times they are a-changin’

Come gather ’round people
Wherever you roam
And admit that the waters
Around you have grown
And accept it that soon
You’ll be drenched to the bone
If your time to you
Is worth savin’
Then you better start swimmin’
Or you’ll sink like a stone
For the times they are a-changin’.

Bob Dylan

Zaman değişti, anlayış da değişti. Benim zamanımda oyunlar zordu, enerji filan yoktu, en fazla bir şans vardı, Ghosts N Goblins’de, mesela, ilk temasta zırhınız giderdi, ikinci temasta da canınız[1][2]. “Hile Menüsünü” ilk defa SimCity’de görüp şaşkına dönmüştüm, sonrasında zaten Doom ve arkadaşları “God Mode”la tanıştırdı bizi. Oyunlar kendilerini keşfetmeye davet etmeye başlamışlardı, kazanmak değil, oynamak, zevk almak ön plana çıkmıştı, sonrası kendiliğinden geldi.

Eskiden suçlular, kim olursa olsun, teorik de olsa cezasını çekerdi, insanlar yakalandığı zaman utanırdı. Panda fabrikası hijyende standardı tutturamadığı için kapatıldığında midemiz bulanmıştı o güne dair yediğimiz dondurmalardan. Artık kimse suçlu değil. Herkes kurban, komplo kurbanı. Artık kimse ceza alanların gerçekten suçlu olduğunu düşünmüyor, her şey siyasi (ki yanlış anlaşılmak istemem, burada sarkazm yapmıyorum, ben de işlerin o şekilde olduğunu düşünüyorum çoğu zaman). Kimse arkadaşının suçlu olduğuna inanmıyor: tanıdığımız/tanıyınca sevdiğimiz bir insan nasıl olur da… Eskiden bir şeyin iyi olması, onun tutulması anlamına gelirdi, artık asıl yük pakette ve reklamda.

“The Winter of Our Discontent” yazısında bahsetmiştim (“Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur.”), zihniyet değişikliği ta o zamanlardan değişti, iyi ya da kötü anlamda demiyorum. Mutlaklığı bırakıp, siyah ve beyazdan gri tonlara, yorumlanabilirliğe geçtik. Ben iyiler ve kötülerin net bir şekilde belirli olduğu yapıtları (Halikarnas Balıkçısı – Ötelerin Çocukları, Ken Follet – Pillars of the Earth) oldum olası sevemedim, boş geldi. Yine de mafya olayına mesela (bireysel olarak iyi, toplumsal olarak kötü oluşumları) halen tersimdir. Kendinin haklılığından, doğruluğundan şüphe etmeyen insanları kıskanıyor muyum? Belki bazen, ama nicedir çok nadiren. Kendimize güvenimizi tersine çevirdiler, birbirimizden, birbirimizin hakkındaki düşüncelerinden beslenir olduk, kendimizi tanımlamak için onlara muhtaç olduk. Sosyal bir yaratık olduk, halbuki pekala her birimiz vaktiyle birer adaydık, öyle bir potansiyelimiz vardı. Ben kendimi biliyorum: öyle bir şeye evrilmeseydik bile, yine bir şeyler bulurdum hüzünlenecek, ona şüphe yok (kendime güveniyorum bu konuda, mutlakiyet…). İmaj. Artık bütün kurallar, yargılar diğerlerinin, önemli olanların demek istediğim, ne düşüneceğine dair uygulanıyor. Adil mi? Değil ama, oyunu açıyor, bize en kötü durumlardan bile çıkış kapısı veriyor. Her şey en nihayetinde gelip, nasıl yorumladığınıza, nasıl aktardığınıza bakıyor. Kendinizi bile kandırabiliyorsunuz yeri geldiğinde, somut olan hiçbir şey kalmadı. Bütün bunları yazmıştım daha evvelden (diye hatırlıyorum), şimdi niyeyse yine öyle aklıma esti, keseyim en iyisi.

Ben çocukken yılbaşı süsleri yere düşünce bin bir parçaya ayrılırdı – şimdiye sadece geri sekiyorlar.

The Sea / John Banville

Sevgili kâri– (evdeki) hesapta dün taze bitirdiğim John Banville’in "The Sea"sinden beni epey vuran bir bölümün yüklüce çevirisini yapacaktım, ama daha "Bare trees across the road were black against the last flares of the setting sun, and the rooks in a raucous flock were wheeling and dropping, settling disputatiously for the night." cümlesiyle silkinip, kendime geldim. Geldikten sonra da, hemen internete baktım, Türkçe’ye Hasan Kaya çevirmiş, Can Yayınları’ndan 2006 yılında çıkmış. Banville bir şair edasıyla yazdığından, kelimeler okurken dimağda kayıp gittiğinden, eriyip bittiğinden (Fax!) Türkçe’de nasıl olmuştur, bilemem, o nedenle tavsiye edemeyeceğim, bir ara bakarım elbet, o zaman hala hatırlıyorsam bir güncelleme yaparım.

Kipatı gene bu blogdaki paslaşmalarımızın ardından, Hande vasıtasıyla edindim, kitabı ikimizin de beğendiğine ikimiz de şaşırdık (kitap/dizi zevklerimiz niyeyse hiç uymaz!). O yüzden istedim ki, hem kitabı öveyim, hem de belki Hande’yle farklı sebeplerden beğenmişizdir kitabı, o ortaya çıkar, dünya da dengesini yeniden bulur.

Kitaptan bahsettiğim alıntıyı çeviremeyeceğim ama bu demek değil ki ilgili yerdeki yorumu da Türkçe’leştiremem (değildir herhalde). Başlayalım o halde:

Pinter’ın "İhanet"ini (The Betrayal) okurkenki duyduğum, o monoton, hani neredeyse banal anlatımın içinde ilkin göz ucuyla görüp de ardından bütün bu zamanlar boyunca arkalarda saklanan o ustalığın derinliklerini bütün ihtişamıyla karşınızda bulduğunuz duyguyla bu kitapta da karşılaştım. "Deniz"in (The Sea) durumunda, sizi ….

ya, anlaşılan bugün (ya da yarın ve sonraki gün) çeviri günüm değilmiş, özür dilerim; ilginiz, İngilizce’niz ve vaktiniz varsa, http://emresururi.tumblr.com‘a alalım sizi bu seferlik, kusura bakmayın ne olur. Kitap güzel, amcanın şair gibi bir anlatımı var. Anılar ve onların niteliği hakkında okuyageldiğim en sağlam kitap oldu. İki gün önce sorsaydınız kitabın nasıl gittiğini, öfleyip pöfler, yüzümü buruştururdum bir ihtimal ("işte arkadaş verdi, ayıp olmasın, okuyoruz…"). Fakat bir anda açıyor kendisini, hani -filmlerde (Amerikan)- vardır ya, barda sürekli asıl karakterlerle takılıp da hiç konuşmayan, sonra (filmin sonlarına doğru) bir olay üzerine bir anda bir monoloğa başlayan (şimdi belki sizin de aklınıza Chasing Amy, Silent Bob gelmiştir, ama benim kast ettiğim, sizden çok kendisine konuşan insanlar — mesela deliler) karakterler gibi. Bunu yapmasına gerek olmadan (sonra da zaten bir daha kimse ondan haber almaz).

Rose was standing in the doorway. She was in her bathing suit but was wearing her black pumps, which made her long pale skinny legs seem even longer and plaer and skinner. She reminded me of something, I could not think what, one hand on the door and the other on the door-jamb, seeming to be held suspended there between two strong gusts, one from inside the hut driving against her and another from outside pressing at her back.
p.242

[Rose kapıda duruyordu. Üzerinde mayosu vardı ama ayağına siyah ayakkabılarını geçirmişti, bu da uzun soluk sıska bacaklarını daha da uzun, daha da soluk, daha da sıska gösteriyordu. Bir eli kapıda, diğeri de eşiğin üzerinde, sanki biri kabinden yüzüne doğru, diğeri dışarıdan gelip de arkasından bastıran iki güçlü rüzgarın arasında dengede tutuluyormuş gibiydi, bana ne olduğunu bilemediğim bir şeyi hatırlatıyordu.]

"She reminded me of something, I could not think what" (Bir de Cemal Süreya’nın "Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor"u vardır, bilmem ki benzer minvalde midir).

Olaya ısınmanız için başlardan itibaren düşük dozajlı bir gizem havası veriliyor, ara ara besleniyor, ama işte karşınızdakinin kim olduğunu (boşuna vermiyorlar Booker’ı) anlayınca, bayırlardan aşağı koşar adım giderken pek de umrunuzda olmuyor gizem filan (son 30-40 sayfada yalnız, son derece Iris Murdoch’ımsı bir şekilde hem de, açık uçlar birleştiriliyor, havada asılı kalması çok daha uygun olacak pek çok soru cevaplanıyor, yazar bir anda normal, mesaili bir yazara dönüşüyor ki, biraz üzülüyor insan tabii ki (üzüntü ve muz kabuğu).

İstikrarsızlıklar, adını koyamamalar, tekrarlar, tekrarladıkça geliştirmeler, düzeltmeler… Kitabın ana konusu hatıralar olunca, bunlar bütün ihtişamlarıyla karşılıyor sizi. Hakikaten etkilendim çok, amcanın röportajından belliydi zaten (umutsuz vaka, umutsuz vaka). Neden bir şey insanın o kadar umrunda olmadığında, öncelikleri arasında olmadığında, işte tam o zaman başkalarınca gıpta edilebilecek mertebeye erişir? Bir de: kimsenin olmadığı ormanda ağaç düşse sesi çıkar mı? kaonuna dün cevap bulmuş bulunmaktayım (darısı ormanda kaka yapan ayı varyantının başına). Cevap: "Eğer gerekiyorsa" (ya da donanımınız çok iyiyse ve böyle bir ekstra rendering’in sisteminizi yavaşlatacak kadar işlemciye yük bindirmeyeceğini biliyorsanız, ses çıkartabilirsiniz). Eğer bu soru açıldığında ortamda etkilemek istediğiniz kızlar varsa, o zaman entel cevap olarak "ses çıkmaz çünkü kimsenin olmadığı bir ormanda ağaç yoktur, orman yoktur, esse est percipidir (WYSIWYG)" diyebilirsiniz, kimsenin umrunda olmayacaktır zira.

Neyse, daldık gittik yine. Öyle.


(Bir de Bear Cavalry vardır, bilen bilir)
Eee Hande, sen ne diyorsun bakalım?

Ne yaptığımız ve kim olduğumuza dair…

 Bildiğiniz, bilmediğiniz, fark edip-etmediğiniz üzere, bu blogda pek bilim işlerinden söz açmayı tercih etmiyorum (tercihimi daha çok fütursuzca ahkamlar kesebileceğim, inciler düzebileceğim edebiyat ve felsefe alanlarından yana kullanıyorum) ama gerek geçen gün Noel Baba’ya dair yaptığım devrim niteliğindeki bir keşif, gerekse de hemen aşağıda paylaşmakta olduğum fotoğraf vesilesiyle daha fazla durduramadım kendimi (bir de son zamanlarda hasıl olan kariyer kaygılımsıları var serde).


Georgina ile Ben, fi tarihinde…

Fotoğraf 1997 yılında çekilmiş: o yılın ulusal "Bilimsel Yetenek Arayışı" ("Science Talent Search")  yarışmasının kazananları olan Lisa Randall ile John Andersland’ı gösteriyor. Bizim zamanımızda biz geekler böyle görünürdük. Resimlerde illaki gözlerimiz kapalı çıkardı. İkisinin de sınıftaki alfalar, betalar ve dahi gammalar tarafından bile nasıl ezildiğini tahmin edememek imkansız, takdir edersiniz ki. Sonra, 90larda bile değil ama 2000lerde, internetin yüklü gazıyla bir anda fizik, bilim tralala yükselen değer oldu, lablardan çıkıp, filmlerde dünyayı bile kurtarmaya başladı pek saygıdeğer bilim adamları.

Belki daha önce yazmışımdır, belki bir başkasından duymuşsunuzdur yahut kendiniz ayırdına varmışsınızdır, yine de söylemek isterim: bu dünya, adil bir yer değil. Bir futbol takımı düşünün ki, oyuncuları oyunun güzelliğini, sporun bütün iyi niyetini içlerinde taşıyor, gece gündüz çalışıyorlar, yokluktan paylarına düşene şükredip, en iyi şekilde faydalanmaya uğraşıyorlar; her biri de gerek takımları, gerekse de diğer arkadaşları için gözünü kırpmadan kendini feda edebilir, o kadar önemsiyorlar yaptıkları işi, birbirlerini. Bunlar çok büyük bir mücadele vererek, sevenlerinin desteğiyle bir kupada finale kadar çıkmış olsunlar. Karşılarında da, bir para babasının (Arap prenslerinden biri olsun mesela — Araplara karşı önyargılarımız var ya, antipatiyi arttırmış oluruz bu sayede hem) bastığı paralarla bir araya getirilmiş, tamamıyla para için oynayan dünyaca ünlü futbolculardan mürekkep bir takım olsun. Filmlerde tabii ki ve illaki bizim "underdogs" yenecektir (gerçi ilk Rocky’nin sonunda Rocky puan farkıyla Apollo Creed’e yeniliyordu), ama gerçek hayatta ne olur siz de ben de biliyoruz, işin kötüsü kazanan takım sevinmez bile, umrunda bile olmadan kazanırlar. En saf/temiz/güzel duygularla sevdiğiniz kızın, sınıfın yakışıklı oğlanı tarafından hem de sadece elinden geldiği için ("because he can") baştan çıkarılıp, sonra bir köşeye koyulması ve üstelik kızın bu oğlana hayranlığının devam etmesi gibi bir durum. Ya da diyelim ki Galatasaray deplasmanda Mersin İdman Yurdu ile hazırlık maçı yaparken, Mersinli Galatasaray seyircisinin tribünden Mersin’e küfür etmesi gibi bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen / hani insan bir telaş duyar ya birden).

Daha kötüsü de var. Daha kötüsü, sizin sizin gibi olan arkadaşlarınızla bir oyun (spor, penny can) oynamaya başlamanız. Saçma sapan bir oyun olsun bu, millet de sizinle dalga geçsin. Sonra diyelim şans, ya da fırsat (şans), bu oyundan alfalardan birinin haberi olsun, bu oyundaki maddi açıdan potansiyeli görsün, sizden bağımsız bir şekilde bu oyunu pompalasın (promote), bu oyun bir anda meşhur olsun, kuralları resmileşsin, federasyonları kurulsun… sonra normalde sizinle bu oyun için dalga geçecek olan insanlar, çıkarları doğrultusunda bu oyunda oyuncu olsunlar ve ruhsuz bir şekilde sizi kendi oyununuzda eze eze yensinler ve hiçbir şekilde umurlarında bile olmasın. İşte bu daha kötüsü.

Hollanda’da katıldığım bir konferansta (Ulusal Fizik Konferansı idi (FOM)) birbirinden süslü ve havalı fizikçi insanlar görmüştüm – benim için oxymorondu böylesi bir tanım, halbuki ne kadar normal, ne kadar olası ve gerçekçi. Ama adaletsizlik duygusu uyandırıyor bir yandan da (uyandırmıyor mu?). En sevdiğiniz 100 şarkıyı birine dinletseniz, 100 şiiri bir kitapta toplasanız, 100 kitabı tavsiyeleseniz, illa ki bunların aralarından bir kısmı daha çok tutulacak, bir kısmı aşağılara itilecek. Sosyolojik/Psikolojik bir şey. İyi sınıfın kötüsü mü olmayı mı tercih edersiniz, kötü sınıfın iyisi mi (ben ikinci şıkkı). [Kim kime ne deseymiş / Her yer tanrı gibiymiş, bir sonsuz pistmiş — E.C.].

Sadede gel kardeşim, ne demek istiyorum, kafamdaki şey ne? Kafamdaki şey net bir şey değil, zaten o yüzden yazıp duruyor, evirip çeviriyorum ya bu kadar salatayı. Başarılı insanlardan pek haz etmiyorum, bu doğru. yaptığından mutlu olan insanları, yaptığından mutlu olmayıp da daha başarılı olan insanlara yeğ tutuyorum (her zaman her yerde). Yaptığından mutlu olan başarısız insanları da yaptığından mutlu olan başarılı insanlardan daha çok seviyorum. Maçlarda hep yenileni tutarım zaten oldu bitti, onlar öne geçtiklerinde de taraf değiştiririm. Bilimde karizma beni hiç açmadı, fizikçinin cool’u olmaz (Feynman diyeceklere ön cevap: Feynman geeklerin cool’uydu, bilim dünyasının dışında pek borusu ötmezdi be yaw [zaten tanısaydım sevmezdim herhal, büyük ihtimal… ama benim gıcıklığım, tersliğim, kendisinin çok büyük bir olasılıkla bir suçu yoktur, olmazdı]).

Niye yazdım ben bunları? Geçen gün bölümün koridorlarının birinde işte şu yukarıdaki resmi de alıntıladığım Amerikan Fizik Derneği’nin (APS) 90larda yaptırdığı posterlerden birine gözüm takıldı. Arkadaşların isimlerini not ettim, sonra da şimdi neredeler ne olmuşlar diye arattım. Lisa Randall Harvard Princeton, MIT ve Harvard’da çalışmış, herkesin tanıdığı ve hatta adını Google’a yazmaya başlayınca "Lisa Randall hot" şeklinde tamamlandığı derecede popüler bir insan olmuş.

yukarıdaki resmi aldığım kaynak da "Is Lisa Randall the hottest physicist alive?" başlıklı forum – böyle bir forumda emeği geçen arkadaşları saygıyla anmak isterim (sarcasm’ın Türkçesini aradık bugün, bulamadık, kinaye değil imiş -Ece’yi anlaşılan o kadar maruz bırakıyoruz ki entel dantel ebeveynler olarak, bugün kollarındaki yara bereleri gösterip gülerek "geçen gün oynarken kendime masaj yaptım" dedi, ardından da "masaj yapmak" ile aslında düşmelerini söylemek istediğini, hani öyle deniyor ya, tam aksini söylüyoruz biz de ona bazen… ah canım kızım benim…).

John Andersland’a gelince, o küçük bir üniversitede kalmış, hala mutlu görünüyor, çoktandır güncellenmemiş sitesine gittiğinizde heyecanla size bir yaprağa nasıl resminizi çıkaracağınızı anlatıyor, bir de vesikalık fotoğrafını koymuş. Murathan Mungan koyalım mı araya, "parça" niyetine?

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

Bu şiiri de ne zaman alıntılasam, ansam, aslında tam tersi anlam için öne sürerim de, her seferinde unutkanltığım ters köşeye yatırır beni Evvelsi gündü galiba, internet üzerinden Milliyet Sanat’ın eski sayılarına bakıyordum ki, geçen sene, "Şairin Kitabı" vesilesiyle yapılmış bir röportajına denk geldim, orada da inceliğini göstermiş M.M. (Marilyn Manson değil, Monroe da), kendisine aşık olup da karşılık veremediği insanlara üzülüyor, keşke ben onlara aşık olsaydım da karşılık görmüyor olsaydım diyor, kendinden kaynaklı üzüntü vermek yerine kendisini acı çeken pozisyonunda görmeyi yeğliyor. Ben aktarınca, "sarkazm" yapıyormuşum gibi oldu ama değil — misal Cezmi E. söylemiş olsaydı böyle bir lafı vıcık vıcık olurdu ama M.M.’ın samimiyetine, naifliğine, inceliğine inanıyorsunuz.

Yahu ben ne diyordum, nereye geldim. Şimdi geç oldu (1.30), uyuyayım da, yarın gönderirim bir şeyler daha ekleyip artık (Whitney Bowe)



(…) Ertesi günden merhaba! Whitney Bowe dediğimiz kişi, Castle’ın kızını hallice andıran, yukarıda bahsi geçen STS yarışmasında bahsi geçen bir diğer kişi. O zamanki hali şunun gibi bir şey (güzelimsi inek kız figürü, nadir bulunur, en tatsız şeylerden biridir, fenadır, kesinlikle geek değildir, geek tribünlerine oynar, ilk fırsatta level atlamaya bakar):


(10 parmağında 10 marifet)

sonra ne mi olmuş, YALE mezunu, uzman dermotolojist, şöyle bir şey:

bana da dert olmuş. Bu yazdığım yorumların hepsini kendi -pek de sağlıklı olmayan- tahayyülümden geçirip, uydurup buralara yazdığımı ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım…

Gelelim Zuckerberg’e. Bizim burada bir çocuk var, dahi midir bilmiyorum ama epey bir potansiyel var, ama hiç arkadaşı yok, ben bile çömezim olmasına rağmen pek meraklı değilim görüşmeye. Bilmek sevmeye yetmiyor, çekilmez bir adam. Landau da böyleymiş diyorlar, önemli olan fizik, algı… ama olmuyor, hakikaten olmuyor. Zuckerberg de eminim böyle bir adamdı, onunla da arkadaş olmak istemem, sıkılırım, gerçekten değmez. Deha nasıl bir şey diyeceksiniz (diyecekseniz), onu da anlatayım, bu vesile ile yazının başında bahsetmiş olduğum Noel Baba fenomenini de açıklama fırsatım olur hem, o nedenle geçelim büyük keşfime: Noel Baba hani her çocuğun adını, iyi mi kötü mü olduğunu biliyor ya, aslında öncesinde bu bilgiye sahip değil, yani ona malum olmuyor. Bu bilgiler çocuğun suratında yazıyor, bir şekilde kendini manifest ediyor. Onun için bir çocuğa bakıp da "senin adın Hebe, bu sene iyi şeyler yapmışsın" demekle "sarı saçların, mavi gözlerin var, boyun da 1.5 metre civarında" demek arasında pek bir fark yok (aura). Onun ekstra duyu organları var (ne Noel babalar tanıdım, yoktular). Deha da böyle bir şey. Bir probleme bakarken, oradaki bu normalde doğrudan algılanamayan şeyleri algılayabiliyorlar. Körler dünyasında yapılan deneyleri düşünün bir: ışığın yansıdığındaki dalga boyundan bizim hop diye söyleyebildiğimiz rengi ölçebileceklerdi, yarı-iletkenler, multi-ferroikler vs.. vs..  Oliver Sacks’in kipatlarından birinde vardı, iki otistik arkadaş/kardeş, oyun olarak birbirlerine takır takır asal sayıları sıralıyorlar sırayla. Dr. Sacks de ("Dr Seks" diye telaffuz etmemek için bunca yıldır "Saks" (Sucks) demekte olduğumu fark ettim az evvel, bu bağlamda Turan’ın gençliğinde takıldığı Emmanuel serisini de anarım (Immanuel Kant/Kent tabii ki, ya ne olacaktı?), işte ne diyorduk, Dr. Sacks de bir cetvelden, büyük asal sayıları not alıp, otistiklerin oyununa karışıyor, otistikler de şaşırıyor, sonra da bozuluyorlar. Başta dediğim konu, hani siz bir oyun uydurmuştunuz, sonra bu oyundan zevk bile almayan birileri sırf çıkarları var / ya da daha fena olarak, sadece yapabildiklerinden kelli oyununuza dahil olup, üstüne bir de sizi yenmeleri olayı.

Çok yazdım, sıkıldım, bu kadar yazmışlığım olduğundan göndermemeye/silmeye de kıyamadım, siz kusuruma bakmayın, bir ara Nurullah Ataç’tan acı-tatlı bir deneme yollarım, ödeşiriz. İyi pazarlar (pazorlor)!

Poffidi pof pof.


Benle Georgina, baştaki resimden 5 yıl önce, 10 yıl sonra

ph.d. comics, revisited…

 Efendim, rivayet odur ki, yours truly’nin doktora tezi şu ithafla başlar:

rivayet değildir, doğrudur. Ece tamam da, Mike Slackenerny kim diyecek olursanız, o da benim gibi feleğin çemberinden geçmiş/geçmekte olan bir Ph.D. Comics karakteridir. Kendisinden ilk defa olarak 26 Şubat 2007 itibarı ile bahsetmişiz, sonrasında 17 Mayıs 2007’deki girişte TUDelft mülakatım vesilesiyle tekrar anmışız. Uzun zamandır ortalıkta görünmüyordu ki geçen gün Ande bahsetti, buyrunuz, halet-i ruhiyemdir:

Kaynak: http://www.phdcomics.com/comics.php?f=1500

Ooooffff, off!

Üzgün bir insan: David Foster Wallace

David Foster WallaceBu günlerde David Foster Wallace (DFW)’ın "Brief Interviews with Hideous Men" (BIwHM) isimli hikaye seçkisini okumaktayım (aslında bitti ama uzatmaları oynuyorum). DFW, üzgün bir insan – şimdi "üzgün" deyince pek anlaşılmıyor ama "weltschmerz‘in dibine vurmuş" desem daha kötü olacak. Son derece farkında bir insan, aşırı farkındalık. Georgina ile yan sohbet konularımızdan biridir: iyiler de ikiye ayrılır, hep iyi şeyler düşünen saf iyiler ve kötülüğün ne demek olduğunu bilen, kötü şeyler düşünebilen "façalı" (scarred) iyiler. Bu façalı iyiler, saf iyileri biraz küçümseseler de tabii ki onlara imrenirler (saf iyilerin bittabii ki "aptal" olmadıklarını da eklemem lazım, şanslı? Evet – ama aptal?Hayır). Buradan biraz yan yollara saparak bir diğer çaresizliğimiz olan bir kez bildiğimiz/öğrendiğimiz bir şeyi bir daha eski durumuna getirememe derdimize de çıkabiliriz (daha da sıkılmak için bkz. "Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve…" başlıklı girişin sonundaki maddelerden üçüncüsü ve "un-knowing" fenomeni). Bu noktada şu "un-knowing" mefhumu bir kenara (i.e., ait olduğu yere) bırakıp, BIwHM’in açılış parçası olan "A Radically Condensed History of Postindustrial Life"ı buraya alıntılamak isterim (tam metin, Türkçe’sini de peşinden koyuyorum — kısa bir şey zaten, okursanız sevinirim):

A RADICALLY CONDENSED HISTORY OF POSTINDUSTRIAL LIFE / David Foster Wallace

     When they were introduced, he made a witticism, hoping to be liked. She laughed extremely hard, hoping to be liked. Then each drove home alone, staring straight ahead, with the very same twist to their faces.

     The man who’d introduced them didn’t much like either of them, though he acted as if he did, anxious as he was to preserve good relations at all times. One never knew, after all, now did one now did one now did one.

ENDÜSTRİYEL-ARDILI ÇAĞDA YAŞAMIN AŞIRI DERECEDE KISALTILMIŞ TARİHÇESİ / David Foster Wallace

     Tanıştırıldıklarında adam, hoşa gidileceği umuduyla, nükte yaptı. Kadın, hoşa gidileceği umuduyla, derinden güldü. Sonrasında ikisi de arabalarına atlayıp, yol boyunca yüzlerinde tam da aynı ifade ile, gözlerini yoldan ayırmadan bir başlarına evlerine gittiler.

     Onları tanıştıran adam, ikisinden de pek hoşlanmasa da, sanki hoşlanıyormuş gibi yapmıştı, her zaman için iyi ilişkiler içinde bulunmaya dikkat ederdi. Zira insan hiç bilemezdi, şimdi şu insan hariç, şimdi şu hariç, şimdi şu hariç.

Evet, 2 satırlık çeviride bile çok zorlandım. Kapanıştan dolayı "hiç belli olmazdı" diyemedim, "now did one, now did one…"daki kelime oyununu da iyi yansıtamadım (gerçek olayı hikaye olarak yazmasıyla, olayla ilgili olanların kartlarını da açığa çıkarmış oluyor aslında – gibi bir şeydi benim anladığım), farkındayım, biliyorum, zaten konumuz iyi çeviri değil, farkındalık idi. Neyse. DFW, 2008 yılında, ağır depresyona daha fazla dayanamayıp(*), 46 yaşındayken intihar etmiş (nokta). Neyse. Yaralı iyilerimize dönecek olursak, bireylere karşı iyi kalplidirler (yolda gördükleri hemen herkesin iyiliğini isterler), insanlıktan ümitlerini kesmişlerdir en kötüsü de her şeyin en kötüsünü düşünürler (kötümser midirler? Garip gelecek ama, değillerdir. Umut etmekten yılmazlar, zaten sanırım o yüzden iyiler kategorisinde yer alırlar). Karizmatik filan da olmazlar pek: sürekli sizin gibi müthiş birinin ("iyi" yanlarından biri de budur: herkesi aslında olduklarından daha iyi ve ideal görürler) niye kendisiyle arkadaşlık ettiğinizi sorgulayan bir kişinin şüphesiz pek de karizmatik olabilmesini bekleyemeyiz. Kitaptaki en beğendiğim hikayelerden biri olan "Octet"i, o kadar beğenmeme rağmen bitiremeyişimin sebebi de buydu: yazarı hikayeyi/yazıyı bitirememeniz için elinden geleni yapıyor, sizi yabancılaştırıyor, uzaklaştırıyor, bir yandan da arada dayanamayıp kaçamak bir bakış atıyor: hala okuyor musunuz, yılmadan devam ediyor musunuz diye (en saf ümidinin bu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra: ona rağmen hikayeye devam edip bitirmeniz). Ha bir de: yaralı iyiler kendilerine karşı acımasızdırlar (öte-empati), bir de bütün dünyanın onlar etrafında döndüğünü tam olarak ters bir açıdan düşünürler (bütün dünya onlara karşı ilgisizlikte birleşmiştir — onlar hakkında onlar yokken bahislerinin geçmesi en az olası şeydir (onlara göre, "olabilir mi öyle bir şey!!!")). Keşke onlara söyleyebilseydik "Ne o, ne o…" diye ("ne öyle, ne böyle").

Kitap sonuçta, tabii ki, üzücü. Kitaptaki şeylerden çok yazarından dolayı üzücü. Bahsettiğim intiharı değil, tabii o da bir şey ama

The depressed person was in terrible and unceasing emotional pain, and the impossibility of sharing or articulating this pain was itself a component of the pain and a contributing factor in its essential horror.

(Depresif kişi korkunç ve bitmeyen bir duygusal acı içindeydi, ve bu acıyı paylaşmanın yahut da dile getirmenin imkansızlığının kendisi bu acının bir bileşeni oluyor ve acının özündeki dehşete katkıda bulunuyordu.)

 diye bir şeyi yazabilen birine üzülmemek mümkün mü?

Ne zamandır yazmak istediğim "Anti- kulak fıkrası" başlıklı olabilecek bir yazımın varyantlarına değinmek istiyordum bir de, ondan sonra tamamdır deyip, artık müsadenizi isteyeceğim (esner, esnerken saatine bir göz atar: "vakit de geç olmuş…")

1. varyant ("bir gecelik movement"):     Adam (/erkek/oğlan) "metalci" bir kadınla bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi "giyinip", bir metalci barına gider.  
     Kadın (/dişi/kız) "metalci" bir erkekle bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi giyinip, bir metalci barına gider.
     Adamla kadın bu barda tanışırlar, birlikte bir gece geçirirler, ikisi de dileğini gerçekleştirmiş olur.

2. varyant ("maviye boya, genelleştir hareketi"):
     Bir şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir tamamlayıcı-şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir tamamlayıcı-şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.
     Bir tamamlayıcı-şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.

3. varyant ("corollary" / Anti- kulak fıkrası):
    İki kişi birlikte mutlu ve güzel bir yaşam süregelmektedirler. (Siz gerçekteki hallerini yukarıdan biliyorsunuzdur)


(*) "The Depressed Person" hikayesinden alıntılayacak olursak:
(…) The depressed person’s therapist (…) had deployed the following medications in an attempt to help the depressed person find some relief from her acute affective discomfort and progress in her (i.e., the depressed person’s) journey toward enjoying some semblance of a normal adult life: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, Metrazol in combination with unilateral ECT (during a two-week voluntary in-patient course of treatment at a regional Mood Disorders clinic), Parnate both with and without lithium salts, Nardil both with and without Xanax. None had delivered any significant relief from the pain and feelings of emotional isolation that rendered the depressed person’s every waking hour an indescribable hell on earth, and many of the medications themselves had had side effects which the depressed person had found intolerable. (…)