Peaks and Recreation

Emir ve Gurer ve diger tum kotu kalpli iyi insanlar/dizifiller icin geliyor: Peaks and Recreation!

Peaks and Recreation from Charles Pieper on Vimeo.

Sonradan (18/12/2011) edit:
Bu da Disket icin ozel:


Bir de, Beetlejuice hayvanligi var ki, Community’nin neden son yillarin en iyi dizilerinden biri oldugunu gosteriyor (Arrested Development filan falan kategorisinde) bu esprinin her bolumu bir sezondan – yani 3 sezon span eden bir espriden bahsediyoruz (oy oy!)

yalnız turist.

Yalnız gezince fotoğraf çekmek epey hüzünlü bir işe biniyor. Bunun farkına eskiden tam olarak varmamıştım, hatta şöyle anlatayım:

Bir zamanlar Hasan Safkan adında, motosikletiyle Afrika’yı, oradan da Portekiz’i ve başka yerleri gezmiş iyi kalpli bir adamcağız vardı. Gezi notlarını çok güzel bir tasarımla sunduğu “Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, ordan eve…” kitabında toplamıştı. Özel basım koşullarından ötürü fiyatı görece yüksek olan kitabı çok istesem de edinememiştim (95?) lakin oradan bir fotoğrafı beni derinden vurmuştu:

Bütün resimlerinde tek yol arkadaşı motosikleti de vardı çünkü Hasan Safkan yalnız bir turistti. Yıllar sonra, o sıralar ilgilendiğim ama çok uzun bir zamandır burun kıvırdığım, gezi notları da yayınlayan bir yazara yazdığım mektupta serzenişte bulunmuştum “niye her gittiğin yerde çekilen fotoğrafında sen de varsın, Hasan Safkan’ın mesela, hiç böyle bir ihtiyacı olmamıştı…” diye (mealinde).

İnsan, bir resim çektiği zaman, onu bir şekilde kendisine, orada bulunmasına mal etmek istiyor, hele de internette aynı açıdan çekilmiş halihazırda onlarca fotoğraf varken, bir fark katmak istiyor. Hande’ye bu düşünceyi gözeterekten gibicesine “Dimbles*“ı hediye etmiştik. Bense bu Prag gezimde öğle molalarında yaptığım kaçamak şehir merkezi gezilerinde bir iki resim çektim çekmesine ama gelin görün ki, tatsız resimlerdi bunlar, internetten arasam daha da iyileri bulunabilecek resimlerdi. Kimseden de beni çekmesini istemedim, işte o burun kıvırdığım yazarda eleştirdiğim şeyi kendime hiç konduramam (bir de turistler arası dayanışma vardır: siz onların resmini çekersiniz, karşılık olarak onlar da sizinkini). Arkadaşların resimlerini çekmek keyiflidir, şehir arka planda takılır.

Niye yazıyordum ki ben bunları? Prag’da, kaldığım pansiyonun bir 300 metre ötesinde mimar Adolf Loos‘un Müller Evi vardı, bizim mimarlara nazire olsun diye resmini çekeyim istedim, kendimi de koyayım dedim, sonrasında photoshop’la havaya kaldırdığım ellerimin arasına üzerinde “süslemek cinayettir!” yazılı bir pankart konduruverecektim (bütün bu mimar muhabbetlerini tabii ki Bengü’den öğrenmiş idim). İşte o (şu) iki resmi, fotoğraf makinesinin otomatik zamanlayıcısı ile çektim: önce bir trabzanın üzerinde dengede tutup, ayarı yaptım (ayar = ev tamamıyla görünüyor mu ve ben nerede durursam düzgün çıkarım), sonra bastım düğmeye, bir yandan da sayıyorum (10’a kadar).

 

Resimlerden de göreceğiniz üzere, iki kere yaptım bu işi. İşte o zaman, o “sokaktaki manyak” performanslarımın getirdiği coşkunun hemen ardından aklıma getirdim yalnız turisti ve dahi Charlotte Chuck’ı ve yalnız başlarına resim çekmek durumunda kalan bütün sevdiğim insanları (2).

Gezmek, bir yerleri görmek güzel bir şey sanırım (kendime rağmen). Ama arkadaşları görmek daha da güzel bir şey. Şimdi bunu böyle yazdım ya, içimdeki öteki ben (top sakallı olan) hemen birtakım lafları yetiştirdi bana; bilirsiniz, bilmezsiniz, alınmışsınızdır, alınmamışsınızdır, ama öyle ama böyle, bu Türkiye ziyaretimizde Hande, Ekin ve Selma’dan başka kimseyle buluşmadım. Buluşamadım yazmak işi kolaylaştırsa da, doğru değil. İnsan içinde kötülük olmadan sevdiği biriyle buluşmayabilir mi? Koyu gri bir issue bu. Hemen isim de vereyim, madem başladım: en başta canım fkk’m Doğan, Zeynep, Onur, Betül, Löker, sonra tabii ki Seyfettin. Seinfeld’in son (2) bölümünde içlerinden birinin (Elaine) bir arkadaşını araması gerekmektedir ama her seferinde bir şey olur, en sonunda “ayıp etmiş olmak” sınırından geçerler. İşte en sonda, bunlar hapse atılmışken ve sadece bir adet telefon hakları varken, Elaine arkadaşını şimdi arayacağını söyler, ne de olsa, hapiste verilen o bir arama hakkı arama aleminin kralıdır. Ben de belki buradan ama o sebepten ama bu sebepten yaptığım donkey kong’luğu açık açık kabul edersem, bu günah çıkartma kabininden biraz daha hafiflemiş çıkabilirim diye düşündüm (bu tür metodların en etkileyicisi, Ümit Kıvanç’ın güzel kitabı “Yalnız Olmuyor”da vardır bu arada).

Şimdi aradım, bulamadım ama önceden de yazmıştım: tabii ki marifet değil ama bir gün geldi ve ben Doğan’la buluşmaktan çekinir oldum. Blogun genel seyrine uygun olarak, hemen dizilerden bir örnek vereceğim, Community, S02E16 – “Intermediate Documentary Filmmaking”: Troy, LeVar Burton’ın sıkı bir hayranıdır. O kadar hayranıdır ki, üç dilek hakkını şu şekilde kullanmak istemektedir:

“If I’m gonna get bequeathed upon… I’d like it to be a drum kit, or a signed photo of LeVar Burton. Those would be my top two wishes. My third wish would be a million wishes. But I’d just use them all on a million signed photos of actor LeVar Burton.”

(Türkçe çevirisini vermeden, böyle İngilizce’sini patada salladıktan sonra kendime kızıyorum, o yüzden: “Eğer dileklerim gerçekleştirilecek olsaydı… Bunun bir davul seti, ya da LeVar Burton’ın imzalı bir resmi olmasını isterdim. Bunlar ilk iki dileğim olurdu. Üçüncü dileğim bir milyon dilek hakkı olurdu. Ama onların hepsini de aktör LeVar Burton’ın bir milyon imzalı fotoğrafı için kullanırdım.”)

Çünkü, “you can’t disappoint a picture” (“Bir resmi hayalkırıklığına uğratamazsın”).

Bu şiddette olmasa da ve bu kadar tek taraflı olmasa da, bu doğrultuda bir şeylerdi beni Doğan’la buluşmaktan alıkoyan (ki ne kadar ayıp iki arkadaş arasında, biliyorum, biliyorum). Sonra, işte bir de Doğan’la biz bambaşka zamanlarımızın tanığıydık, şimdi -teşbihte hata olmaz- iki kel, göbekli, evli ve çocuklu adam olarak neyden bahsedecektik Allah aşkına? Onun Proust’u, benim Murakami ne derece geyik malzemesi olabilirdi ki. Yazınca daha iyi olmuyor ama zaten yapacağımı yaptım. Filmlerde olur ya, klişe tabirle “geçmiş için bugün ve yarın feda edilir”, ne kadar da yanlış bir şeydir ve her filmin sonunda karakter yaptığı şeyi anlar ve film mutlu sona bağlanır, yok öyle yağma.

Biz HitNet’çilerin göğsümüzü gere gere övündüğümüz şu “Pause tuşuna basılmış arkadaşlıklar” mevhumu vardır ya [1,2,3], o galiba o arkadaşlar sizle pause ederken kendi aralarında şarkıya devam ettiklerinde işler bozuluyor, buzlar bir yanda çözülmüşken diğer yanda daha bir sertleşiyor, bir araya gelindiğinde herkes farklı yansımalar görüyor, siz onların farklı yansımalarına alışamıyorsunuz, hayat devam ediyormuş meğer!, onun farkına varıyorsunuz, bir garip oluyorsunuz.

Neyse ki, şükür ki, habis olan sadece benim. İçimi bu farkında olmanın kurtları yerken, vicdan azabı ve kendimi suçlamakla uğraşırken sözgelimi Löker’den sıcak kucak dolu bir mesaj, Seyfettin’in öyle bir şey olmamışçasına, alınmamışçasına mesajları (ki Seyfettin’in durumunda pause tuşu yok ama yeniliğin getirdiği farklılık vardı) bir anda Brezilya’ya çeviriyor meydanı. Ne mutlu bir şey insanın iyi insanlarla çevrili olması. Nasıl başladım, nasıl bitirdim ama çok teşekkür ederim iyiliğiniz için. Telefonla konuşmaktan ödüm patlıyor zaten (dün bir arkadaşım hatrımı sormak için aradı, “telefonla konuşmaktan hoşlanmıyorum, o yüzden kapıyorum, e-posta ya da SMS gönderirim” diyebileceğimin az altı bir samimiyetimiz olduğundan konuşmak durumunda kaldım (sanırsınız ki lütufta bulunuyorum), konuşma bittiğinde bütün enerjim tükenmişti. Buluşmalarda ise buluşana kadar offlayıp pufluyorum ama buluşma gerçekleştiğinde ve sonrasında mutlu olmuş olduğumu fark ediyorum ama ah o buluşana kadarki stres (neyin stresi? ne olacak, neyden korkuyorsun be adam!).

Garip bir şey oluyorum (oldum), hoşuma gitmiyor ama farkındayım. Bilgisayar toplumu, sanal temaslar, biliyorum bunları, biliyorum da garip geliyor hala. Arasam bulurum psikolojik bir tanım, bulmak istemiyorum.

(Mutlu bitirelim)


İyi kalpli insanlar, HitNet Zirvesi, ’98+, Fotoğraflar: Löker
(buradaki insanların bir kısmı artık görüşmüyorlar)

Bir de, Alex’i hazır görmüşken fotoğraflarda ve Eki de hazır geçen gün (dün?) “yıllardır görüşülemeyen arkadaştan linkedin mesajı – böyle giderse linkedin’i bile sevicem…” diye tweetlemişken, ben de geçen gün (dün?) Alex’ten Linked.in vesilesiyle haber aldım, yazıştık, yazışacağız, çok güzel oldu. (İdris?)

Sururi ve kaliteli sucuk. ya da kulak göz ve boğaz.

Hint asıllı yazar, Orhan Pamuk’un sevgilisi Kiran Desai’nin The Inheritance of Loss‘unda, para biriktirmek üzere Amerika’da kaçak çalışan bir Hintli karakter vardır. En ucuzundan aldığı pilavı yerken, pirincin Hindistan’ın en pahalı pirinci olduğunu görüp, “şu feleğin işine bak”ımsı bir şeyler düşünür: neticede Hindistan’ın en zenginlerinin yiyebildiği işbu pirince, Amerika’nın en fakirleri bile burun kıvırabilmektedirler.

Pipo içerken, pipoyu içerdim. Bir pipoyu içtikten sonra en az 2 gün dinlendiren, aralarda düzenli olarak bakımını yapan bir insan olamadım hiç. Ha bunun sonucunda kaç pipoyu haşat ettim, dumandan çok kurum çektim orası ayrı ama pipoyu pipo içmek için içtim. Şimdi bana piposever bir arkadaş diyecek ki “ah bir bilsen neler kaçırdın o bakımı yapmamakla, bilmemne tütününü denememiş olmakla, bak ben sana hazırlayayım kendi en seçkin bilmemne ağacından yapılma pipom ve dahi bilmem nereden gelme tütünümle, bir bak, bir daha başka bir şey içemeyeceksin…”, ben de ona diyeceğim ki “pipoyu bırakalı yıllar oldu ama içiyor olsam bile teklifini kabul etmezdim sanırım çünkü: 1. Farkı anlamayacağım, böyle bir hassasiyet ayarım yok; ve 2. Bana samimiyetle iyilik yapıyor olduğuna inansam bile yine de artistlik yapma, sinir olurum (ülen) gibi bir şey. Sonuçta, detaylara girmek gerekirse, o yıllardaki tercihim Captain Black Gold idi ama kaçak tütün piyasası sağolsun, küflü tütünden üzerine en adi viski dökülmüş ucuz tütünlere kadar geniş bir yelpazede patlaklık skalamı geliştirmişliğim vardır. Bu dediğim uç örnekleri tüket(e)memiş olsam da, yine de çıtayı hayli aşağılara çekmiş bir durumda idim.

Ekin anlatmıştı: onların bir arkadaşı gazoz konusunda uzman olduğunu söyleyip dururmuş, en sevdiği gazoz da -diyelim ki- Sprite olsun (bir aralar ben de kolanın kutudan mı ya da (tabii ki yeni açılmış) şişeden mi konduğunu anlayabildiğimi düşünürdüm mesela), işte bir gün bunlar da bıkmışlar, “haydi,” demişler, “seni bir test edelim: bak bu bardaklardan birindeki sprite, diğerindeki 7up” (ki onların örneğinde ikisi de birbirine yakın tatlar içeren ve şimdi hatırlayamadığım markalardı). Kızcağız bir ondan bir bundan birer yudum almış, düşünmüş taşınmış ve birini gösterip, “sprite işte bu” deyince ona müjdeli haberi vermişler: ikisi de aslında uludağ imiş.

Hep şükrederim: kendimi bildim bileli, hiç de öyle rafine bir zevkim olmadı, pek çok zevkim olsa da. Çay tiryakisi olmama rağmen (günde en az 1.5 litre çay içmekteyim), gerek Lipton (Hollanda’da), gerekse Twinnings (İspanya’da) uzunca bir zamandır her işime koşuyorlar. Hollanda’da yarı-artistik birkaç çay dükkanı vardı Simon Levelt diye, oradan oraya özgü “Delftse Blauw” alırdık, Earl Grey alırdık, bir de bir keresinde beyaz çay almıştım Gökhan’ın tavsiyesiyle ama İspanyalılar çay diye bir şeyi bilmediklerinden, buradaki hepi topu iki adet çay dükkanına girdiğinizde -hele de The Tea Shop’a- aman Allahım! sanırsınız ki İngiltere’den bizzat kral ve kraliçe gelmişler, tezgahtar önlüklerini üstlerine geçirmişler, lütufta bulunuyorlar. Bizim Türkiye’de bir “kaçak çay”ımız vardı, bir de Çay-Kur’un Rize çayı (sonradan bir de tomurcuk’un earl grey’i çıkmış idi), alemin kralından çok çay keyfi yapardık, kime bu artistlik be bezirgan? (Bezirganın ne demek olduğunu bu cümleyi okurkene bilen var mıdır bu arada? Ben değil (“not me” özentiliği – kimin amerikan ingriş özentiliği ve iki baş parmağı var? 8P) ).

Geçen hafta misafirliklerine gittiğim iki profesör de çay tiryakisi idiler. Her biri abartacak olursam benim maaşıma denk çeşit çeşit poşetlerde çeşit çeşit çaylar vardı, her çay pakedinin üzerinde Hindistan’ın hangi bölgesinden geldiği, kaçıncı flush (artık her ne demekse) olduğu ve annesinin kızlık soyadı bilgileri yer alıyordu. STGFOP filan neymiş, ilk onlardan öğrendim (aman hemen gidip bakın wiki‘den, siz de eksik kalmayın, ben satoriye ulaştım sanki öğrenince!). O kadar rafine, o kadar süper çayları içtim de ne oldu? Hiç. Akşam pansiyona döndüğümde keyifle salladım Twinnings Earl Grey’leri, üç mum yaktım, seyrine baktım.

Müzik deseniz, onda da durum çok farklı değil, gururla kulaklarımın 64kbps olduğunu söylerim. Öyle işte, anlamıyorum, bana yetiyor. hi-fi’ci arkadaşların yanında gaza geldim mi, gelmedim ama farkı biraz anlar gibi oldum ama o kadar. Görüntü deseniz, 600×300 küsür(ish), 15″ laptop’ın monitorü hiç sorun çıkarmıyor. Bir süredir (televizyon aldığımızdan beridir 8) televizyona gönderip (32″) oradan izlesek de, 720p olayına girmiyorum. Bir keresinde, (22 dakikalık standard) bir dizinin (Modern Family) standard çözünürlükte (175MB yapacak şekilde olan) bir bölümünü bulamamıştım da, mecburen 500 küsür MB’lık yüksek çözünürlükteki halini indirmek durumunda kalmıştım. Bengü’yle bakmış bakmış bakmıştık, bir fark görememiştik (“o derece”). E ben bunu sonuçta birtakım arkadaşlar (OBM) gibi projektörle seyretmeyeceğim arkadaşım, hem öyle olsa ne olacak? Ya, bir keresinde Raising Hope’un 1 GB boyunda bir versiyonunu gördüm — kim ne yapar o diziyi o çözünürlükte? Yapımcısı Greg Garcia görse, bilse hüznünden ağlardı herhalde, açık söylüyorum… Fotoğrafta da öyle: Barış geçen yılbaşı Ece’nin bir resmini çekmişti, geçen gün bakarken fark ettik, resmin arka planında (ve epey arkada) kitaplık da çıkmış – 1:1 oranında bakınca, 1 santimden az kalınlığa sahip kitabın sırtını okuyabiliyorsunuz, ya bu kadar da olmaz ki arkadaşım…

Youtube’den müzik dinleyebiliyorum, herhangi bir süpermarketten çay ve tabloların röprodüksiyonlarından (internet baskısı) da keyif alabiliyorum. Buyum ben!(*)

Aslında bütün bunları yazmaya iten, dürten asıl olay, uçağın kataloğunda gördüğüm şu ürün oldu:

Bu bir kurşun kalem ve 395 dolar! Tamam, kronik mülkiyet düşmanlığım vardır, her zaman oldu, ama bu onu bile aşıyor… Bu kalemi alanları bir şey yapmalı…. ama nasıl bir şey, öyle böyle değil! Bunu yazarken, bir de şu kilosu 1000 dolardan başlayan çikolatalar geldi aklıma, baktım internetten, işte Noka, Knipschildt, Delafee filan. Ayıp şeyler yazacaktım, yazmadım. Sokrates’la konuşuyorduk geçen gün, “Soki,” dedim, “bizim Devlete böyle kalemlerle çikolataları alan zenginleri yakalayıp getirelim, önlerine bir pahalısını, bir de normalini koyalım, pahalısını bulamazlarsa da eşek Kudüs’ten gelinceye kadar kalın damarlı odun sopayla dövelim…” Sokrates güldü, “hakkın var Emre,” dedi, “yalnız, Ekinlerin yaptığı gibi yapıp, bütün seçenekleri normal mallardan toparlayalım…” çok güldük hakikaten o gün… Orijinaliyle kopyasını ayırt edemeyen adama kopyasını vermek mübah olmalı. Roald Dahl’ın galiba böyle bir hikayesi vardı, sonradan görme adam hayat tarzını değiştirmek için çok bilmiş uşak tutuyor, uşak da ona pahalı şaraplar aldırıyor, sonunda da ahçıyla evleniyordu (bilenler hatırladı, bilmeyenlere de spoiler olmadı).

—————————————————————————
(*)Yalan adam hamişi: Eh, bir yere kadar zira kokkola yoksa pepsi içmem, puroların kötüsünü içebilsem de (ki gençliğim güzel marmara’nın puro karşılığı olan “Marmara” ile geçti) içmem, burun kıvırırım (sentetik tütüne sarılmışları es geçerim mesela ama kuruluğa o kadar fit olmam, neticede onların direkt çarpacağını bilirim mesela).

Yaylalar…

Bildiğiniz üzere, şayet yurtdışında en az 3 yıldır çalışıyorsanız, belli bir ücret (5112 Euro) karşılığında, 21 günlük bir eğitimin ardından askerlik vazifenizi yapmış sayılıyorsunuz. Sayılıyordunuz. Yeni yasa ile 21 günlük eğitim kaldırıldı, ödenmesi gereken tutarsa 10000 Euro’ya çıkartıldı. Çıkarılacak. Zira, salı akşamı meclisten geçirilen yasa tasarısı, yürürlüğe girmek üzere Cumhurbaşkanı’nın onayını bekliyor.

Akademisyen olmanın getirdiği bir faktör de, askerliğin siz üniversitede okuduğunuz müddetçe erteleniyor olması idi (yine de bir yaş sınırı vardı: 30’unuzdan sonra daha fazla erteleyemiyordunuz). O sıralar bu imtiyaz hayli cazip gelse de, doktoradan sonra büyük ihtimalle evli ve çocuklu oluyor, dahası doktora dereceniz, kısa dönem er olmanızın da önünü kapayan bir olguya dönüşüyor.

İşte ben de, doktoradan sonra yurtdışında araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca, dövizle askerlikten faydalanmaya karar vermiştim. 2 yıl Hollanda, ondan sonrasında da 2 yıl İspanya’da (buradaki ikinci yılımı dün doldurdum bu arada) çalışmışlığım olduğundan, konsoloslukla da görüşmelerde bulunuyordum (yurtdışındaki çalışmalarımı iki ülkeye bölmüş olmam ve Hollanda’da (iç meselelerde) bürokrasinin olmayışı işlerimi biraz zorlaştırdıysa da, en nihayet bu temmuz ayında Hollanda’dan gerekli belgeler geldi. Başvuruyu tamamlamak için şahsen Madrid’e gitmem gerekiyordu ama Ağustos’ta burada her yer tatildi ve gitmem ve hazırlamam gereken konferanslar vardı (aka “Salı sallanır”), Eylül’de Türkiye ziyaretimiz oldu (aka “Çarşamba çarşafa dolanır”), Ekim’de üniversitedeki çalışmalar yoğunlaştı (aka “Perşembe ???”), Kasım’da gidecektim Madrid’e ama Prag işi vardı. Prag’tan dönünce Aralık ayında mutlakaydı ama.

Ben Prag’dayken, salı günü (22 Kasım) yasa tasarısından haberim oldu. Başbakan, detaylarıyla tasarıyı anlattıktan sonra o gün TBMM başkanlığına teslim edeceğini bildiriyordu. Önce tabii çok kötü oldum – 5000 Euro az buz bir rakam değilken, bir anda 10000 Euro sözkonusu olmuş idi. Sonra, çok şükür hemen her zaman yapabildiğim üzere, sağlığımızın ve birlikteliğimizin yerinde olduğunun bir kez daha ayırdına varıp, “sağlık problemi değilse, problem değildir” şeklindeki mottoma bağladım (yapabilecek pek bir şey olmayınca, daha fazla düşünmenin de bir faydası olmuyor — entelce söylemek gerekirse, Wittgenstein’dan tüm sevenler için geliyor: “insan konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır.”). Surat asıldı tabii ama dediğim gibi… Hayırlısı olsun dedik, konuyu kapattık.

Prag’dan cumartesi günü döndüm, pazar günü de, tasarının halen görüşülmediğini öğrendim. Pazartesi günü konsoloslukla yazıştım, onlardan da olumlu cevap alınca, o gece Madrid’e yola çıktım (Bilbao – Madrid ~== İstanbul – Ankara). Sabah 6.30’da Madrid’de otobüsten indim, konsolosluk 10.00’da açılıyordu. Beni o kadar iyi karşıladılar, sağolsunlar o kadar yardım ettiler ki, yıllardır konsolosluklardan feleğin çemberinden geçer gibi geçen ben şaşkınlıktan kalakaldım (tabii Rotterdam’da 4 günde 1000 adet benim gibi son dakika dövizle askerlik başvurusu yapan kişinin olması da farklı coğrafyaların yoğunluğunu gözler önüne seren bir kriter).

çok yazdım, ciddi gibi yazmış oldum, olmadı. Sonuçta, sonuç olarak, sonuç tarafından (M. Luther King) diyeceğim odur ki, tekrar sağolsunlar, Madrid’deki arkadaşların ilgisi, yardımı ve çabasıyla o gün başvurumu neticelendirebildim. Buraya (Bilbao’ya) salı gecesi döndüm, çarşamba doktora, perşembe check-up’a, cuma önce check-up’ın sonuçlarını almaya, ardından tekrardan doktora gittim, sağlıklı olduğumu onaylattım, akşam 4 gibi kuryeyle sağlık yoklama formumu da konsolosluğa gönderdim, artık hayırlı haberi bekliyorum (hayırlı haber: eski hesaptan (5000 küsür euro) ödeme yapıp, 21 günlük eğitimden de muaf olmak. Gerçi 21 günlük eğitim işin ikincil bir boyutuydu, beni asıl korkutan o fazladan 5000 euroya takılmaktı… Haberler geldikçe haberdar ederim tabii. Şu bir haftanın, bankalar olsun, doktor olsun daha bir sürü detayı vardı ama dediğim gibi, mesajın yazbenisi pek olmadı. Hayırlısı artık.

vice, not versa.

(ya da: shaken, not stirred)

“A Beautiful Mind” filminin bonus malzemelerinden birinde, filmde kullanılan özel efektlerden bahsediliyor. İlgili videonun, 5. dakikasından itibaren de, “güvercin ve kız” sahnesine yer veriliyor. Filmde, özel efektlerin kullanımı kendi başına epey ilginç – vaktiyle okuduğum Star Wars kitaplarından birinde (Heir to the Empire – Timothy Zahn) “General” Han Solo, tehlikeli bir adamla buluşmaya bir bara gider, adamla konuşurlar ederler, kalkarken adam Han Solo’ya der ki “sivil korumaların çok bariz idi, daha dikkatli olmalısın..”, Han da, “haklısın kardeş, ne yapalım, idare etmeye çalışıyoruz…” mealinde bir şey söyler, o “gizli” korumalara işaret eder, onlar da oturdukları masadan kalkarlar, hep birlikte mekanı terk ederler. Onlardan çok sonra, “asıl” gizli korumalar da masalarından kalkıp giderler. Filmdeki özel efektler de bu minvaldeydi, iki üç tane kör gözüme parmak efekti görünce insan burun kıvırıyor ama işte, bu girişte -konudan sapmamayı becerebilirsem- paylaşacağım örnekte olduğu gibi, esas oğlanların farkına bile varmıyoruz (eskiden, ben ilkokuldayken, “Balance of Power” diye bir oyun vardı, onun yazarı demişti: “Oyunun gerçek dünyadan eksikliklerini fark etmeye başladığınızda, oyun amacına ulaşmış olacaktır” deyu. Bir de klişe “Tanrının mükemmeliyetinin en büyük kanıtı ateistlerin varlığıdır.” hedesi).

İşte geçen gün tramvayda giderken (Prag tramvaylar şehri), aklıma geldi o sahne. Hani bu nacizane yazarınız (yours truly) kafayı pek bir takmış durumda ya şu “sanal ne, gerçek ne?” muhabbetine, ondan kelli, hoş bir farkına varış oldu, anlatayım, şöyle ki: (artık gerçek bir adamın hayatından aktarılan film ne derece spoil edilir, bilemem ama) şimdi John Nash şizofreniden muzdarip ya, buna bağlı olarak gerçekte olmayan kişilerle haşır neşir oluyor, işte bu kişilerden biri de Marcee adında, bir arkadaşının yeğeni olan küçük bir kız (ki aslında yok öyle biri). Filmi seyrederkden insan (ben) farkına varamıyor, Marcee’nin ilk göründüğü sahnede, Marcee bir parkta, güvercinlerin arasında neşe içinde koşuyor ama güvercinler ürküp koşmuyor (çünkü aslında yok öyle bir kız). Gayet ince, gayet de güzel bir detay (ama gelin görün ki, benim takdirim için visual effects for dummies takdimine ihtiyaç duyuluyor). Peki, görsel efekt, güzel, hoş ama işte bu noktada -benim için en azından- bir güzellik daha vuku buluyor: Filmde kız sanal, güvercinler gerçek. Halbuki gerçek dünyada (i.e. filmin çekildiği ortamda) kız gerçek, güvercinler sanal. Film, gerçekliği tersine çeviren bir aynaya dönüşüyor.

Yazmak istediğim diğer şeyin bunlarla hiç alakası yok ama kısa bir şey olduğundan onu da bu girişe dahil edeyim: Vaktiyle (2005’te) NTV’de Can Kozanoğlu ile Kanat Atkaya’nın hazırlayıp sunduğu, “Arka Sayfa” adında leziz bir program vardı. Hele de bir önceki cümlenin bağlantısında bahsettiğim Perihan Mağden’li olan bölüm nasıl keyif doluydu! Enternete baktım, birileri belki bir ihtimal bir yerlere koymuştur kaydını diye, yok, birileri koymamış ne yazık ki (belki -çok düşük ihtimal- bizde duruyordur kopyası, eve dönünce bakayım ama çok çok düşük ihtimal). Neyse, arada aklıma gelir “X ne yapıyordur acaba şimdi?” diye düşünürüm; bugünkü o X, Can Kozanoğlu idi işte. Ne yapıyordur acaba şimdi? Hayır, internete sormayacağım, böyle birinin ne yaptığını merak etmek vesilesiyle onu yad ediyor olmak da başlı başına güzel bir duygu/olgu.

İyi geceler, Emre Sururi ve 40 Haramiler.