozuk çıkarsa, getir değiştireyim).

Neyse, ne diyorduk, nerelere geldik…