Yılın Listesi: Diziler

 Bu sene bol dizili bir yıl oldu, güzel dizilerdi, güzel olmayanları da ilginçti üstelik. (Baştan belirtelim ki, "Up all night" bütün bu söylediklerimin dışındadır, kötü bir dizidir, bir de bana nispet yapar gibi Community’nin yerine koydular ya, eh ben daha bir şey demeyeyim)

Yılın dizisi Community. Tabii ki Community – hem de eski pırıltısını iyice yitirdiği, ilk sezondaki her biri kendi başına birer dünya, leb-i derya, cihannüma ve camera obscura olan karakterlerini acınası karikatürlere dönüştürmesine rağmen. Efendim, bu dramatik girişten sonra sebeplerimizi sıralayalım müsadenizle: geçen senenin yılın listeleri: diziler girişinden sonra sevgili Sui sağolsun, birkaç dizi de kendisi önerdi: Community’den başka hatırlayamadım şimdi (birkaç ay evvelki önerisi Episodes’ı karıştırmıyorum şimdilik). Community daha ilk bölümünden itibaren bizi bizden aldı, kattı karıştırdı. Çerez gibi her gün 3-4 bölüm seyrettik (o sıralarda ikinci sezonundaydı), kısa sürede de günceli yakaladık. Hasta dizimiz Arrested Development’la akrabalık taşıyan, oldukça uzun bir süre için her bölümünde bir janrı ele alıp suyunu çıkaran ve gerek öz, gerekse geek referansları ile ne kadar da seçkin bir kitleye (geeks & freaks) hitap ettiğini bize göz kırpan bir dizi oldu. Bu noktada bir ara verip, bir kez daha yılın dizisi ilan edelim şöyle ortaya resimli filan:


Chang’in kendini tereyağlayıp havalandırma tüneline sıvıştığı sahneyi sizleri sevdiğimden es geçtim

Sonrası bildiğiniz üzere, Community ratinglerde düşük çıktı (ah bu torrentler azizim — halbuki ne diye Nielsen ratinglerinde mevcut torrent sayısı da kıstas olarak kabul edilmez? Psych mesela, iç reklam olayıyla yıllardır kıvırıyor benim bildiğim), bu sezon kalan bölümleri buza kondu (gösterilecekmiş bir ara ama 4. sezon pek ihtimal dahilinde görünmüyor). Sonuçta 3. sezon "meh" bir sezondu ama yine de ilk iki sezonun -en azından- bir 4 yıl hatrı olurdu yahu..

İptalden söz açılmışken, bak yine hatırladım, Free Agents ya! Yazıktır, günahtır. Daha bud’ında budadılar (özenti ingriş kreativiti).

Yeni diziler: Threesome, New Girl, Episodes, Wilfred (Wilfred yeni miydi, 2. sezon mu bitti yoksa, aman neyse). Biz bu sene bir de the Sarah Silverman Program’a başladık, onu da 3. sezonun ardından 2010’da bitirmişler, çok bile (yanlış anlaşılmasın, seviyoruz kendisini, programını ama… yeter yahu o kadarı).  Raising Hope seyretmeye başladık, Earl’ü iptal edip de niye buna tamam demişler, onu anlayamadık (başlarda ortanın üstü, iyi, vaatkar başlıyor, iyi de gidiyor ama çok çabuk tüketiyor yakıtı. Halbuki Martha Plimpton’la Garret Dillahunt (imiş adı, gittim baktım da yazdım wiki’den) ne kadar süper oyun koyuyorlar. Geçtiğimiz hafta aklıma şu sahne geldiydi de 4 saat düşünmüştüm nerede vardı diye: Marlee Matlin’in canlandırdığı sağır-dilsiz avukat yıllarca uğraşıp didinip konuşmayı becermiştir ama işte müvekkili olan mahluklar onun her ağzını açışında gülmekten yerlere yatarlar… sonrasında hatırladım tabii: My Name is Earl’ün Joy’u idi. My Name is Earl white trash olayını sonuna kadar kullanıyordu, ileriye de gidiyordu ama Raising Hope artık moronluk mertebesinde ilerliyor bu aralar…

Threesome ile Episodes’a (bir de Wilfred’a) yukarıdaki Free Agents’ı bağladığımız bağlantıda değinmişiz, New Girl’ü atlamışız niyeyse azıcık bir değinmeyle. Halbuki bu yılın en iyi çıkış yapan dizisi (it’s jess). Gerçi Zooey Deschanel’i arzu nesnesi‘nden şu bizim şaşkın ördek mertebesine indirdi ama olsun. Bir de pilotla dizi arasında arap oğlanı kaybettiler ya, o biraz battı (bana). Dizi iyi ama çok kolay dağılabiliyor yan zevzekliklere. HIMYM’ın ilk sezonlarının şeysi var (geist) tavsiye edering ama siz biliyorsunuzdur zati (o-hoooo!).


böyle durduğuna bakmayın (ki bu duruşu da tercih sebebidir aslında), hakikaten Katy Perry’ye benziyor

Bu sene bir de çok uçurmayan fakat hayli yaratıcı bir dizimiz vardı, Dee’nin tavsiyelediği: Web Therapy (her therapy yazışımda, irlandalı canavarlarımın sayesinde sonuna bir de soru işareti eklemek geliyor içimden ama therapy var, therapy? var sonuçta, değil mi efenim?). Lisa Kudrow, zaman mekan ve kadro üçlemesinden mürekkep bütçe sorunsalına hakikaten nefis bir konuyla gayet alternatif bir çözüm getirmiş idi. Öyle ahım şahım bayılarak izlemesek de, izlemeden de edemedik, hele son bölümlerde kopuyorsunuz, kopmamak elde değil. Onu demişken, 30 rock yeni sezonuyla da poffidi poff (Alec Baldwin bu sezon gidiyormuş temelli olarak televizyondan), House izlemedik hiç (bu sezon son sezonuymuş, he mi?), tBBT’nin de işte 100. bölümünü Neslihancığım sobeledi, bir de genel kanı da iyi yöndeydi, indirdik, seyredeceğizdir büyük ihtimalle belki yarın, belki yarından da yakın. Onun dışında Leverage, Hustle ve bol bol Castle vardı kendini ciddiye almadığından ötürü eğlencelik diziler kuşağında (tabii bu kuşağın kralı Psych gene gönül telimizin tepelerinde endam eyliyordu, onlar da artık yorulmuş olsalar da). Mike & Molly’de Molly ile Mike’ın annesini seyretmediğimiz bir diziye (mesela tBBT yahut Glee)  postalasalar ve Carl’ın sahnelerini 10’la çarpsalar ne kadar iyi olacak. Modern Family’ye de devam ettik, her bölümde en az bir kere güldük ama o da ciyuvvvv boom yörüngesinde. Ben Bengü ile Ece’nin yokluğunda Fringe’e başladım, gene Sui’den tavsiye ile Warehouse 13’e baktım. Fringe’ı bu sezon bitireceklermiş (deyyolar), Warehouse 13 de çok önemli bir gerekçe olmadıkça seyredilmiyor.

Özetle diyeceğim odur ki, Community bitmesin ama onlar da silkinip kendilerine gelsinler porfi.


you big cat, you! (S01E2)

Yılın Listesi: Kipatlar!

Kaç zamandır hesapta yılın listelerini hazırlayacağım, istiyorum, istekliyim, azimliyim, doğruyum ve çalışkanım… gel gör ki, Godot geldi, listeler gelmedi. Ben de bugün Hande’ye mail’de ve Nergis’e doğrudan çıtlattığım üzere "Kipatlardan başlayayım, kipat listesi ne de olsa en kolay hazırlanası şey!" dedim.

 

İşte az evvel de oturdum, bir bakayım dedim, en son ne zaman yılın listesi: Kipatlar’ı yayınlamışım da, oradan itibaren alıverecektim ele okunmuş listemdeki kipatları. Al sana Karakan al sana! 14 Mart 2010! E höh ama yani Sururi Bey kardeşim, akşam akşam iş çıkardın. Hemen yazayım, seçeyim de yatayım bir zahmet. Hem haftasonu Georgina gelecek (inşallah), o zaman da vaktim olmaz pek. Buyrun o halde, haylaytlar ve haylayflar.

 

C.S. Lewis / A Grief Observed: Güzel kitaptı. Hesapta bu Belçika ziyaretimizde Barış’a götürecektim, unuttum kabak gibi. Bugün Bengü başlamış, beğenmiş, beğenilmeyecek gibi değil (sonundaki teslimiyet biraz karizmayı çizdirse de).

 

John Steinbeck / The Winter of our Discontent: Beni yerden yere vuran bir kitap oldu. Daha geçen ay mıydı neydi, ikinciye okudum (ilk okuyuşumda 3.5, ikincisinde ise helalinden 4.0 yıldız vermişim). Bu kitabın The Chameleons filan babında zaten çok hikayesi vardır bende.

 

Ian M. Banks / The Feersum Endjinn – Surface Detail – The Algebraist: Surface Detail, Matter’dan (çok) daha iyi olsa da, sonuçta (boş) bir defterin kapağına Ian M. Banks yazsam o bile Matter’dan çok daha iyi olacağından fazla detaya girmeyeyim. Abinin yokluğunda (çok kitap okudum) okuduğum non-Culture M. Banks kitapları arasında Algebraist hakkaten Culture’dı be annem! olsa da, The Feersum Endjinn, işte o zügeldi. Hem anlatım tekniği, kurgu, hem konu, twistler filan. Bir Use of Weapons olmasa da, olmasına da gerek yoktu zaten, öyle olduğu gibi sevdim ben onu.

 

Haruki Murakami / THBWATEOTW: 5 sene sonrasında tekrar canım çekti, ben de aldım yine okudum, oh mis gibi. TWUBC ile birlikte yegane el üstünde tuttuğum Murakamilerdendir. Twistini ve sonunu bilmek de değerinden hiçbir şey yitirtmedi, bilakis gücüne güç kattı. Bu sene, yılbaşına doğru bu amcanın ikinci hikaye toplaması olan BWSW’ı aldım, ilk hikaye seçkisi TEV de pek matah değildi ama BWSW çok entel dantel çıktı. Amaan bana ne.

 

W. Sommerset Maugham / Collected Stories Vol 2: Fransa’dan, Bordeaux’dan almış idim bu kipatı. İyi ki de almışım. The Razor’s Edge’in beyefendi hergele yazarı (hergele demeyelim de, halden anlar/hale gelir diyelim o zaman) çoğu Malay’da geçen hikayelerinde yine eski topraktan niyeyse hiç beklemediğim duygu ve düşüncelerle takdirimi topladı.

 

Neil Postman / Amusing Ourselves to Death: Bu da başucu kipatlarımdan biri oldu. Amca haklı, ama en acısı kendisinin de kayıp giden bir zamanın ağıdını yakmakta ve no future for you olduğunun sonuna kadar ayırdında olması. E sonuçta bir belgeselci gibi biraz dikkatlice baktığınızda hep kendi işine gelen tarafları gösterdiğini fark ediyorsunuz ama benim gibi internet aşığı bir adamı bile televizyon/pop kültür yükselişine sevinmek yerine üzülünebileceğine de (öyle bir potansiyel olduğuna) inandırdı. Her zaman derim, Emre, dünyanın senin gibi adamlarla dolmasını ister miydin? Alternatifim Kafka değilse, hayır, sağolun, almayayım.

 

 

 

 

End of part one, yarın devam ederiz artık (direkt buradan editler, ayrı bir girişe geçmem, merak etmeyin).

 

İmza : Sizi seven, yılın listeleri bittiğine hepinizin yorumlarına yorum katacak olan, Azimli Kipat Tenyası.

 

 

*** Ansızın, ertesi gün oluverir ***

 

Patricia Highsmith / The Talented Mr. Ripley: Bu kipatın filmini seyretmişliğim vardı, taa ne zamandan.. Hatta o zamanlarki bende önemli bir yere sahip olan Gwyneth Paltrow da oynuyordu ama işte öylecesine bir filmdi. Kitabı burada kelepirde bulmuştum, 1 Euro’ya almış idim yanlış hatırlamıyorsam. Bask ülkesinde İngilizce kitap bulmuş olmam bile almak için yeterli bir sebep olduğundan, alıp dolabın bir köşesine koymuş idim. Sonra, galiba eldeki kitaplar bitmişti de, bir göz atayım demiştim, zaten ne olduysa o zaman olmuştu. Çok hızlı bir sahneyle açılır kitap, olaylar siz daha nedir, ne yapıyoruz demeden gelişir, bir bakmışsınız Ripley Avrupa’ya gelmiş bile. Kitabın en sevdiğim yanı, Highsmith’in Ripley’e hiç acımadan, ters gidebilecek her şeyi ters götürüşü oldu. Düşünün bir, bir yandan deli gibi blöfler yapıyorsunuz, yalanı yalanla örtüyorsunuz, diğer yandan normal hayatta fizli saklı kalacak şeyler, asla olmayacak tesadüfler, karşılaşmalar birbiri ardında oluveriyor, çıkıveriyor. Ripley’in kıvırışları beni hep bir sonraki sayfaya attı. Tabii bir de aidiyetsizliği var. Bir de bir de daha iyi bir yaşamı hak ettiğine olan sarsılmaz inancı. Go Ripley go, kim tutabildi ki seni! Bu arada, filmine eklenen ekstra karakteri (ki Coupling’in Steve’i oynar – kaldı ki, halen Coupling’den referans verebiliyor muyuz, yoksa The Boat that Rocked ile Karayip Korsanları’nın hedesi ile Leverage’ın Sophie’si filan mi demek gerekiyor?) ve onla sağlanan farklı bitiş bence filmin sonunu kitaptan daha iyi bağlıyor. Kitabı, İtalya’yı pek güzel barındırdığı, anlatıya sindirebildiği için, İtalyasever OBM’ye vereyim diyordum ama iki üç ay kadar önce, polisiye romanlar üzerine sardırdığımız bir sohbet sonucunda neredeyse zorla Nerea’ya verdim, iki üç ayda okuyacağını düşünerek, o da okumadı, ben de Barış’a götüremedim (hem/hoş belki elimde olsa bile onu da C.S. Lewis’le birlikte unutacaktım).

Sarah Silverman / The Bedwetter: Stories of Courage, Redemption, and Pee: Yılın bombasıydı. O aşamaya (kitabın gelişi) geldiğimde, işte az çok ne menem bir şey olduğunu biliyordum Sarah Silverman kardeşimizin, kitap onu on bin kat pekiştirdi, kah güldürdü, kah daha güldürdü, kah insanlığımdan utandırdı (bir yandan gülerken). İşin "komiği" bu kitapla aynı amazon pakedinde asıl almak istediğimiz Tina Fey / The Bossypants ne kadar patlak, hem nalina (=komik) hem mihina (=profesyonel ciddiyet) vurmaya çalışıp da sonuçta ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamayan bir kitaptı. Sarah Silverman komik (k ile).

Neil Gaiman / The Graveyard Book: Bir Coraline olmasa da, bir romandan çok hikayeler bütünü olsa da, Gaiman’a karşı, popüleritesiyle doğru oranda artan ön yargılarım, kötü beklentilerimi fos çıkaran zevkli, heyecanlı ve güzel bir kipattı Mezarlık Kitabı. Ece’yi pek açmasa da, bunu -henüz- ilk düğümü atacak güzel bir filminin yokluğuna veriyorum. Silas da ne kadar güzel, iyi seçilmiş bir karakter ismidir bu arada.

Robert Charles Wilson / The Spin: Bu bilimkurgu kipatını o kadar ödülü vermişler diye seçip okudum, okumasam çok da bir şey kaybetmezdim ama çoktandır okuduğum kitaplarda pek karşıma çıkmayan ezik oğlan / cool kız (+kızın kafa ağabeyi) klişesi güzel geldi. Konu orijinaldi ama novella yeterli olurdu, 400+ (500+) sayfa (+ iki kipat daha) zorlama olmuş biraz..

Harold Pinter / The Betrayal: Senenin en iyi kipatlarından biriydi, hem de ciddi, yetişkin filan oluşu cabası. Fark ettirmeden yedirdiği anlatım tekniği olsun, üçgenin kaç köşesi, kaç kenarı dünyanın kaç bucak olduğu gibi temaları olsun, ve bunları tiyatro oyunu ile verebilmesi, e vallahi bravo.

Nurullah Ataç / Günlerin Getirdiği – Sözden Söze – Karalama Defteri – Ararken: Serin berrak su gibi geldi Ataç’ın denemeleri de, eleştirileri de, anıları da. İnsan her şeyin kendi zamanında keşfedildiğini, her düşünceyi iik kendinin düşündüğünü sanıyor (burada "insan" ben oluyorum), çok fena yanılıyor (söyleyin kendisine).Gürer’den yorum, Eki’den tweet, Emir’den takdir aldım, daha ne olsun. (Bu arada ilgili yorumda Gürer, N. Ataç’ın Sabahattin Eyüboğlu’na takılmasından bahsetmişti ya, geçen gün fark ettim, sevgili berberimiz de öyle bir "hayran çelebi", ne kadar güzel bir insan böylesine iyi kalpli, sevecen olabilmesi, tanıklık bile bir hediye gibi! (Yılın blogu tabii ki, tabii ki guzelonlu bu arada, ne sandıydınız a!)

Walter Kirn / Up in the Air: Filmi beni yerden yere vurmuştu, kitabı aşkı, ilişkileri, Alex’i bırakıp, daha ciddi başka yerlere eğildiğinden (tüketici toplumu, sürü psikolojisi, herkesin harcı değil bunlar ağır konu, etc…) kafamı duvarlara vurmadı ama sanki aynı Ryan’la (illa ki Clooney’nin filmi olarak canlanacak, cuk oturmuş idi çünkü) işte ağır konularda takılıyorsunuz gibi oluyor, hani hürmetten Alex Yenge meselesini açmıyorsunuz, o da karizmayı yukarıda tutacağım diye çabalamıyor.

Efendim, yılın kitabını seçmemiz gerekirse (hazır şimdi vermiş olduğum yıldızları da unutmuş iken)… çok zor öyle bir kitabı öne çıkarmak. O yüzden yılın kitapları bu üstteki kitaplar olsun (Spin hariç – Banks’lerden de Feersum Endjinn bir tek, diğerlerini boşverin), her biri kendi kategorisinin yıldızı… (çocuklar kardeş oldu mu…)

 

 

Hüsran listesi (bahsetmeye bile değmez, lafı olmaz):

Mark Haddon / The Curious incident of the dog at night time (20100419) 2.5*

Kiran Desai / The Inheritance of Loss (20110224) 0.0*

Tina Fey / The Bossypants (20110821) 2.0*

Arthur Schopenhauer / Aşka ve Kadınlara Dair – Aşkın Metafiziği – (20111018) 2.5*

Patti Smith / Çoluk Çocuk [Just Kids] (20111011) 1.5*

Bera & Cure

 Dün rüyamda Bera’yı gördüm, bugün Cure dinliyorum (Head on the Door). Adam gibi bir tweet hesabım olsaydı oraya yazardım, olmadığından buraya yazdım. Hayat garip. Sabah üç bilgisayarı ana bilgisayara gösterebildim diye mutlu oldum (dünden beri uğraşıyordum – anahtar kelimeler (çok lazımsa) Rocks, CentOS, qstat, insert-ethers falan filan).

Bakın mesela bunu (şunu) adam gibi olmayan tweetim‘e de yazabilirdim pekala:

ne geçmiş var ne gelecek 
dem bu demdir barışalım 
 

(Mazhar Alanson, God Save the Queen)

Bir yılın ardından

 Herkese merhabalar, bugün ocağın 8’i, geçmiş yeni yılınızı (yeni yıl ne zaman geçmiş sayılır? ilk buluşma öpüşme, üçüncü buluşma 3rd base olmak zorunda mıdır?) kutlarım öncelikle! Geleneksel listeler yapasım vardı (var) ama öncesinde bir sürü bir sürü dosta e-posta atasım olduğundan bu güne değin bekledim (hala da kesin değil listelere başlayıp başlamayacağım ama göreceğiz artık).

 

Geçen yeni yılda Barış ve Efeler bizim buralara gelmişlerdi, Madrid, Endülüs derken epey bir yolları arşınlamıştık. Bu sene geleneği devam ettirelim dedik, Barış’ın Liege’deki konağını 7.5 kişi 10 gün boyunca işgal ettik, merkezi Liege alarak daha evvelden görmüş/görmemiş olduğumuz birtakım Belçika köy ve kasabalarını gezdik ama en güzel bonus şüphesiz kendimize bile sürpriz yapıp gittiğimiz iki günlük Delft ziyaretimiz oldu. Epey duygusal anlar yaşadık, İstanbul’da da, Ankara’da da böyle olmamıştı, niye şimdi burada oldu diye merak ettim, düşündük, taşındık, Bilbao’da da olmayacağına kanaat getirince, olayın (ah şu bizim sentimental blue heartımız şekerim) büyük ihtimalle Delft’in küçüklüğünden ve buna bağlı olarak metrekare başına düşen anılar silsilesinin yüksek mevcudiyetinden olduğunu anladık. Delft’te Deniz ve Nadiya’lar ile, Tongeren’de ise benim hayali arkadaşım Liliana ile buluştuk. Liliana, gerçek bir şatoda yaşamasıyla, gerçekten de hayali bir arkadaş olduğunu kanıtladı.

 

Liliana’ların Şatosu (Ben şato gördüm) 

 

 Belçika akşamlarına Settlers of Catan damgasını vurdu: Neslihan en Brian’ın bize sardırdıkları oyunu biz de Barış, Efeler ve Sezen’e bulaştırdık, yetmedi o bir gecelik Delft molamızda Nadiya’lara da aşıladık. Ece şu anda yol, köy, kasaba, gelişme kartı için gerekli kaynakları ezbere biliyor, sanki sınavda bundan soracaklar, hıh! Akşamları ayrıca projektörden film seyrettik (biraz Woody, biraz Sarah Silverman, Black Books, bolca SW) hakikaten hakkını yemişim ben vaktiyle bu projektör olayının.

 

 "You big cat, you!"

 

 

 Kim demiş Catan iki kişiyle oynanmaz diye? 

 

 Yeni yılın modası: Eat meal yum. Tamam da ne yiyoruz arkadaşım? Kabahat faslı, mozaik pasta. 

 

 

 Turnemden görüntüler. Bol olmasa da, alkış almadık diyemem. Suzy ile performansımızın videosu da var, belki bir gün. O arkamızdaki arabada da Ece dönüyor. Çocuk eğleniyor, büyükler eğleniyorlar, işte yeni yıl yeni yıl. Böyle de bir şovmen aktif interaktif insanıyımdır, çok pis, ben bile bilmem hani.

 

Belçika’dan pazartesi günü (2 ocak) öğlen döndük, 3 ocak gecesi de otobüse atlayıp sabah 6’da konsolosluk işleri için Madrid’e vardık, gece yolculuğu Ece’yi fena çarptı, yol tuttu, uyku tutmadı öyle biraz hırpalandık… Konsoloslukta hem benim askerlik işim için gereken birtakım ek işlemler vardı (maşallah diyelim, her şey yolunda gidiyormuş, yani parada eski hesaptan (5K EUR), uygulamada yeni hesaptan (21 günlük eğitim yok) faydalanabileceğim gibi görünüyor… Ailecek de pasaportları yeniledik – bu ağustosta bitiyordu süreleri, öyle bir şeyler işte.

Ebru & Banu forever!

 

Brüksel = Starbucks. Madrid = Starbucks (beni bilmeyen biri okusa yani şu satırları der ki ah tikiye bak, memleket güme gidiyor, şunun krem döla krem (krem döla yala) haline bak. Hoş beni bilen biri de aynı şeyleri söyleyebilir, şimdi fark ettim.

 Oradan da çarşamba gecesi döndük, dinlenme sürecine girdik (bu noktada Coraline’ın koza içinde "dinlenen" Bayan Spink & Forcible’ını ya da Mezarlık Kitabı’nın sandukası içinde "uyumakta" olan Silas’ını gözünüzün önüne getirebilirsiniz)

 

Şopi ve Ben.

Köpeklerine ya da diğer evcil hayvanlarına filozof ismi koyan biri olmadım, ama yine de bir köpeğim olsa idi şayet, adını Şopi koyardım (koymazdım). Zaten bir köpeğim olsun istemezdim ayrılıkları sevmez oluşumdan ötürü (o gidince ben üzülürüm, ben gidince o üzülür, ben de üzülürüm, şimdi ona kim bakacak, ne yapacak diye – beni unutsa bir türlü, unutmayıp her gün tren istasyonuna gidip dönüşümü beklese başka türlü). Halbuki eşya meşrebine mesela, seve seve, içimden gelerek isim takarım, onlara daha da bir bağlanır, onlarla bozulur, onlarla coşarım. "Chungking Express"teki Tony Leung kadar olmasa da (o ki günden güne eriyen sabununa, "kendini koydun, ipne ipliğe dönüyorsun, toparlan biraz" der, ipe henüz astığından damlamakta olan bezini "ağlama artık" diye teselli eder, e sonra tabii Faye Wong ile görür hanyayı da Konyayı da..), yine de konuşurum ara ara, dertleşirim, şarjları bitiyorsa eğer teselli/teskin ederim, şarj olurken geçmiş olsun ziyaretine gider, hatırlarını sorarım.
 

 


Hollanda’ya vardığımda, sağolsun hocam Marcel, daha ikinci günden arazi bisikletini idareten getirip vermişti bana. Havalı bisikletti doğrusu.

 

 

 

 

Bahçede, kırda, arazide, şehirde… Şehir de şehirdi hani.

 

 

 Bengü ile Ece de gelince, ilk iş birer bisiklet almak oldu – Ece’ye binmekten çok arkasındaki sepete bahçenin deniz kabuklarını doldurmakla iştigal ettiği, itme sapı da olan bir 3 tekerlekli, Bengü’ye de aslında kendime aldığım ama sonra pek kullanışlı bulmadığım katlanır bir bisiklet aldık.

 

Bir gün, öğle yemeğinde birbirimizi gaza getirip, bisiklet uzmanımız Frederik, Deniz ve Ben, atladık, üniversitenin biraz ilerisindeki ikinci el satan Kringloopwinkel Delft‘e yollandık. Benim önceliğim vites ve "el freni" idi (Hollanda’daki bisikletlerin çoğunluğu, ‘kontra’ tabir ettiğimiz, pedalların geri çevrilmesiyle arka tekeri kilitleyen fren sistemine sahip). Tam aradığım gibi bir bisiklet bulduk, Frederik bilirkişi olarak bir tur attı, peşinden bir de ben denedim ve böylelikle 2 sene sürecek bir macerada Tonto’yla birbirimizi bulmuş olduk..

 

 

 

Oradan hemen sonra Tonto’yu bir bisiklet dükkanına çekip, Ece için arka koltuk, yanlara çanta ve bir de kilit taktırdım. Aksesuarları Tonto’nun iki katına mal olmuştu. Ece Tonto’yu ilk gördüğünde mavi değil diye 1 saat ağlayıp, ona almış olduğum pembe prenses kaskına rağmen başlarda binmek istemediyse de, son güne kadar arkamdaki koltuğa kurulmuş bir şekilde sabahları bana eşlik etti, türlü maceralara çıktık kızımla Tonto’nun üzerinde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tonto’nun adını sonradan koydum, ya da işte otobüste ya da başka bir rutinde düzenli olarak görüştüğünüz biriyle sohbet kurarsınız da artık birbirinizin adını sormanın ayıp kaçacağı o zaman dilimine çoktan gelmişsinizdir, neyse ki, ortak bir arkadaş, ya da bir defter etiketi yardımınıza koşar, o vesileyle öğrenmiş olursunuz, Tonto’nun adı da öyle geldi bana, yavaş yavaş, içten. Tabii çocukluğunuzda Maskeli Süvari’yi seyretmişliğiniz varsa, işlerin biraz karıştığını fark edeceksiniz zira "Heigh Ho Silver!"dan da açıkça anlaşıldığı üzere, Maskeli Süvari’nin beyaz atının adı Gümüş olup, Tonto kızılderili yardımcısının adıdır! (Zaten renginden en başta anlamam lazımdı ya!). Anlayacağınız, Tonto gık çıkarmadan yıllarca (2) beni sırtında/omzunda taşıdı, seneler (2) geçtikçe vitesi, freni hepsi birer birer sakata düştü, o yine de ses etmedi.

 

 

 

 

 

Ben, Tonto ve ıııı…, şey….

 

Bozulan vitesi de, freni de kutu kutu penseyle kestim, çıkardım. İspanya’ya gideceğim gün yükledim bütün ikinci elciye vereceğimiz eşyaları 2 aydır kızımdan boş kalan arka koltuğuna, yanlardaki ceplerine, ayrılığın kaçınılmaz olduğunu anladıysa da, yine de şikayet etmedi. Onu aldığımız krinkleloop dükkanına gittik (hayır amacıyla kurulan bu ikinci el dükkanları, eskilerinizi bedavaya alıyor, onları bakımdan geçirdikten sonra cüzi fiyatlara satıp, fakirlere ve muhtaçlara yardım ediyor), önce arka koltuğunu, ceplerini boşalttık, sonra da Tonto’nun (kilidinin) anahtarını verdim oradaki görevliye, öyle boynu bükük vedalaştık, az ilerideki otobüs durağında beklerken o hala bana bakıyordu.

 

 

 

 

Başka ne mi diyecektim? Eşyalara bağlanırım (because you can not disappoint a picture – Troy). Sevdiğim insanlar için iyi şeyler düşünmeyi, onları düşünmeyi, onlarla vakit geçirmeye tercih ederim. Telefon çalınca canım sıkılır, e-mailleri kaale almayan insanlara bile 5 e-mail atarım 1 kez telefon açana kadar, sonrasında üzüle üzüle ararım mecbur olduğumdan. Böyle olan bir tek ben de değilim. zaman değişiyor, çekinik, ibiş, nazik kibar ince zevkli empati dolu çekingen erkekler olduk ki 2000 yıl öncesinde Sokrates bize "aman, sakın ha!" demişti, birkaç yüz yıl önce de Şopi de zokayı yutmuş idi. Halbuki en su katılmamış evrimci bile söyleyebilir bize, bu yol yol değil, amanın erkekler!

 

 

 

 

– Müzik eğitimi kendine uygun bir beden eğitimi ararken, acaba geçici hastalıklar dışında hekimliği lüzumsuz kılacak bir eğitim yolu bulamaz mı dersin?

– Bulur bence.

– Gençlerimiz idmanlarında, çetin talimlerinde, beden gücünden çok içlerindeki coşkunluk gücüne dayanacaklar, onu geliştirmeye çalışacaklar. Yiyeceklerini, çalışmalarını düzenlerken, bildiğimiz atletler gibi, yalnız beden güçlerini gözetmeyecekler.

– Çok doğru.

– Peki öyleyse, Glaukon, müzikle jimnastiğe dayanan bir eğitim yolu kuranlar, birçoklarının sandığı gibi, biriyle sade bedenimizi, ötekiyle yalnız içimizi eğitmek amacını gütmezler, değil mi?

– Hayır.

– Herhalde ikisinin de amacı, daha çok kafamızı yetiştirmektir.

– Peki ama nasıl?

– Ömürlerini jimnastikle geçirip, müzikle ilgileri olmamış, ya da tam tersine, öüzikle ilgilenip bedenlerine bakmamış kimselerin ne hallere düştüklerini bilmez misin?

– Anlamadım, hangi hallere demek istiyorsun?

– Birileri kabalığa ve sertliğe, öbürleri yumuşaklığa ve gevşekliğe düşüyor demek istiyorum.

– Doğru, yalnız bedenlerinin gelişmesiyle uğraşanlar gereğinden çok sert, yalnız müzikle uğraşanlarsa, kendilerine yakışmayacak kadar gevşek oluyorlar.

 – Oysa ki, sertlik insanın içindeki coşkunluktan gelse bile, eğitim yoluyla yiğitliğe çevrilebilir. Ama bu sertlik aşırı bir hale gelirse, çekilmez bir kabalık doğurur.

– Bence de öyle.

– Yumuşaklıklsa filozofça bir tabiata vergi değil midir? Ama o da, aşırı bir hal alırsa, gereğinden çok gevşeklik doğurur. Bu huy güzelce geliştirilirse, ölçülü bir yumuşaklığa götürür.

(…)

– Dört bir yanımızdan zurna sesi gelirse, kulaklarımızdan içimize oluk oluk, yumuşak, tatlı, hüzünlü makamlar akıtılırsa, bütüm ömrümüz türkü mırıldanmakla geçer. En büyük keyfi türkü söylemekte bulursak, içimizdeki sert coşkunluk, demirin ateşte yumuşadığı gibi yumuşar. İşe yaramaz, kaba bir şeyken yararlı bir hale gelir. Ama böyle sürüp giderse, bundan bıkacak yerde kendimizden geçersek, içimizdeki bu güç büsbütün yumuşar, erir. Sonunda yiğitliğimiz de yok olur. İçi bu derece gevşemiş bir insandan da sünepe bir savaşçı çıkar.

– Doğru.

– Hele insan doğuştan coşkun değilse, bu gevşeme daha da çabuk olur. Ama, doğuştan güçlüyse, duygularındaki coşkunluk gitgide azalır, olur olmaz yerde kırılır, gevşer, patlar, söner. İçindeki ateş acılığa, geçimsizliğe çevrilir.

– Böyle olur tabii.

– Peki tersine, yalnız jimnastikle, iyi yemek içmekle uğraşır da, ne müziğin, ne de felsefenin semtine uğrarsa ne olur? Başlangıçta beden gücü güvenini arttırıp yürekli bir insan olur.

– Herhalde.

– Peki ama, bu insan jimnastikten bşaka bir şey yapmaz, hiçbir zaman bilim ve felsefeyle karşılaşmazsa ne olur? İçinde öğrenme isteği olsa bile, öğrenmenin tadına varamadığı, hiçbir araştırmaya merak sarmadığı, ne sanatla, ne de müzikle uğraştığı için bu isteği zayıflar, körlenir, sonunda yok olur.

– Öyledir.

– Böyle bir insan, düşünceye ve söze düşman, müziğe yabancıdır. Sözle anlaşamaz. Bir hayvan gibi her şeyi zorla, kabalıkla elde etmek ister. Ömrünü, bilgisizlik ve budalalık içinde, ölçüden düzenden yoksun olarak geçirir.

– Haklısın.

– Demek ki, Tanrı insanlara müzikle jimnastiği ne sadece kafasını, ne de sadece bedenini eğitmek için değil, onlarda coşkun bir yürekle bilim sevgisi olsun diye vermiş olacak. İstemiş ki, insanın içindeki bu iki güç, iki tel gibi bir gerilip, bir gevşetilerek düzenlenebilsin.

– Öyle görünüyor.

(Platon, Devlet, s105+, çev: S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz, İş Bankası Yayınları)

 

 

Bir de, Şopi’de olması lazım, nasıl da insanın kendini geliştirdikçe daha üst sanattan zevk almaya başladığına dair düzülen övgüler vardı, çok aradım, hiç bulamadım. Onun yerine zavallıcığın hakikaten son derece acınası (başka sıfatlar kullanmıştım ki, saygımdan sildim) yazdığı bir kitabı olan Cinsel Aşkın Metafiziği’nde şunları buldum:

 

Cinsel sevginin temelinde yer alan mülahazaların ikinci kümesi manevi niteliklere dayananlardır. Burada, bir kaının evrensel olarak bir erkeğin ruhunun yahut kişiliğinin niteliklerince cezbedildiğini görürürz, bunların her ikisi de babadan tevarüs edilir. Kadınlar, irade sağlamlığı, kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler. Buna mukabil zihnifikri niteliklerin kadınlar üzerinde doğrudan yahut içgüdüsel bir gücü yoktur, bunun çok basit bir sebebi vardır, çünkü bunlar babadan devralınan nitelikler değildir. Erkekteki zeka eksikliğinin kadınlara bir zararı dokunmaz; doğrusu fevkalade bir zihni üstünlük, hatta deha, anormallik olarak kadınlar üzerinde olumsuz bir etki bile doğurabilir. Bu sebepten ötürüdür ki, kadınların sık sık budala, çirkin ve kaba saba bir erkeği iyi eğitilmiş, zihni nitelikleri yüksek, nazik bir erkeğe tercih ettiklerini görürüz. Aşırı derecede farklı mizaçlara sahip insanların sözgelimi kaba saba, güçlü kuvvetli ve dar kafalı bir erkekle, ziyadesitle duyarlı, ince düşünceli, kültürlü, estetik beğeniye ve benzeri niteliklere sahip bir kadının ya da fevkalade bilgili, görgülü ve dahi bir erkek ile kuş beyinli bir kadının, çok kere aşk için evlenmelerinin sebebi budur.

(Schopenhauer, Aşka ve Kadınlara Dair, s54, çev:Ahmet Aydoğan, Say Yayınları)

 

Hani, böyle bir şeyler hakkında bir şeyler söylersiniz (söylerim), etrafınızdakilerin de hoşuna gider, gaza gelir coşarsınız, sonra kendinizi teknoloji dediğimiz şeyin (adıyla söyleyecek olursan transistörlerin) 1940’larda uzaylılar tarafından getirilmiş olduğunu düşündüğünüzü yumurtlarsınız (ya da aslında Ay’a 1969’da ayak basılmadığını, ya da başka türlü bir inciyi). Amerikan dizileri buna "didn’t have noticed until I said it aloud" durumu diyorlar, biz Türkler de "Geçmiş olsun".

 

Lise Felsefesi’nin -ki başlıca varoluş amacı insanları daha gencecik iken felsefeden soğutmak ve felsefenin pipoyla ilintili ve komik ve aptalca bir şey olduğuna inandırmaktır- temel sloganlarından biri olan "filozoflar yılları aşıp birbirleriyle konuşurlar!" loyloyunu "ç" ile yazılır halde çiddiye alacak olursak, Sokrates’in Şopi’ye bu lafları üzerine şöyle pek de nazik olmayan bir (el) kol hareketi çekeceği şüphesizdir. Bir de Gürer Efendi’nin tezinde çektiği bir numara vardır, onun el çabukluğu marifet makamında çektiği bu hınzırlığa kaş çatagelirim yıllardır: Sevgili Palpa, tezini iki alıntıyla açar (takriben 15 sene evvel gördüğümden, "aklımdan" "benzetim" yapacağım), birincisi günceldir, şimdi adını hatırlayamadığım bir amcanın "eski insanlar, depremi tanrıların gazabına bağlar, böyle bir durumda kurban murban keserlerdi" sözünü alıntılar, onun hemen altına da Seneca’nın (MÖ54 – MS 39 –hobaa, kaç yıl yaşamış bu amca ya? Kurşun borular keşfedilmemiş miydi onun zamanında? 8P)  gayet tektonik, bilimsel ve ilimsel açıklamasını koyar. Sanki biz bilmiyoruz "eski insanlar" tabir edilen beşir ile bu sefil (Caligula) istihza arasında temizinden 3000 yıl olduğunu (bunun benzeri bir şeyin de ayırdına geçen gün vardım, öylece kaldım, size de hatırlatayım, siz de şaşırın isterseniz, dilerseniz: ilk insanlar ~MÖ3000, dinozorlar 230 milyon yıl önce. Dünyanın yaşı: 4.5 MİLYAR YIL! yani kaç dinazor, kaç evrim, kaç insan, kaç medeniyet — inanmıyorsanız, açın Futurama’nın ilk bölümünde Fry hibernasyondayken arka planda gelişen olaylara bakın, yalan söylüyoruz sanki.)

 

Vaktiyle, Şopi’den bahsederken, aşağıdaki Bobiş resmini bulmuştum alakalı parametrelerle google images’a gittiğimde, geçen gün "gerçeği" ile karşılaştım (ilgilenenlere: aynı arkadaşın Schrödinger ve Kedisi temalı dövülesi eserleri de mevcut)

 

 

Atman ile Şopi

 

Son birkaç söz: Hala empatinin iyilik/kötülük tanımlamasının baş malzemesi olduğunu düşünüyorum. Başarılı insanları pek sevmiyorum. Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir. Ama bunun yanısıra, insanları tanıdıkça genel kalıplarının sıyırıp, sevebilişimi de seviyorum (misal Johnny Ramone, Eddie Vedder — sağcı bunlar deyu kestirip atmıyorum / Hakan geçen gün bir yazı yazmış idi -ki onun sitesini de o olduğunu bilmeden pek seçici RSS reader listeme almışlığım vardır- birkaç sağcı bilimkurgu yazarı ile ilgili, şimdi oradan aklıma geldi). Empati ~ iyilik gibi bir şeyler dedim, e ben çok mu iyiyim? Zararsız gibiyim daha çok, vaktiyle belirttiğim gibi: kötü olmayışım kötülük yapamayışımdan kaynaklanıyor olabilir (gibi gibi) (ama o zamanlar kafamda pembe kask olduğundan kelli, pek dinletemedim sanırım kendimi).

 

Bir sürü imla hatası vardır kesin, düzeltirim yarın öbürsü gün. Gürer Beyciğimin deyişiyle: Ööeeh! (Meh..)