when i call a name – it will be your name..

If you really love me,then let’s make a vow…
right here, together… right now.
– Okay?
– Okay.
All right.
Repeat after me-
I’m gonna be free.
I’m gonna be free.
And I’m gonna be brave.
I’m gonna be brave.
Good.
And the next one is-
I’m gonna live each day
as if it were my last.
Oh, that’s good.
You like that? Yeah. Say it.
I’m gonna live each day
as if it were my last.
Fantastically.
Fantastically.
Courageously.
Courageously.
With grace.
With grace.
And in the dark of the night,
and it does get dark…
when I call a name-
When I call a name.
It’ll be your name.
What’s your name?
Never mind.
Let’s go. Say it.
Let’s go. Everywhere.
Everywhere. Even though-
Even though-
We’re scared.
We’re scared.
‘Cause it’s life-
It’s life.
And it’s happening.
It’s really, really happening…
right now.

miranda july| me and you and everyone we know

Dünyanın En Güzel Şems’i

Blog’umda önceden belirlediğim bir “Eda’bi” kategorim var; ne zaman bir mesaj yazsam, öyle melûl melûl beni süzüp duruyordu. Ben de, onun hatrına, şu “hikayemsi”mi göndermeye karar verdim. Alttaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu hikayeyi, daha önceden Hitnet’e göndermiştim..

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci
To: Duzyazi Alani Sakinleri
Date: Wednesday, June 28, 2000, 1:04:11 AM
Subject: [DUZYAZI] bilimkurgu
–====—-====—-====—-====—-====—-=
herkese selam… okumuşsunuzdur, dna haritası vesaire. çoktandır düşündüğüm bir bilimkurgu öyküsü vardı kafamda, işte bugünle birlikte ona da biraz değineyim istedim… şu sıralarda yatmaya hazırlanıyorum ve vakit geçirmek için bu yol, ideal gözüktü…

hikaye, bir adamın görüşlerini bildirmesiyle başlayacak, 1. tekil şahıs anlatımı olacak. hatta şu şekilde de başlayabilir:

merhaba. adım emre s. taşcı ve bir zamanlar yaşamış bir adamın, yüzlerce yıldır çalıştırılan simülasyonuyum. “boş vakitlerimde” -ki bu sıralar işlemcimi daha da geliştirdiklerinden boş vakitten fazla bir şeyim yok- hikayeler yazmakla uğraşıyorum. aslında böyle bir hikayeyi ilk emre (yani “orjinal mal”) Gen Haritasının çözüldüğüne dair haberlerin gazetelerde boy boy yer kapladığı 27 Haziran 2000 günü yazmayı kurgulamış, hatta, kabataslak bir plan da yapmıştı ama sonradan bu planı gerçeğe dönüştürmek imkanını bulamadı. Hem, zaten, o kadar unutkan bir insandı ki, 2 Temmuz’da ölmemiş olsaydı bile, bu hikaye herhalde yine de onun tarafından sonradan hatırlanıp yazılamazdı.

işte böylelikle, artık bir simülasyon olduğunu bildiğimiz bu simülasyon, bize yapılış nedenlerinden ve hazırlanış aşamasından bahsedecek biraz (bu arada, orijinalin, o kadar yakın bir tarihte olmasa da, mutlaka ölmesine gerçekten de ihtiyaç vardı, sebebini birazdan açıklayacağım). gen haritaları tam anlamıyla deşifre edildikten sonra, insanlar, bu sefer simülasyonlara yöneliyorlar, ve bu sebeple de ölümsüz varlıklar programlanabiliyor. dna kodunu bilgisayarın girişine yüklüyorlar ve ta-ta-tam! o insan, bir şekilde yeniden doğmuş oluyor. ama ilk yıllarda çok büyük bir sorunla karşılaşılıyor: oluşturulan simülasyonlarının (ki bunların sayısı çoooook yüksek maliyetten ötürü, o kadar da fazla değil) tümü bir şekilde yeni durumlarını yadırgayıp bunalıma giriyorlar ve “intihar” ediyorlar (artık devreyi yakmaya ne derece intihar denebilirse). aslında bu prototiplerin intiharı sadece detay, çünkü sonradan insanlar bunun da üstesinden geliyorlar ama bir şekilde bu sorunu halledebilmek için çok zahmetli bir malzeme kullanmak durumundalar (diyelim ki, “özün” çok yüksek sıcaklıklarda, ve kendisi çok yoğun olduğundan, dışarıyla mümkün mertebe minimum etkileşmeye girmesi için çok az yoğun olan bir ortamda saklanabilmesi lazım ve bu ortam da mevcut evrende ulaşılabilir olan sadece 4-5 güneş tarafından sağlanabiliyor) böylelikle dünya’daki (yahut o sırada bir ihtimal kolonileşme tekrar başlamış olabileceğinden evren’deki) insanlar (varlıklar) bu kişilerin seçiminde çok titiz davranıyorlar… ilk iki güneş tam bir fiyasko oluyor (süreç geri-dönüşümsüz olduğundan ötürü, haydi, onları silip, yerine yeni adamları koyalım da diyemiyorlar) “leonardo da vinci” ve “albert einstein” güneşleri kati suretle bekleneni vermiyor… sadece “efsanelerden” yola çıkmanın ne derece hayalkırıklığı yaratabileceğinin farkına varan varlıklar, bu sefer, hhgttg (hitchhiker’s guide..)’deki “42 bilgisayarı”na benzer bir makine inşa ediyorlar (aslında bu makine civilization’a wonder olarak konabilir). bu makine, kendisine iletilen DNA kodlarını inceleyerek “yeniden oluşturmaya” en değecek olan adamları saptıyor. bu sayede, ortamdan bağımsız bir olanak da ele geçmiş oluyor. Şimdi, bu noktada izin verirseniz, sevdiğim -fakat aslında çok bayağı olduğunu da bildiğim- bir hikaye aktarayım:

tarihe çok meraklı, iyi yürekli bir tarih profesörü varmış ve ölmüş. adam, iyi bir adam olduğundan yukarıdakilere “sizden rica etsem, beni gelmiş geçmiş en büyük kumandan ile tanıştırır mısınız?” demiş, melekler de onu, içerisinde iskender’in, napolyon’un, vesaire vesaire’nin olduğu bir odaya almışlar, tarihçi biri hariç, hepsini tanıyormuş; o tanımadığı biri de bir kenara çökmüş, sessiz sedasız ayakkabı boyuyormuş. melekler, o adamı işaret edince prof. dayanamamış: – siz ne diyorsunuz yahu! bu adam düpedüz bir ayakkabı boyacısı! demiş. bunun üzerine melekler de: – eğer fırsatı olsaydı, en büyük kumandan o olacaktı, karşılığını vermiş.

yaa.. biz gene asıl hikayemize dönelim: işte bu “42 bilgisayarı”nın avantajı buradaymış, yani, sözgelimi bir kumandana ihtiyaç olsaymış, mesela o bilgisayar bizim ayakkabı boyacısını tespit edebilirmiş, ilh.. ama o dönemde artık savaş olmadığından (bunun nedenini ülkelerin olmayışına bağlayabiliriz sanırım), kumandana pek ihtiyaç yokmuş; daha çok sanat ve bilim dalında adamlar isteniyormuş… işte bilgisayar da, yüzyıllar önce yaşamış bir fizik öğrencisi olan emre s. taşcı’nın, istenilen niteliklerde olduğunda karar kılmış ve böylelikle bugün “emre sururi taşcı güneşi” olarak bildiğimiz güneşe “öz” yollanmış. işin beklenmedik bir yönü, büyük bir heyecanla (simülasyonların çalıştırıldıklarında verdikleri ilk tepkileri izlemek her zaman ilginç olagelmiştir) karşılaşılması beklenirken, emre s. taşcı, yeni durumunu hiç yadırgamamış, hatta, biraz da “kuul” bir biçimde:

– hımm… bir zamanlar yaşarken, ben hariç bütün evrenin bir simülasyondan ibaret olduğunu düşünürdüm… oysa şimdi evren gerçek, simülasyon olan sadece benim.

demiş. bir süre, her şey yolunda gitmiş ama bir gün taşcı, çalışmayı kesmiş… gayet nazik bir biçimde:

– çok özür dilerim, biliyorum, bu yaptığım nankörlük olarak addedilebilir ama, ben, sizler bengü hanımın simülasyonunu yapmadan daha fazla çalışmayı reddediyorum demiş.

evrendeki varlıklar bu istek karşısında doğrusu çok şaşırmışlar, zira onlar “aşk” gibi pek çok şeyi “aştıklarından”, bu istek onlara garip gelmiş. bir müddet düşünmüşler… sonra ne mi olmuş? ne yönde mi karar vermişler? işte bu noktada, hikayedeki anlatıcı, özür dileyerek bu hikayeye şimdilik ara vermesi gerektiğini, zira, bengü hanımın simülasyonuyla bir randevusu olduğunu ve “tüm hatlardan” iletişime geçmediği sürece hiçbir şeyin yeterli gelmediğini belirterek hikayeyi bitirir.

nasıl, güzel olmuş mu? işin ilginç yanı, birazdan bengü arayacağından ötürü ben de sonu kısa kestim, şimdi çıkıp, onu bekleyeceğim. ikinci nokta da şurada: yıllar yıllar önce, sadece adını bildiğim bir hikayem-to-be vardı, adı “dünyanın en güzel şems’i” idi, şems, farsça “güneş” demek (“şemsiye” oradan gelir)… işte, hikayemde simülasyon maliyetini yükseltmek için “öz’ün güneşe gönderilmesi” mevzuunu kurgularken, aklımda bu yoktu lakin, iki satır daha yazınca birden hatırladım bu eski, sadece adıyla ibaret olan hikayemi, içim ısındı, güzel oldum… 8)

hamiş: bir de, olur a, “güneşlerin yoğunluğunun az olduğunu nasıl iddia edersin?” diyen bazı aklıevveller çıkar, onlara da derim ki, bunlar özel güneş… derim olur… 😉

herkese çok sevgiler,
mre s’ler…

… vE beN bUyudum bIr gEcE… eDa’bI#2

——————————
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr
=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-

güzel insanlar..

hemen ardından “bana sonunda bunu da yaptırdınız!” demek geldi (Oğuz Atay, w/ “canım” replaced with “güzel”) ama “konumuz o değil”. bir süredir bu yazıyı yazmak aklımda, kısmet bugüneymiş.

insan 30 yaşına gelince, malum, belirli bir çevresi, düzenli ya da düzensiz görüştüğü arkadaşları oluyor ve bunlara yenilerini eklemek nedense daha bir zor oluyor. etraftaki arkadaşların hepsinin de sağolsunlar, güzel insanlar olması, onların dışında da güzel insanların mevcudiyetini kanıksamıyor. işte bu noktada, çok ilginç bir olgu ile -en azından ben- karşılaşıyorum.

çeşitli vesilelerle aynı ortamlarda bulunduğunuz, başka insanlarla ilişki kurarken gördüğünüz, belki ismini bildiğiniz (ki bunu da, tanımadığınız bir başka kişi, tanımadığınız bu kişiye seslenirken duymuştunuz zaten) kişinin, aslında gerçekten de “güzel bir insan” olduğunu düşünüyorsunuz. eskiden olsa, belki tanışmanın yollarını arardınız: ortak müzik, ortak kitap, “hava ne güzel bugün!”.. ama sanırım, yaşla ilgili bir şey olarak, böyle söylemek ne derece doğru bilemem ama “doymuşlukla” ilgili bir şey olarak, bir girişimde bulunmuyorsunuz, ilgili kişinin güzel bir insan olduğunu bilmenin verdiği huzur/mutlulukla yetiniyorsunuz. hatta bir kolleksiyoncu mantığıyla, bir oyun olarak, onunla ilgili rasgele edindiğiniz bilgileri bir yerlere kaydetmeye başlıyorsunuz (bu noktada bir açıklama gerekiyor sanırım: bir yerlere kaydetmek‘le kast ettiğim nen, somuttan ziyade, sanal bir kayıt). neyse, konuyu daha fazla dağıtmadan michel butor (dönüşüm) modumuza geri dönelim:

sonra, bir gün, güzel insan olarak mimlediğiniz bu kişileri aynı gruptaki başka güzel insanlar(ınızla) iletişim kurarken görüyorsunuz. aslında bu çok normal bir şey çünkü dünya küçük, -diyelim ki- okul küçük, nasıl sizin etrafınızdaki, tanıdığınız güzel insanların ortak noktaları varsa ve bu sayede vaktiyle çeşitli arkadaşlıklar kurulabilmişse, onların da vaktiyle aynı nedenlerden ötürü arkadaşlık kurmuş olmaları çok yüksek bir ihtimal. ve yollar kesişiyor. burada mekan faktörü devreye giriyor: eğer o güzel insan’la -farzedelim ki- aynı bölümde olsa idim, çok büyük bir ihtimalle, ben de arkadaş olacaktım. halbuki, şimdi sadece -mesela- akşamları aynı servisteyiz, ya da sadece bilgisayarlarla ilgili bir toplantı vesaire olduğunda bir araya geliyoruz. yani iki taraftan biri özel bir çaba sarf etmedikçe, düzenli olarak görüşme imkanı yok.

bilemiyorum, bu bana garip ve bir o kadar da şaşırtıcı, büyüleyici geliyor. zaman ve mekanın böylesi bir tahakkümü!

güzel insanlara en anlaşılabilir örnek olarak, çok sevdiğiniz bir dostunuzun çok sevdiği bir dostu verilebilir. bir akşam dışarıda buluşmuşsunuzdur ve o da “o” arkadaşını da getirmiştir çünkü ne zamandır onunla buluşamamıştır ve onun da tam o akşam buluşacağınız yerin yakınlarında bir işi vardır zaten.. bu durumda devreye tanıştırma ve “merhaba faslı” girebilir mesela:

– merhaba, bu arkadaşım X, bu da Y.
– merhaba
– merhaba

ne kadar umut verici bir kelimedir “merhaba” aslında. ama iki taraf da bilir ki, bir daha görüşmeleri çooook düşük bir ihtimaldir. iki taraf da hafıza defterlerini açar, “güzel bir insan” diye not alırlar karşılarındakinin en fazla bir hafta sonra unutacakları simalarının yanına..