teknolojik ilerlemeye son lütfen.

[Yasal uyarı : Derlenmemiş, düzenlenmemiş, karman çorman bir bilinç akış salatasıdır, çiğdir, ileride “ben taa o zamanlardan demiştim” diyebilmek için gönderildiğinden şüphe edilmektedir]

Kendime ait bir müzik zevkim olabileceğini fark ettiğimde ilk okuldaydım. O zamanlardaki çift kaset çalarımı gerek arkadaşlarımdan aldığım kasetleri kopyalamak, gerek hoparlörleri LINE IN girişine bağlayıp akabinde televizyondaki müzik programına doğrultmak ve radyoda şarkı yakalamak (hak verirsiniz ki, o zamanlar (sene ’85-’86) televizyon, radyodan daha istikrarlıydı) için sıklıkla kullanıyor olsam da (o zamanlardaki çift kaset çalarımı), bu küçük kazanımlar yine de, her yapılan ödemeyi (dışarıda yemek, harçlık, okul taksitleri, kıyafet) kafamda kaset adedi ile kavramama engel olmuyordu. 1995 miydi, 96 mı, İdris’e mp3’ün ne demek olduğunu sormuştum. Patronun SCSI 2x cd yazıcısı vardı 1999 yılında, gecede 3/4 cd yazardım, Ankara’dan mp3 dolu bir sürü CD ile dönmüştüm, bahtiyardım.

Yine ben çocukken, Alfa yayınları vardı (Alfa’ydı, değil mi?), Örümcek Adam ve Conan basardı, ben onları okurdum, babam Karaca(?) yayınlarının bastığı Zagor, Mister No, Atlantis, Ken Parker (Alaska) maceralarını. Örümcek Adam’da özellikle, bir sürü orijinal sayıyı birleştirirler, devasa kitapçıklar halinde basarlardı. Siyah-beyaz olurdu, biri aydıngeri dayayıp çiniyle üstünden geçmiş gibiydi (yazıya başladığımdan beri ilgili şahsiyetin adını hatırlamaya çalışıyorum, beceremedim, Yüzbaşı Volkan anahtar kelimesiyle internet alemine dalacağım, görüşmek üzere .. döndüm ben, Ali Recan). Hem doyurucu olurlardı, hem de fiyatı makul olurdu (efordıbıl). ODTÜ’deki ilk kışım (2001), dışarısı bembeyaz, ben asistan asistan (vasistan?) lab 218’imde oturuyorum, çayımı Arçelik Tiryaki’de demlemişim, hiç kapanmayan p218b bilgisayarım DC++’dan .cbr, .cbz ne varsa indiriyor bünyeye, çizgi romanlar, okuyucular ve ben, mesudum. (İleride ağabeyim bana laptop alacak, o laptop’u kitap gibi dikine tutup, servis gidiş gelişlerimde Sandman, Watchmen, V for Vendatta, Preacher, Hellraiser ve Frank Miller’ın Batman’leri ile Sin City’leri özümseyeceğim.)

Ve filmler. ve filmler. Ulaş sayesinde Barış ve Levent’le gece mesaisi yapıp, bir gecede 150 filmi çektiğimizi bilirim (“film çekmek” dedim ya! 8)..

Kitaplar kolaydı, kütüphaneler hep vardı ne de olsa, ama kütüphanenin olmadığı, kütüphanede olmadığı vakitlerde de Nina’cığıma (Nokia 770’im) yüklediğim e-kitaplar (tercümesi OCRlenmiş, tercihen HTML kitap dökümleri) yetişti imdadıma.

Google “dilimin ucundaki şeyler”de, Wikipedia “acep ne ki ve nereden nereye nasıl?” soru(n)larımda beni kurtarıyor, bloglardan biliyorum ne yaptığınızı, ne ettiğinizi (yalan, bir tek ben blog yazıyorum sonuçta ki ne ki ne).

Öyle bir çağda yaşıyorum ki, daha fazlasını istemiyorum. Lütfen duralım, araştırmayalım daha fazla.

(vites değiştirildiği sezinletilir)

Şimdi, vaktiyle bir adam çıkıp demiş ki: “Şimdi siz böyle bütün sisteminizi tüketim çılgınlığına dayandırıyorsunuz ya, güzelim, bir gün gelecek herkesin her şeyi olacak, alacak bir şeyi kalmayacak, o zaman da sistem size dayanacak, benden söylemesi.” (Sonra bu adam gidiyor, hizmetçisini mi ne hamile bırakıyor, karısı da nemrut mu nemrut, cadı mı cadı, bizim sakallının ödü patlıyor ondan, bunun en yakın arkadaşı (fabrikatör) diyor ki, dur ben üstlenirim, zaten ne yapalım, adımız çıkmış 70’e inmez 60’a (o tabii bu deyişin doğrusunu söylüyor, ben şimdi tam hatırlayamadım)). Fizikte bir olay vardır, biri ne zaman çıkıp bir şeyin olmayacağını ispatlayan bir makale yayınlasa, ertesi sene onun yapıldığı haberi gelir. Şimdi örnek isteyeceksiniz, ben de veremeyeceğim ama onun yerine blockout maceramızı anlatayım: Sene 1995, deli gibi BlockOut oynuyoruz, skorlarımız 50000 – 60000 arası gidip geliyor. Sonra bir gün Taksim’deki evde bir bakıyoruz skor tablosuna, Emir 100000 küsür yapmış (skor kısmına da bir soru yazmış). İki gün sonra bu soruyu rekoru kıran Bera cevaplıyor, ardından zaten en son 1750000 miydi, o civarda bir hayvani skora kadar ulaşılıyor ilerleyen yıllarda. Sonrasında öğreniyoruz ki, Emir o ilk seferde skor dosyasını hex editörle açmış, atmış, tutmuş, bunun gibi bir şey. Aslında bunun tam aksi yönünde bir şeydi örnek vermek istediğim, neyse, fazladan bir anekdotumuzu okumuş oldunuz, yine bekleriz (perde aceleyle iner). Ne diyorduk, işte bu sakallı bu kehanette bulunduktan sonra oturup beklemeye koyuluyor ama bir türlü o gün gelmiyor. Neden? Because. (¿Por que? Por que.) İnsanlar bir eşya aldıktan sonra o eşyanın daha ileri modeli çıkınca, onu da alıyorlar, sonra onun da ileri modeli çıkıyor (Apple kafalar iyi bilirler bu olayı).

Ben de tam bu noktada çıkıp diyorum ki, sakallıya dönelim, teknolojik gelişme son bulsun, elimizdeki bize yeter, daha nemize gerek. İnsan aynı insan, mutluluk aynı mutluluk. Hep denir ya (deniyordur herhalde) kelime-işlem programları çıktı da daktiloyla 1 günde yapılan işleri 10 dakikada yapmak mümkün oldu, yok veri tabanları sayesinde eskiden saatler süren bilgiye ulaşma aşaması şimdi 2 saniyede tamamlanıyor. Oldu canım. Zira sekreterler artık günde sadece 10 dakika çalışıp kalan 7 saat 50 dakikada internette gazete okuyorlar (hımmmzzzzz), kayıtların önemli bir ağırlığı olduğu resmi daireler de günde yarım saat iş yapıp, kalanında boş oturup çay içiyorlar, sen de öyle kuyruklarda bekliyorsun boş yere (layn?).

Bakın, bu dünyadaki gelmiş geçmiş en mutlu insan olan (misal) Goethe hiç telefon kullanmadı, kıtalar arası seyahat yapmadı (yapmamıştır herhalde), fosur fosur elektrik kullanmadı, kayıttan müzik dinlemedi. Yaşama sevinciyle dolup taşan Yunanlı bilgin Theognis elektrik ne, onu bile bilmedi, (bildiğimiz anlamda) kitap kolleksiyonu olmadı, kışın bizden daha çok üşüyüp, yazın bizden daha fazla terledi, patatesin cipsini bırakın, kendisini bile yemedi, tütün kullanmadı. Bütün bunları geçtim, ne Fatih Sultan Mehmet, ne III. Richard, VIII. Henry ne de I. Elizabeth canları istedikleri anda sıcak suyla yıkanabildiler ya da yaşadıkları mekanın bir ucundan diğerine kışın tir tir titremeden geçebildiler. Seyrettikleri film sayısı 0 olup, karanlıkta mum ışığı ile aydınlandılar. Huysuz ihtiyar Schopenhauer’dan alıntılayacak olursak:

Eski zamanlarda bir kimsenin zar zor güç yetirebildiği şeyler şimdi düşük bir fiyata ve bol miktarda elde edilebilmektedir ve hatta en mütevazı sınıfların hayatı bile rahatlık ve konfor açısından şimdi çok daha iyidir. Orta çağda bir İngiliz kralı bir zamanlar, Fransız elçisini kabulü sırasında giymek üzere aristokrasinin bir üyesinden bir çift ipek çorap ödünç almıştı. Hatta 1560’da Kraliçe Elizabeth Yeni Yıl hediyesi olarak bir çift ipek çorap almaktan çok hoşnut olmuş ve şaşırmıştı (Disraeli, i.332); bugün her tezgahtar böyle şeylere sahiptir. Elli yıl önce hanımefendilerin giydiği pamuklu dokumaları bugün hizmetçiler giymektedir.

A. Schopenhauer, “Parerga und Paralipomena” (1851) ‘dan çev: Ahmet Aydoğan, “Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine” Sel Yayınları, 1. Baskı 2009, s.97-98.

Fizikte (aslında matematikte ama fizikçiler daha çok kullanıyorlar) komütasyon denilen bir hadise var: iki operasyonun önce biri sonra diğerinin uygulanmasıyla, önce diğerinin sonra birinin (8P) uygulanması arasındaki farkı verir. Diyelim ki 5’i önce 4’le çarpıp, ardından 2’ye bölünce de, önce 2’ye bölüp ardından 4’le çarpınca da 10 bulursunuz, çünkü çarpma ile bölme işlemleri birbirleriyle yer değiştirebilme özelliğine sahiptirler (yani Çince söyleyecek olursak komüt ederler) ama 5’e 4 ekleyip 2 ile çarpmakla, önce 2 ile çarpıp ardından 4 eklemek aynı şey olmaz. Kuantum fiziğindeki o belirsizlik ilkesi buradan çıkıyor, pozisyon ile momentum operatörleri birbirleriyle komüt (commute) etmediklerinden, önce biriyle bakınca, diğeri alıyor başını gidiyor (komüt etmeyen operatörlere karşılık gelen gözlemlerde sıraya bağlı olarak gözlemlenen değer de değişir). Ama bu örnekleri ben veriyor olsaydım (ki ben veriyorum), “öpücük”/”ayrılmak istediğini söylemek” operatör ikilisini örnek gösterirdim (ki gösteriyorum). Öptükten sonra ayrılmak istediğini söylemek mümkün olsa da (hayvansınız, orası ayrı), ayrılmak istediğinizi söyledikten sonra öpücük beklemek safdil ve filmler/diziler dışında (ki House 7’nin 1’i ne berbattı yahu) pek olası değildir. Buradan biraz daha yukarı çıkıp, eşek kaybettiriliş/bulduruluş operatörlerini de hatırlatmak istiyorum. Mutluluk da kanımca böylesi bir kavram. Bir şeyin varlığından haberdar olmayıp ona sahip olmama mutluluktan bağımsız olsa da, bir şeyin varlığından haberdar olup ona sahip olmama mutluluk için zararlı bir faktör (maddiyat açısından iki durum aynı olsa da). Özetlemek gerekirse: “Bizden 2500 yıl önce yaşamış adamdan çok mu daha mutluyuz allasen, şu halimize bak bi..'”
Teknoloji (teknolojik gelişme) ne işe yarar? Dünyayı birkaç bin kez yok edecek silah gücüne sahip olduğumuz gibi, herkesi doyuracak gıda üretimi sağlayacak araçlara ve tekniklere de sahibiz. Şimdi teknolojik gelişmeyi durdursak, dünya daha mı iyi bir yer olma yolunda ilerler (Al Gore) yoksa daha mı fena (rekabet ve it dalaşı). Evet, sonuç malum, ben haklıyım tabii ki, al işte ispatladım (Schopenhauer yapıyor böyle muhabbeti “ödüllü denememde de ispatladığım gibi…” tamam, amcaya saygımız sonsuz ama bir noktadan sonra ödüllü denemesinden bıktırtıyor).

Gelelim benim teklifime, hayalime, dualarıma: Bana kalırsa, yarından tezi yok, katı halmiş, sibernetikmiş, uzaymış, tıpmış, … bunları bırakıp, tek bir hedefe kilitlenelim haydi(n) gelin – beyne giriş/çıkış (I/O) bağlantılarının matrix misali çözümlenmesi işine. Yani ondan sonra herkes kendi dünyasında yaşasın, istediği şeyleri yapsın, imagine her yer cennet. Böylelikle herkesin her istediği olur, sonsuza kadar.

Bu aralar, bu konulu hikayeler yazıyorum: sanal dünyanın algı açısından “gerçek” diye bildiğimiz dünyadan farkının algılanamadığı bir düzenekte (setting) geçen hikayeler… Bonus olarak zaman hızlanmasını katıyorum, yani sanal dünyadaki 100 yıl diyelim, gerçek dünyada 1 saniyeye karşılık gelmekte. Cennette ne olmasını istiyorsanız oluyor, istediklerinizi de cehenneme yollayın, hiç fark etmez, siz hep haklısınız. Enerji korunumuna da kafayı takmanıza gerek yok, ben yaptım oldu, yoktan var da edebilirsiniz, zamanda ileri geri de gidebilirsiniz, istediğiniz bir noktada kaydedip, bütün olasılıkları da deneyebilirsiniz tekrar tekrar. Diyeceksiniz ki, bu yaşam oyununu böyle “God mode on” oynamak sıkmayacak mı? Beni sıkmaz. Sims’de mesela, Rosebud yapıyordum, sonsuz para ile evimi dayayıp döşüyordum, daha da oynuyordum, hem de daha zevk alıyordum. Sorun/Çözüm de burada zaten (derman arardım derdime, derdim bana derman imiş) — God mode’un oynama zevkini öldürdüğü oyunların hepsi de bir hedefi olan oyunlar — halbuki alın işte mis gibi Sims’i, yaşayıp gidiyorsunuz. İstediğiniz eşyadan/kişiden istediğiniz kadar kopyalar yapın, fizik kurallarına, eşyanın tabiatına takmayın kafayı. Soğuk geldiyse bir güneş daha ekleyin, insanlardan sıkıldıysanız, akıllı uzaylıları çağırın. Daha ne istiyorsanız, açın yazılmış kitapları, çekilmiş filmleri, yaşanmış hayatları okuyun, izleyin, yaşayın. Samimi söylüyorum, budur benim cennetten bütün beklentim (cennetin bireysel olması). Ve bu umudun en iyi yanı da artık düşünülebilir olması. Ben belki göremeyeceğim ama torunum çok çok büyük ihtimalle görecek. Şimdi diyebilirsiniz ki “e ama o sahte bir şey olacak, sanal bir şey olacak” ben de diyeceğim ki “güzel kardeşim, Sims oyununda bilgisayarında Sims benzeri bir oyun oynayan bir karakteri düşün, bu dünyanın senin tasavvurun olmadığının bir kanıtı var mıdır? Derseniz ki “e ama bunda her istediğim olmuyor?” ben de derim ki, “e bunlar da senin başta koymuş olduğun kurallar/kısıtlamalar olsa gerek. İlle de anarşik, spontane bir oyuna başlamak zorunda değilsin ki, tut ki, kendini zorlamak istedin, koşulları iyice kısıtlayıcı hale getirdin, üstüne de bir timeout (zamanaşımı) koyup, bizim 1 ömür dediğimiz şey biçtin bunu da. Ölünce/yanınca, ana menü ekranına döneceksin nasıl olsa, gelecek sefer de curcuna bir şeye başlarsın, sıkma canını.”

Bunu (nesnel bir şeyin olmadığını, bildiğimiz her şeyin algılarımızın beyne ilettiği bizim tasavvurlarımız olduğunu, nesnel bir şeyin bilinemeyeceğini) Kant söylemiş, Locke söylemiş, Berkeley söylemiş, Schopenhauer söylemiş (Locke ile Berkeley aksi yönde söylediyseler de, kurtuluş önerdiyseler de), bir de ben söyleyeyim dedim. Öteden beri (Sartre adisinden beri diyelim) şüpheleniyordum zaten bu dünyanın ben-dünya olduğundan/olduğumdan
(Herkes biliyor ki ölünce bitecek, yok
olacak bütün dünyam, ben uçarken siz
ölmüş, yok olmuş olacaksınız, yalan mı?
siyah-beyaz film seyredenlere acırım
belki, beni beğenmeyen şair müsveddelerine
de bir ihtimal. orhan veliyi çıkarırım belki
düştüğü, hayatını incittiği o çukurdan,
belki bir onu yaşatırım, belki bir de ağaçları.
her şey ama hepsi mümkün, ben uçabildikten
sonra:
ilkin pencere ölecek, akabinde ben,
koydum adını ölüm,
uçmaksan eğer!

14.15 ocak ’96
B.En.
— Eda’bi Mektuplar #3 ) artık inanıyorum da iyiden iyiye, inanmasam da cennetim böyle bir şey işte, bekliyorum bir ihtimal görürüm o mutlu günleri diye.

Daha yazmama gerek yok, temcit pilavından öteye gitmeyecek ama, Groundhog Day var ya mesela, işte onun, nerede, ne zaman, ne kadar istenirse versiyonu.

Eğer bu dünya -yine de- gerçekse, o zaman teknoloji gelişsin gelişsin, şu ayırt edilemez sanal dünyalar çağı başlasın, herkes kendi cennetine çekilsin. O vakit en revaçta olacak meslek/zanaatkarlık ne olacak dersiniz, tahmin edebilir misiniz? Evet, bir tanesi yazılım olacak (donanım değil çünkü işlemci olarak beyin kullanılıyor olacak ideal durumda), diğeri tıp olacak (bakım(maintenance) lazım millet sanal dünyalarında yaşarken burasını şey götürmesin diye, ayrıca üremek de lazımdır belki), ama üçüncüsü yazarlık, hem de bilim kurgu yazarlığı olacak. Hayal gücü kısıtlı insanlar, bütün fantezilerini tükettikten sonra, yenilerini denemek isteyecekler, işte o zaman böyle tanrı meclisi gibi bir şey olacak, insanlar “bu gerçek dünyada” birbirleriyle iletişim kurarak yeni olasılıkları paylaşacaklar. Hem belki sonra birbirlerinin cennetlerinden birbirlerine boyut kapıları da açarlar, sonra kim bilir, belki hepsi sıkılıp, gelip ortak bir sanal dünyada, sıradan insanlar gibi yaşamaya başlarlar, öyle çok yaşarlar ki, sonra işin böyle olduğunu unutup, o sanal dünyayı gerçek dünya bile sanmaya başlarlar, her şey olabilir, her şey mümkün.

EST, 21-30 Eylül 2010

“teknolojik ilerlemeye son lütfen.” için 7 yorum

  1. Al bu da yarım yamalak cevap. — Cep telefonundan internete bağlıyım, kafam ise dünyayla bağlarını iyice laçkaya aldı, biraz birşeyler yazayım, uyduğu kadarını üstüne alın, gerisini sallama.

    İlk önce al bir oku
    http://en.wikipedia.org/wiki/Ted_Kaczynski

    o teknoloji püsür dediğin şeyler insan standartı konforu için falan demişsin ama, işte ben ona inanmıyorum. Olay tamamen insan -sayısında-. Senin dediğin o devirlerde dünyada kaç insan vardı? Niye savaşıyorlardı? Peki şu anda kaç insan var ? (Antik anadolu nüfusunun 5.5 katı sadece Ankara’daymış şimdilerde son aldığım duyumlara göre)

    Bir soru da nasıl Roma vaktinde bunların canına okudu?

    Dünyaya baktığında, insanlık olarak, bizim yaptığımız nedir tam olarak? Bosch metoduyla azot sağolsun hem insandan bol bişi yok ortalıkta. Dünyanın altını üstüne getiriyoruz da niye yahu? Bence uzun süredir bir yarımız çukur açarken öteki yarımız bu çukurları doldurmakla meşgul, maksat herkesin yapacak bir işi olsun da fazla düşünmesin kaşınmasın vb., arada da birşeylerin optimizasyonu oluyor (42?). Tek umut bilimde bile kirlilik had seviyede bence, bilim şirketleri, “niye yapıyoruz ki bunu? nasıl para kazanılır ki bundan” soruları falan, signal to noise beybi, para gürültüde, join the dark side and we have free cookies!

    Hakikaten de modern toplumlar uzuuuuun kapsamlıııı ağlar gerektiriyor, daha çok insanlı ağlar, daha çok insan, insan başına daha az kaynak ve insan başına daha az özgürlük demek (ne kadar çoksan tanen o kadar ucuza geliyor, sürümden kazanalım).

    Bu teknoloji olayının sonu monu yok Emre bey, bunca insan nasıl organize olacak? Yok öyle lay lay lom anti-teknolojik veya bireysel varoluşcu, hatta bir de herkes vegan olsun üstüne, ütopyalarımız olsun, biz orada yaşayalım; o da tutmaz, köylülük evresi, şehir evresi sosyal evrim teorisi: O ütopyaların kıyılarında elinde ucu delik demir sopalarıyla kraliçe adını verdikleri şeflerine sürekli hediye ve insan köle isteyen kırmızılar giymiş adamlar bitiverir sonra (Ah, excession, tadı damağımda).

    Atalarımız nasıl tüysüz ve pençesiz varolmayı öğrendiyse kendi yarattığımız cehennemimiz teknolojide de varolmayı öğrenmek lazım bence, varolmak derken o kadar gürültünün içinde kendine ait düşünce üretebilmekten bahsediyorum, firmware’i programlatmamak yane.

    Ah bu arada madem Iain M. Banks gidiyorum, tam olsun, simulasyon sorunsalın tek ve yegane yanıtı bence hala The Algebraist’te: eeee? (uygun tonlamayla)

  2. Birde bide — zap, aklıma birşey geldi, hizmetçiler ve ipek çoraplarıyla ilgili

    http://www.roman-empire.net/society/society.html

    Bence modern batı toplumunun yaşam tarzının antik Roma’dan pek bir farkı yok (tamam, İtalya’dan geliyorum, ne var? Ama Newyork ta öyle ki bence). Lüks tüketim malzemesinin insanları çalışır halde tutmak için nasıl kullanıldığına bakınız, tabi tee o zamanlarda bile çoğu lüks ürünün bir yarı ömrü var (ayak takımına kadar düşüyor sonra). Şimdi yarı ömürler azaldı, bu yıl alacağın bir ford araba, 3-5 yıl öncesinin mercedesinden daha lüks.

    kölelerin yaşamını dikkatli okuyunuz,

    işim bitti, ışınla beni zikoti, zup

  3. Bence de. — Emreciğim, merhaba.

    Bence Marx’a biraz haksızlık etmişsin, olayı o kadar basite indirgemekte yanlışlık yapıyorsun. Kapital’i dikkatlice okursan, bunun böyle olmadığını görürsün (kaldı ki, Marx’ın kendisi teknolojinin tarihini incelemiştir).

    Sonuçta, teknoloji evrilmek ve gelişimini devam ettirmekle yükümlüdür. Öyle “haydi stop!” demekle olmuyor bu işler. Yorumlardan birinde de önerildiği gibi Kazinski’ye kalmadı böyle, hiçbir kitap yazmaz.

    (Sana Kazinski’nin manifestosunun bağlantısını gönderecektim ki, http://tak.com.tr/yazi.asp?id=44395 adresinde yazıyla beraber senin adını görünce, tam tesadüf oldu, biliyorsun yani İ:Ş) )

    İyisi mi, al şapkanı önüne, bir kez daha düşün, biz ne yaparsak yapalım, teknoloji gelişecek, gelişecek. Kapitalizmden farklı olarak, bunu pompalaya pompalaya devrim koşullarını gerçekleyemiyoruz malesef, uzun vadede biz de onunla evrilmeye mecburuz. Durmuyor yani teknolojik ilerleme, kibarca lütfen desen de sen.

    Gözlerinden öperim, eşine, kızına da selamlar,
    Bilgehan Demir

  4. Merhaba! — Merhaba Bilgehan Ağabey!

    Yıllardan sonra bu ne güzel bir sürpriz! İyi ki yazmışım bu mesajı da, sizden habere vesile olmuş. 8)

    Ağabey, ben sakallıya biraz haksızlık etmiş olabilirim, tabii ki, o işin şakasıydı, yoksa bilmem etmem “o tarafları” ama siz de bana biraz haksızlık etmemiş misiniz? Sanki başlıkla birkaç cümleyi okuyup, hemen yoruma girişmişsiniz gibi, halbuki benim asıl söylediğim şeyden, bambaşka bir noktaya ilişkindi (o baştaki kısmı sadece çıkış olarak almış idim).

    Unobomber hakikaten de tesadüf olmuş… Sıcağı sıcağına bilgisayara geçirmiştim manifestoyu, hatta sonradan epigraf’a da apartmış idim bir kısmını. Asıl istediğim Robert Michels’i çevirmek var (yıllaaaaardır! 8P ) ama yok zaman, yok efor malesef… Barış’a da bu vesileyle teşekkür etmek lazım, tekrardan hatırlattığı için.. (hatta edeyim: sağol Barış! 8)

    Çok çok selamlar, sevgiler, inşallah bir gün şöyle bir nargile zirvesi’nde tekrar bir araya gelebiliriz.. (ahh ah! nargile, elma çayları ve sandviçler!)

  5. Hakikaten de… — Tekrar merhaba Emre,

    Hakikaten de başlığa bakıp, şöyle birkaç paragraf okuyup gaza gelmiştim, fena yakaladın beni. U&) Uyarın üzerine yazının devamını da okuyunca, utandım çok bu özensizliğimden, kusura bakma.

    Senin bu “sanal ortamlar vasıtası ile yeryüzünde cennet” fikri aklıma iki alıntı getirdi:

    “Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
    ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
    bu cehennem, bu cennet bizim.

    Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
    yok edin insanın insana kulluğunu,
    bu dâvet bizim…

    Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi kardeşçesine,
    bu hasret bizim…”
    Nazım Hikmet Ran – “Kuvayi Milliye Destanı”

    ile

    “Imagine
    Imagine there’s no heaven
    It’s easy if you try
    No hell below us
    Above us only sky
    Imagine all the people
    Living for today…”
    John Lennon – Imagine

  6. Başlıksız — Sondan 5. paragrafa Hayyam’dan gönderme yapıyorum: “Cennet de cehennem de senin içinde”

    Diğer yandan, serbest bilinç akışının yazıyı uçurduğunu belirtmeliyim…

    Ben nerdeyim bu yazıyı okuduktan sonra?

  7. cvp (svp) — evet, hayyam gercekten de cok yakismis. gerci cennet/cehennem konumu soz konusu oldugunda, cennet’i pek bilemeyecegim ama (losttaki ada misali) pis kiklopsun “cehennem diger insanlardir” lafi benim kendim ve kendim-arkadaslarimla yaptigim muhabbetlerde son nokta olmakta.

    bir de yari-zamanli imrenme durumlarim var bu eski amcalari okurken. ya, bir insan nasil ama nasil (ama nasil, hakikaten, nasil?) soylediginin dogrulugundan bu kadddar emin olabilir, bu nasil bir kendine guvendir – bunlari yazan adamlar dinci fanatikler olsalar, yine bir nebze anlayacagim, fanatik olmasalar dahi anlayacagim ama adam (isim vermek istemiyorum ama Schopenhauer en basta gideni) butun dunyaya savas acmis, mutsuz oldugunu da biliyor kendisinin ustelik. bu nedenle, hemencecik burada bir “disclaimer” daha ativereyim: hemen hicbir zaman kesinligine mutlak inandigim bir fikrim olmamistir, hemen her zaman sallantidayimdir, eger olur da aksi yonde bir sinyal alirsaniz, inanmayin, sinyal verip sollayin, yol hakki sizin.

    ve sizin lokasyonunuz mevzuuna gelince, thoreau’nun emerson’a vaktiyle soyledigi uzere lom

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir