I’m Sticking With You

Maureen 'Moe' Tucker
Sterling Morrison
Lou Reed
John Cale

I’m sticking with you / Velvet Underground (Lou Reed)

I’m sticking with you
‘Cos I’m made out of glue
Anything that you might do
I’m gonna do too

You held up a stage coach in the rain
And I’m doing the same
Saw you’re hanging from a tree
And I made believe it was me

I’m sticking with you
‘Cos I’m made out of glue
Anything that you might do
I’m gonna do too

People going to the stratosphere
Soldiers fighting with the cong?

But with you by my side I can do anything
When we swing
We hang past right or wrong

I’ll do anything for you
Anything you want me too
I’ll do anything for you
Oohoh I’m sticking with you
Oohoh I’m sticking with you
Oohoh I’m sticking with you

Rüya Kederlenince

Dün akşam Ece hep ağladı, öğrendiğimiz kadarıyla böyle ağlayışlara kolik deniyor. Belli bir sebebi yokken, günün belli saatlerinde başlayıveriyor. Gece boyunca da huzursuzluğu sürdü, annesini uyutmadı. Neyse ki kahvaltıdan sonra uyuyordu… Aklıma vaktiyle Öküz dergisine okuduğum Orhan Pamuk’un bir yazısı geldi. Adı aklımda “Rüya Ağladığında” olarak kalmış, Rüya, malûmunuz, Kara Kitap’ta bir karakter ve dahi Orhan Pamuk’un kızı. Neti aradım, bulamadım, “Rüya Ağladığında”yı “Rüya Ağlayınca” yaptım, gene bulamadım, en sonunda “Orhan Pamuk” rüya dedim, ve Epigraf bana selamını çaktı, baktım, sağolsun Ahmet Faruk Şengenç hem de taa 2002’de göndermiş..

Rüya Kederlenince / Orhan Pamuk

Biliyor musun canım, senin böyle kederli olman beni çok üzüyor. Sanıyorum gövdeme, ruhuma, nereyeyse işte, içime bir yere yerleştirilmiş bir içgüdü var: Seni kederli görünce ben de kederleniyorum. Sanki bir bilgisayar programı içimde şöyle diyor: RÜYAYI KEDERLİ GÖRÜNCE KEDERLEN BAKALIM SEN DE.

Böylece ben de, hiç hesapta yokken, kederleniyorum birden bire. Oysa, günlük hayatın içinde ya buzdolabını karıştıracaktım şimdi, ya gazeteyi ya aklımı ya da saçlarımı. Dalmış gitmiştim hayatım, dur bir dakika bakayım, ben buna da bir karşılık bulayım, havalarına ki, a, bir baktım, Rüya, suratı bir karış asılmış, vücudu dertop olmuş, kendini divana atmış, yatmış, ne de mutsuz olmuş, yan gözle dünyaya ve onun dünya bakışına bakan babasına bakıyor.

Bir elinde mavi tavşanı.

Öteki eli mutsuz yüzüne olmuş yastık.

Gene de yürüdüm mutfağa, karıştıra karıştıra aklımdaki buzdolabının çekmecelerini. Ne olabilir acaba? Karnı mı ağrıyor yoksa? Belki de hüznün tadını keşfediyordun Bırak kederlensin, kendi kokusu ve yalnızlığının içine girerek. Herkes mutluyken mutsuz olabilmeyi başarabilmek akıllı olmanın birinci şartıdır. Akıllı değil, zeki. Sanırdım eskiden. Borges’in: “Elbette, bütün gençler gibi ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyorum,” yolundaki sözlerini severim, iyi de, o bir “genç” değil, daha bir çocuk o.

Sessizlik.

Buzdolabını açtım, kocaman kıpkırmızı, dopdolu bir elma aldım ve hart, bütün gücümle ısırdım onu. Mutfaktan çıktım. Aynı şekilde yatıyor. Düşündüm.

Yavaşça sokul ona. “Gel zar oynayalım” de, “Kutu nerede?” Kutuyu bulun, kapağını açarken birbirinize sorun: Sen hangi rengi alıyorsun diye. Ben yeşil. Ben de kırmızı o zaman. Sonra zarları at, kareleri say, onun kazanmasını sağla. Biraz arayı açıp keyiflenirse sevinçle diyecektir ki:

“Aldım başımı gidiyorum.”

Al başını git. Bütün oyunları kazan. Bazen ama, sinirleniyorum da, bir kere de ben kazanayım diyorum, bir kerecik olsun da kaybetmeyi de öğrensin artık bu kız. Olmuyor. Zarları fırlatıyor. Oyunu bozuyor. Bir köşede somurtup oturuyor.

Yerden yüksek oynamayı önereyim. Masalardan sandalyelere, sandalyelerden koltuğa, divana, öbür masaya, kaloriferin kenarına basabilirsin. Yere de basabilirsin, ama ayağın yerdeyken yakalanırsan ebesin. Ama fazla sıçramaca.

En iyisi koşturmak. Evin içinde, masaların etrafında, odadan odaya, sandalyelerin çevresinde, televizyon en son cinayetlerden, askeri darbelerden, isyanlardan, dolardan, borsadan ve güzellik yarışmalarından söz ederken, bakın bize, bakın nasıl da koşturuyoruz da hiç aldırmıyoruz size ve saçmalıklarınıza. Sehpaları devirip, lambaları düşürüyoruz, gazetelerin, kuponların ve kartondan şatoların üzerinden geçiyoruz, kan ter içinde, bağırarak, ama tam da ne diye bağırdığımızı bilemeyerek, çılgınca koşarken bazen elbiselerimizi çıkarıyoruz. Çikolata paketlerinin, boyama kitaplarının, kırık oyuncakların, su şişelerinin, eski gazetelerin, atılmış plastik torbaların, terliklerin, kutuların üzerinden ne kadar da hızla geçiyoruz biz bir bilseniz.

Ama yapamadım bunu da.

Bir kenarda oturdum ve uğultulu şehrin üzerinde sessizce biriken kir rengine baktım. Televizyon açıktı, ama sesi hiç mi hiç duyulmuyordu. Tıkırtısından anladım: Damda o huzursuz martılardan biri ağır ağır yürüyordu. Biz, ben oturarak, Rüya da yatarak, ikimiz hiç konuşmadan pencereden dışarı birlikte uzun uzun baktık da, o kederle, ben sevinçle bu dünyada olmak ne güzelmiş gene de anladık.

Gülen Ece

Nadas

Bugün önce Meren‘in bloguna baktım, oradan Duygu Hanım‘ın bloguna yumuşak bir geçiş ve sonrasında da, tavsiyelediği Barış Erkol’un ISBN 976-08-6‘sında Samantha Wolow‘la karşılaştım. Aşağıda görmelerde olduğunuz müthiş güzel fotoğrafı oradan aldım. Tek fotoğraf da elbet güzel giderdi ama yanına da meze olaraktan benim eski yazılardan birini oturtmak geldi içimden. Az fotoğraf bilgim olduğundan, aklım hemen Robert Doisneau’nün Le Baiser du Trottoir / Le Baiser de l’Hotel de Ville‘ine gitti. onun resmini arar iken bir nefis resmini daha buldum – yalnız bu resmin adını ararken başka hiçbir yerde bulunmadığını fark ettim ve Doisneau olmayabileceğini de.. Belki bir tanıyan çıkar..

son kez.

neden diye sordu beriki.

diğeri ona baktı, ağlayacaktı, düşündü, durdu, kendini durdurdu. ağlamayacaktı. herkes o gün ölmüştü ama cesetleri dolaşıyordu ortada. şu giden bir cesetti, ama öldüğünü bilmiyordu işte. biri ona söylemeliydi. otobüstekiler, ayaktakiler, koşanlar, ölenler, hepsi, hepsi cesetti artık. geriye onlardan hiçbir şey kalmamıştı. kalktı giyindi. kendine bir kuş seçti bulutlardan, sonra kapıyı sertçe kapattı. gitti. yeni bir ölüme başlayacaktı ve bu onu tedirgin ediyordu. makyajını yolda yaptı, ilk gördüğü erkekle sevişti, erkek ona hiçbir şey söylemedi, boşalırken ağladı belli belirsiz. sonra oradan koşar adım uzaklaştı ayakkabısının bir tekini olay mahalinde bırakarak. yağmur başladı. yağmur iyiydi sonra. denize koştu, soyundu, kendini soğuk sulara bıraktı, girdaplar onu dibe çekti, boğuldu, öldü.

kuruladı kendini, havlusu kumlandı.. şarkı söylemek istedi ama aklına hiçbir şarkı gelmedi. hafızasını kaybetti. koşar adım evine döndü. asansörde çıkarken yanındaki kadının ölüsüne baktı dikkatlice, kadının topuklu ayakkabılarını rüküş bulduğunu söyledi. katına geldi asansör, çıktı, kapısını açtı, yatağının üzerinde bavulu vardı. içinden tabancasını çıkardı, aynaya bakarak intihar etti. öldü.

NEFES ALAMIYORUM! dedi içinden bir ses.

son kez..

11 Eylül 1996.

Rashit – Her şeyin bir bedeli var

Rashit’i 1999 model Telaşa Mahal Yok albümlerinden biliyordum, biraz Sex Pistols, biraz Buzzcocks, Clash riffleri, güzel bir albümdü, sözlerin siyasi ve Türkçe olması zaten değerlerini bir kat daha arttırıyordu. Gerçi bağlantıdan da ulaşabilirsiniz ama üşenenler için bir örnek alayım bu noktada:

Paran Yoksa Öl!

Selam versek almazlar, rüşvet değildir diye
Halimizi sormazlar, aptal olmadık diye
Ne varsa hep çaldılar, hırsızlık meslektir diye
Hesap sorsak vurdular
Hesap sormak hainliktir diye
Düşünceleri belli, ne eksik ne fazla
Paran yoksa yaşamak haram sana
Ya hain olursun, ölürsün sokakta
Ya kahraman olur, vurulursun dağlarda
Paran yoksa öl…
Yoksullar hep haindir
Çünkü aç olan isyan eder
Şehitler hep fakirdir
Çünkü zenginden olmaz asker
Gecekondu çocukları
Dağlarda nöbet bekler
Başkasının çocuğu yat üstünde karı öper

Böyle bir şeydi Rashit. Evelsi gün son albümleri Her şeyin bir bedeli var‘ı aldım. Keşke almasaymışım. Niye popülerlik kaygısı, niye Punk’tan uzaklaşma? Pöff.. Şu anda Kurban’ın Sert!‘le ulaştığı noktada bekliyorum, bu noktadan ilerisi için tavsiyelerinizi beklerim efenim. 2/5 BZ demeyiniz, gelsinler başımızın üzerinde yerleri var. Baba Zula değil ama Zen (hele de Bakırköy Akıl Hastanesi konseri!), Nekropsi ve Mustafa sayesinde tanıştığım Replikas’la (şimdilik Avaz) durumu kurtarmaya çalışıyorum. Yazık bana.. 8(