Amaya Belen

[Turgut Uyar, Carl Gustav Jung, Enis Batur, Lale Müldür, Ursula K. LeGuin ve A.S. Byatt için]

28/9/2010

Adam bir gün yürürken yerde kısa –bir parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir dal parçası buldu. "Bundan sonra bunu çiğneyeceğim." dedi kendi kendine, ağzındaki puroyu attı, katranını tükürdü, ağzının kenarında artık o dal parçası, yürümeye devam etti. Otları, taşları, kayaları tepeleri ezdi, bir mağaranın önüne geldi. Mağarada ak sakallı, yaşlı bir adamla bir kadını gördü. Kadın adamın kızıydı ve kördü. Yaşlı adamın da gözleri pek iyi görmüyordu. Onu görmediler. Mağaranın önünde durup, uzun süre onları seyretti.

Kadın sonra adamın olduğu tarafa döndü ve ona seslendi ve dedi ki: Burası ölüler ülkesi ve bizler ölüyüz. Benim adım Belen, benim adım Amaya ve benimle kal, seni hep severim, bizimle kal. Adamı içeri, mağaranın içindeki evlerine buyur ettiler, onu masada oturttular meyvelerden yemek verdiler. Amaya elini uzatıp adamın omzuna koydu. Görmese de ona dönüp dedi ki: sen benim beklediğim değilsin ama ben seni sevdim. Kısmetim değildin ama kısmetin sen oldun.

Evlendiler o gece. Adam o evde 3 ay kaldı, kış geçti.

Bahar gelince Amaya ona dedi ki "uyan artık, gitme zamanın geldi". Ona çam dikenciklerinden bir kolye verdi. Bunu tak ve canınla birlikte beni hatırla. Kış gelince sen de gel.

Adam hatırlayamadı kendini, gidemedi. Hep oralarda dolandı, oralarda öldü. Kış geldi, o gelemedi.

Rüyasından uyandı. Yüzünü yıkadı, bütün gün ve gece Amaya Belen’i düşündü.

5/11/2010

Madrid – Bilbao

olmayan ülke’den son havadisler..

Epeyce uzun bir zamandır, Ece, uykudan önce masalı olarak Olmayan Ülke’den bir şeyler istiyor. Hollanda’dayken “Köstebek Avcısı Engin” vardı: Engin, adının aksine, köstebeklerin bir numaralı dostuydu, onlarla beraber kötü pek de iyi kalpli olmayan bir çocuk olan Önder’le (yoksa Nuri miydi — adı ya Önder Somer ya da Nuri Alço’dan aldığımı hayal meyal hatırlıyorum) uğraşırlardı bazen ama genelde serbestçe takılırlardı. Köstebekler sandviçi çok severlerdi: Engin’in onları çağırması için bahçelerine (şu tesadüfe bakın ki, Enginlerin de tıpkı bizim o zamanlarki bahçemiz gibi bir bahçeleri vardı!) bir parça sandviç koyması (bu da Hobbes’tan arak!) yeterliydi. Genelde bir yerlere geç kaldığında köstebekleri yardıma çağırırdı çünkü köstebekler hemen gideceği yere doğrudan bir tünel kazarlardı. K.A. Engin serisine Ece’nin köstebek korkusunu yenmek için başladığımı hatırlıyorum ama şimdi bu şekilde buraya yazınca “bir çocuk ne vesileyle köstebeklerden haberdar olur da korkar ki?” diye düşünmeden edemedim (Cevabı da buldum akabinde: “Köstebeklerin gece gece açtığı çukurları gördükçe..”).

Sonra Timi (kaplan), Pimi (kaplan), Po-çi (çekirge), Zampi (zürafa), xxx (zebra), Femko (fare) ve sümük ile sümük (tespih böceği ile tespih böceği) geldiler (zebranın adını hatırlayamadım, yarın Ece’ye soracağım, o hatırlarsa düzeltirim). İspanya’dan yola çıkıp, binbir badire ile önce Kuzey Kutbu’na, sonra Avusturalya üzerinden Güney Kutbu’na, oradan da Amerika kıtasına gittiler. Bu vesileyle Ece de yolculuklarını aklından hatırlayıp, bir dönem epey bir memleketi komşuluk ilişkileri nezdinde, sıralı olarak söyledi (bugün yaptığım yoklama itibarı ile Fransa, Yeni Zellanda, Madagaskar’ın yerini bir saniyenin altında olmak üzere dünya küresi üzerinde tespit edebiliyor).

Ondan sonrasında Peter Pan’a başladık, bir daha da başka bir şey istemedi. İleride lazım olur diye, buraya Olmayan Ülke’de yaşanan birtakım olayların çetelesini tutmak istedim.

Kaptan Kanca ile Smee, Peter Pan tarafından nihai olarak yenildikten sonra, Peter onlara iki seçenek sundu: ya iyi olup Olmayan Ülke’de kalabilecekler, ya da aya sürgüne gönderileceklerdi. Tayfası iyi olmayı seçip, “sihirli prenseslerle” (istedikleri zaman timsah, istedikleri zaman insan olabilen prenses toplumu) evlendiler ve çifçi korsan oldular. Kanca ile Smee ise ayda yaşamaya başladılar. Ayın yüzeyi (ve büyük ihtimalle kendisi de) çikolatadan yapılmış durumda, kraterlerinin bazılarında beyaz çikolata, bazılarında ise peynir var (Italo Calvino, Kozmokomik Öyküler tabii ki). Kaptan Kanca pek çok kereler kaçmaya çalışsa da, Peter her seferinde onu geri yolladı ve ama bir gün Smee de iyi olup dünyaya (Olmayan Ülke’ye) dönünce, yalnızlığının da etkisiyle, o da iyi oldu ve Olmayan Ülke’ye dönüp orada bir kafe/bar/restaurant açtı. Kısa bir süre sonra da kaderin bir cilvesi ile Oyuncak Hikayesi’ndeki kancaya tapan uzaylılara benzer bir uzaylı olan Nanu’yu uzay korsanlarından kurtarıp onu evlat edindi (Nanu ona “Anne” demekte ısrar ediyor). Nanu’nun bir de görünmeyen uzay gemisi var, arada ona atlayıp başka gezegenleri ziyaret ediyorlar.

Artık evlenmiş ve anne olmuş Wendy pek sık olmasa da Olmayan Ülke’ye hala uğruyor, fakat kızı Jane düzenli olarak bizimkileri (Peter Pan, Tinkerbell, kayıp çocuklar ve kızılderililer ve çiftçi korsanlar ve sihirli prensesler ve deniz kızları) ziyarete geliyor. Nadiren de John ve Michael Dayıları da ziyarette bulunuyorlar.

Wendy, uzun süreli kalışlarından birinde çocuklara okuma yazma öğretti fakat Peter dersleri astı ve herkes öğrenirken o geri kaldı. Böyle olunca da, sonrasında gururuna yediremediğinden gitmedi fakat durumu anlayan Wendy tarafından Londra’da normal bir çocuk gibi okul üniforması giydirilerek bir okula devam etti ve oradaki öğretmeni olan Linda’yla da fena halde kapışsa da, Linda ona okuma yazmayı öğretti (diye hatırlıyorum). Bir vesile ile Linda’yı Olmayan Ülke’ye getirdi ve onu gören Kaptan Kanca ona aşık olup evlenme teklif etti ve muratlarına erdiler.

Bütün bunlar olurken, Olmayan Ülke’ye klasik “sağdan ikinci yıldız” yaklaşımından başka geliş yöntemleri de keşfedildi: Konuşan Aslan‘dakinin (Narnia) benzeri bir dolap, Yılbaşı Gecesi Kabusu’ndakinin benzeri başka dünyalara açılan kapıları barındıran ağaçların olduğu bir orman (bu vesileyle Noel Baba ve Jack Skellington da Peter’in çeşitli maceralarda arkadaşı oldular).

Adaya musallat olan bir de “Şakacı Cin” var – Alaaddin’in cinine benzese de bu pembe ve istenen dilekleri gerçekleştirmek yerine onları eşek şakalarına dönüştürmekten muzdarip. Bu tür bir eşek şakasının sonucunda adanın az açığında dev bir gerçek çilek hasıl oldu — köpekbalıklarının hatur hutur yedikleri ve tam yok olduğu sırada *POF!* diye yerine bir yenisinin ortaya çıktığı sihirli bir ada — Kaptan Kanca tarafından reçel için de bol miktarda faydalanılıyor / bu vesileyle, Smee’nin de ufaktan ahçılık yeteneklerini geliştirdiğini ve bütün ada ahalisi tarafından pek sevilen meşhur “Patlayan Pasta”sından da söz etmek yerinde olur: kazara peri tozunu yiyen Peter’ın da acı verici bir şekilde öğrendiği üzere, peri tozu yemenin bir yan etkisi var: popodan alevli pırtlar çıkması. Peri tozu unla karıştırıldığında, bir süre sonra patlıyor. Smee’ye yaptıkları bir şaka sonucunda, Smee’nin hazırladığı pasta patlamış ve sihirli bir şekilde (peri tozundan bahsediyoruz, illa ki sihirli bir şeyler olacak) o sırada ağzı açık olan herkesin ağzına giren bir pasta. Bu, o kadar sevildi ki, Smee düzenli olarak patlayan pasta yapmakta.

Jack ile Sally evlendiler, iki çocukları oldu: Fiona ile Harry, onlar da zaman zaman Peter Amca’larının yanına kalmaya geliyorlar. Peter da, Halloween Kasabası’nda tanıştığı, istediği veya korktuğu zaman refleksif olarak görünmez olan Shelly’yle evlendi (Shelly’nin görünmezliği, aslında inmaterial bir şey – nesneleri etkileyemiyor, varlığını istese de fark ettiremiyor – eğer korktuğu için istemdışı olarak görünmez olduysa, sakinleşene kadar bu dünya ile etkileşemiyor). Hobbes adında bir kaplanları olduysa da, Hobbes şekil değiştirebilen bir timsah olan xxx (adını hatırlayamadım) ile arkadaşlığı ilerletip vahşi hayata döndü.

Kaplan Nilüfer ve kızıl derili tayfası bildiğiniz gibi, orada pek bir değişiklik olmadı.

Hemen hemen bütün Disney prenseslerinin (ve arkadaşlarının) yolu birden fazla kereler olmak üzere Olmayan Ülke’ye düştü.

Olmayan Ülke’nin en yakın zamanlı ziyaretçileri ezelden favorimiz Barbapapalar oldu, hem de bir sürprizle: 10. Barbapapa, nam-ı diğer Barbablanca tam da Olmayan Ülke’de doğdu (Barbablanca, (Ece’nin haklı isteği ile, oranı eşitlemek üzere) kız ve özel yeteneği büyü, rengi de beyaz).
Kaptan Kanca ile Peter arada sırada eski günlerini özlüyorlar, öyle zamanlarda geçmişi tekrar canlandırıyorlar ama bazen Kaptan Kanca Peter Pan’ı, tayfası da kayıp çocukları canlandırıyorlar (Tinkerbell’den tedarik ettikleri peri tozları ile), Peter Pan ve kayıp çocuklar da Kaptan Kanca ile korsanlarını oynuyorlar.

Böyle bir sürü yazdım gibi oldu ya, aslında bu buzdağının (sihirli çilek adasının) görünen kısmı (mesela şimdi aklıma denizkızlarının kenti ve Tinkerbell’in periler ülkesine peri tozunu yenilemek ve arkadaşları ile görüşmek üzere yaptığı ziyaretler geldi, bunu yazınca da Kaptan Kanca’nın kanca elinin peri Tekna tarafından istediği zaman kancaya, istediği zaman da bildiğimiz ele dönüşebilen bir takma el ile değiştirildiğini hatırladım).

Her akşam, Ece’yle işte böyle bir şeyler inşa ediyoruz. Her akşam, o günün masalı bittikten sonra Ece, ertesi akşam ne olacağını soruyor, bir şeyler söylüyorum, gerekli görürse düzeltiyor, eğer heyecanlı bir şey olacaksa (mesela Barbablanca’nın Kaptan Kanca’nın lokantasında naneli dondurma yaparken büyüsünün şaşması sonucunda ortaya çıkan dondurma canavarının nasıl üstesinden geldikleri) şimdiden sonunu da öğrenmek istiyor (ben de söylüyorum tabii ki – yalaya yalaya yiyip bitiriyorlar). Çoklukla ertesi gün tekrar başlarken, bir gün önceden kararlaştırdığımız konuyu hatırlamıyoruz, Ece bazen hatırlıyor ama ben neredeyse hiç, yeni bir Olmayan Ülke macerasına yelken açıyoruz.

Teknik Not: Orijinal Peter Pan’ı okudunuz mu bilemem ama yakın zamanda okumuş biri olarak, oldukça vahşi ve kanlı olduğu konusunda uyarırım. Tamam, bir Lord of the Flies değil ama yine de, gerçek bir çocuk romanı: büyüklerin çocuklara anlattığı türden değil de, çocukların çocuklara anlattığı türden.

Alakasız not: “Peter” adını sanırım yazı boyunca “Pitır” olarak telaffuz ettiysem de, “Peter” diyorum konuşurken, niye böyle cikslik yaptım bilmiyorum, aslında öyle biri değilimdir (“Pan”a da “Pen” değil, bilakis “Pan” derim).

İyi geceler.

A ile B

A ile B aynı dizide oynuyorlar. Dizi 20 dakika, çekimleri haftada 3.5 – 4 gün sürse de, A’nın rolü çok fazla olmadığından, A genelde yarım günlüğüne çağrılıyor. B, dizinin başrol oyuncusu, A da onun eski sevgilisi. Senaryo icabı B, A’ya hala aşık ama A artık B’yi sevmiyor. Birlikte oynadıkları bütün sahnelerde B, A’ya yalvarıyor geri dönmesi için, A kabul etmiyor ama bir türlü. Gerçek hayatta A, B’ye delicesine aşık, B’nin haberi yok, zaten haberi olsa da pek umrunda olmazdı. Birlikte oldukları her sahnede A sesli olarak B’ye gitmesini söylerken, içinden kalması, rol icabı bile olsa bir araya gelmeleri için dua ediyor. A’nın dizi dışında pek bir yaşamı yok, hayattaki tek gayesi B ile dizide tekrar birbirlerine aşık olmak. A yakında bir başkasıyla evlenecek, ya da bir kaza geçirecek ya da sözgelimi Japonya’ya gidecek, B çok üzülecek. Terk eden A olacak, giden de o. B’yi aklına bile getirmeyecek hiç.

yeni yıl hediyesi: buruk bir aşk şeysi.

Not: Akademik hayat, diğer mesleki hayatlar gibi, kendine özgü bir hayat. Bu (geçtiğimiz) sene “Up in the air” beni yerden yere vururken belki de farkında olmadan orada sunulan hayatla akademik hayatın ne kadar da örtüşüyor olduğunu bilinç altımda kavrıyor ve bu nedenle empati overdose’una uğruyordum (ben uydurdum büyük ihtimalle).

Aşağıda, sıcağı sıcağına yazıp, ikinci bir kere okumadan, düzenlemeye girişmeden, en “çiğ” haliyle gönderdiğim taslağı görmektesiniz. Çok vaktiniz varsa, ya da yarın işe giderken otobüste/trende okuyacak bir şey arıyorsanız vs.. o zaman tamam ama aksi takdirde, babanızın oğlu olmadığımdan kelli, beklemenizi salık veririm, iyice düzenleyip ilgili yere koyarım. Bir aydır çok fena bir şekilde yazılması gerekiyordu, bugün ilgili zamanı buldum, hikaye de sağolsun aktı gitti, sonunda bitti, o heyecanla göndereyim dedim (zaten baştan sona Guben Blogger’ın editöründe yazdım, öyle copy/paste durumları olmadı ve bir de ne kadar çok konuşuyorum ben, niçin niçin..)

Buruk bir aşk şeysi

– M., S. ve E. için –

İtalya’daki misafir araştırmacı olarak çalışmamın 3. senesinde, bölüm başkanı beni artık bir misafir olarak değil de, daimi olarak ağırlamayı istediklerini söylediğinde, bana sunulan pozisyonu sevinçle kabul ettim. Yalnız İtalya bürokrasisi ve akademik sıkıntılar bir arada düşünüldüğünde, onların teklifi ve benim akabindeki kabulumden sonra, işe resmi olarak başlamam için 2 sene geçmesi gerekecekti. İstersem bu iki seneyi misafir araştırmacı olarak çalışmaya devam ederek geçirebilirdim ama ben Türkiye’ye dönüp, orada işlerimi toparlama taraftarıydım.

Böylelikle eski üniversiteme döndüm, durumumdan ötürü sözleşmeli olarak işe alındım, ben gittikten sonra benim konumla ilgilenmesi beklenen eski asistanım, yeni yardımcı doçentim Erkan’a püf noktaları göstermeye başladım. Bu arada, İtalya’ya gitmemden önce verdiğim ileri fizik derslerinden tanıdığım öğrencim Hasan lisansı bitirmiş, yüksek lisansa başlamış, kendine danışman arıyordu, benden rica etti, ben de iki sene burada kalacağımı bildiğimden, memnuniyetle kabul ettim, durumumu da ona açık açık belirttim.

Hasan, zeki bir çocuktu ama zekası fazla geldiğinden olsa gerek, gözü hep dışarıdaydı, “köşeyi dönmek” istiyordu hep. Bir şey öğrendiğinde bunu nasıl pazarlayabileceğini düşünürdü; ona göre teorik fizik “tatsız” bir şeydi, “uygulanabilir olmayan şeyler, anlama zahmetine değmez”di. İyi çocuktu ama hep daha fazlasını istiyordu.

İlk senenin sonuna gelmiştik ki, tezi üzerinde çalışırken bir gün “Hocam,” dedi, “ben doktoramı yurt dışında yapmak istiyorum, acaba sizin İtalya’daki üniversiteden bana bir doktora projesi ayarlayabilir misiniz?”. Şimdi ne yalan söyleyeyim, şaşırdım diyemem, doğrusu böyle bir öneriyi beklemiyor değildim. Hasan’a İtalya’daki bölümle bu konuyu konuşacağımı söyledim, birkaç hafta sonra da oradaki pozisyonunun hazır olduğunu.

Böylelikle, aylar geçti, Hasan tezini, ben de hazırlıkları bitirdim, mobilyayı eşyayı dostlara, evi de kiraya verdim, veda ziyaretlerini gerçekleştirdim, İtalya’ya gitmeme bir ay kalmıştı, o bir ayda da şöyle güneye geçip, güzel bir tatil hediyesi vermek istiyordum kendime. Hasan benden 3 hafta evvel İtalya’ya gidecekti, ders programı onu gerektiriyordu, gitmesinden evvelki görüşmemizde bana bir sürpriz, daha doğrusu bir emrivaki yaptı: ofisime yanında bir kızla çıkageldi, kız arkadaşıymış, adı Ayşegül. Niyetleri ciddiymiş, Ayşegül de bu hafta tezini savunup, bitiriyormuş yüksek lisansı, aman ne olur ona da İtalya’da bir doktora programında yer bulabilir miymişim?

Bu noktada, bir parantez açıp, konuyu analiz etmek, sizleri de sandığınız kadar safdil biri olmadığıma inandırmak istiyorum: Tamam, Hasan emrivaki yapmasına yapmıştı, ama kötü bir şey miydi istediği? Belki normal şartlar altında Ayşegül için İtalya’daki üniversite ile bağlantı kurmazdım, ne de olsa hem bizim alanda pek kullanılmayan bir deney metodu üzerine ihtisas yapmıştı, hem de doğrusu not ortalaması öyle pek yüksek değildi. Ama bütün bunlar çok mu önemliydi iki gencin taptaze, saf aşkı karşısında? Sonuçta, Ayşegül’e çaktırmadan, Hasan’a o pek iyi bildiği bakışlarımdan birini atıp onun sonradan söylediği üzere “kanını dondurduktan” sonra, “bir bakalım, bakalım” dedim.
İtalya’dakiler bu sefer benden gelen bu emrivakiyi doğal olarak pek de neşeyle karşılamasalar da, sağolsunlar ellerinden geleni yapıp, bir burs daha temin ettiler. Pek söylemekten hoşnut olmasam da, konsolosluktan arkadaşım Marcello’nun da yardımlarıyla, Ayşegül’ün işlemleri hızla tamamlandı. Güneyde tatil planımı iptal edip, kalan sürede Ayşegül’e bizim konuda yoğunlaştırılmış bir kurs verdim.

Ters kutupların birbirini çektiğine hep inanırım: Hasan ne kadar girişkense, Ayşegül de o kadar çekingendi. Sakin bir kızdı, her şeyi içine atar, ağzından kerpetenle laf alırdınız. Hasan tembeldi ama zekiydi, şöyle bir kulak kabartması konuyu kavramasına yetiyordu. Ayşegül onun kadar keskin bir zekaya sahip olmasa da, sebatla çalışmasının karşılığını alıyordu.

Bir ay sonra, Ayşegül’le, İtalya’ya giden uçağımızda oturmaktaydık. Bizi havaalanında Hasan karşıladı. Orada geçirdiği süre zarfında bölümdekilerle kaynaşmış, İtalyanca’sını ilerletmiş, epey iyi koşullarda bir ev bile tutmuştu. Bizi almaya bölümden bir arkadaşından ödünç aldığı arabayla geldi, beni üniversitenin misafirhanesine bıraktıktan sonra, yeni evlerine yollandılar.

Ertesi gün iki yıldır görmediğim “yeni” bölümüme yerleştim. Eski dostlarla merhabalaştıktan sonra, bölüm başkanı olan Rudolfo’dan can sıkıcı haber geldi: dahil olduğum grup üç yeni kişi için oldukça kalabalıktı, bu yüzden öğrencilerden birini yan gruba kaydıracaktım.

Bu noktada işte ikinci parantezi de açıyorum – şimdi, her ne kadar beni yeni üniversitede tanıyor olsalar da, yine de pozisyonumdaki değişiklikten ötürü soru işaretleri barındırıyor olabilirlerdi, bu yüzden çok dikkatli olmalı, bu konuda doğru kararı vermeliydim. Ayşegül’ün yetenekleri hakkında tam bir öngörüye sahip değildim. Ayrıca, Hasan’ın yeni konulara kolay adapte olabileceğini biliyordum ama doğrusu Ayşegül şu bir aylık çalışmamızın başlarında biraz bocalamıştı, şimdi ondan hem de tamamıyla yabancı bir ortamda bütün bunlara benzer yeni bir süreçten geçmesini istemek pek de sağlıklı olmayacaktı. Hal böyle olunca, asıl öğrencimin Hasan olmasına karşın, Ayşegül’ü bizim grupta tutmaya karar verdim, ertesi gün de gençlere bu konuyu açtım, onlar da durumu bir müddet aralarında görüştükten sonra bana hak verdiler. Böylelikle Hasan simülasyoncuların yanına gitti, Ayşegül de benimle kalıp, teorik uygulama ve metod geliştirme konusunda çalıştı.

Her ne kadar dağınık bir insan olsam da, iş tez öğrencilerime gelince işi sıkı tutarım. Şimdiye kadar bir tek öğrencimin bile, bırakın tezi tamamlamamayı, bitirmek için tanınan normal süreyi bir ay olsun geçirdiği olmadı. Bu açıdan sık sık önce eğitmen, sonra bilim adamı olduğumu düşünürüm. Herkes böyle olmak zorunda mıdır peki, tabii ki değildir. Hasan’ın yeni grubundaki danışmanı mesela, bu kafada değildi. Disiplinli olmadığından ötürü, Hasan da kendisini sıkıştıran birinin yokluğunda tezini serdikçe serdi, en sonunda aklı yine “köşeyi dönmeye” kaydı, o sırada onun grubundaki hocalardan biri de bir yazılım şirketi açmaya karar verince iyice akademik hayattan koptu. Her zamanki işbitiriciliğiyle başlarda ne zaman onu uyarmaya kalkışsam bana merak etmememi, biraz süresi uzasa da tezini eninde sonunda bitireceğini söylüyordu, ama tabii ki akıbeti ikimiz de biliyorduk, o kabule yanaşmıyordu pek. Sonuçta üniversiteye gelişi giderek seyrekleşti, o sırada patlayan internet uygulamaları sayesinde iyi de bir dalga yakalayıp şirketlerini epey geliştirdiler.

Bu arada Ayşegül bizim konuyu epey iyi kavradı, epey özgün ve başarılı metodlar geliştirip kendini kanıtladı. Doktora eğitimi sırasında yarı-zamanlı olarak Hasanların şirketinde çalışıyordu, tezini verip mezun olmasıyla birlikte de tam zamanlı olarak çalışmaya başladı (bu noktada Hasan’dan gelen “Hocam, bana tezi bitirmedim diye kızıyorsunuz ama Ayşegül bitirdi, yine aynı işi yapıyoruz işte” salvolarına değinmeyeceğim). İşte Ayşegül tam zamanlı çalışmaya başladı ya, zaten ne olduysa ondan sonra oldu.

Hasanların şirket, işler yoğun olduğu zamanlarda, kendi grupları başta olmak üzere bölümdeki doktora öğrencilerini dışarıdan çalıştırarak yardım alıyordu. İşte bir gün, bu doktora öğrencileri arasından bir kız, Lucia, işi yapmasına ek olarak, Hasan’ın da gönlünü çaldı. Detayları doğal olarak bilmiyorum. Ama bir gün ben Ayşegül’e Hasan’a iletmesi için birtakım notlar verdiğimde, bütün mahcubiyetiyle artık birlikte oturmadıklarını, işte de fazla görüşmediklerini söyledi. Pek bir şey anlamadım ama bir şeylerin ters gittiği barizdi tabii. Ertesi gün Hasan’ı arayıp yanıma çağırdığımda ondan da Lucia ile yeni hayatı üzerine bilgileri edindim.

Bir üçüncü parantez de burada gerekiyor: Aşk, ne kadar evcilleştirdiğinizi düşünürseniz düşünün, aslında her zaman için vahşi bir şeydir. Öyle çılgın bir aşk mazim olmadıysa da, bunu bilecek kadar acı çektiğimi itiraf etmeliyim. Hasan korkunç bir insan mıydı, büyük bir kötülük mü yapmıştı? Hayır. Bir insan diğerine duyduğu tutkuyu bir gün yitirebilir, bunu bildiği halde öyle değilmiş gibi yapması kötülük olurdu ki, o da bunu Ayşegül’e duyduğu saygıdan ötürü yapamamıştı. Lucia “yuva yıkan kötü kadın” mıydı? Tabii ki hayır. Onlar gençtiler ve insan gençken kalbinin sesini dinlemeyecekse ya ne zaman dinler? Ayşegül’e haksızlık yapılmış mıydı? Ayşegül’ün haksızlığa uğradığı söylenebilirdi belki ama bu haksızlık, yapılmış bir şey değildi, ortaya çıkan bir sonuçtu.

Hasan’dan, en kısa süre zarfında Ayşegül’le arasındaki iletişimsizliği gidermesini rica ettim. Öylesi bir birliktelikten sonra belki dost kalmak zordu ama denemeliydiler ve ilk adımı ve ikinci adımı ve başlangıçtaki pek çok adımı atmak, köprüleri onarmak Hasan’a düşüyordu, söz vermeliydi.

Şaşırtıcı olsa da, Hasan bunu yapmayı başardı. Bunda tabii ki Ayşegül’ün anlayışlı ve sakin (ve biraz da kaderci) mizacının büyük katkısı olsa da, Hasan da kendinden beklenmeyecek (en azından benim beklemediğim) bir olgunluk gösterdi.

——————————————————————————————————–

Bu anlattıklarım 5 sene evvel yaşandı, bu sene, üçümüzün de kalıcı olarak İtalya’ya gelişimizin dokuzuncu yılı. Ayşegül, bir kitapçıda tanıştığı, Stefano adında mimar bir oğlanla evlendi, 2 yaşında Damla Maria adında bir kızları var. Hasan hala Lucia ile birlikte, evlendiler mi bilmiyorum ama herhalde öyle bir şey olsa nikahlarına davet ederlerdi.

Bu aralar, bölümde kullandığımız programları parallelleştirmekle uğraşıyoruz, programcılar olarak da “dışarıdan” Hasanların şirketine verdik bu işi. Az evvel onlarla toplantıdaydık da, oradan geldi bütün bunlar aklıma. Ayşegül hala Hasanların şirkette çalışıyor, bana soracak olursanız da hala Hasan’a aşık. Sonuçta aşk vahşi bir şeydir. Eksik oldu, düzeltiyorum: Aşk vahşi ya da buruk bir şeydir.

Emre Sururi,
3 Ocak 2011,
Bilbao.