başıma gelenler hep senin yüzünden/ne istedin benimsevgimden

(sonunda twist var)

Burası (i.e., TR) ile ilgili en canımı sıkan şeylerin başında görecelik geliyor (bir görecelik, bir de keyfiyet/insiyatiflik): en profesyonel ortamda/ilişkinizde bile insanlar size onlardaki etkinize (statü, sevecenlik, güç) bağlı olarak farklı muamelede bulunuyorlar. Ne kadar da şahsi gibi gelen bu cümlelerin aslında ne kadar da resmi olduğunu açıklamak için birkaç örnek vermek istiyorum, ve akabinde veriyorum:

  • Bankaların yıllık kredi kartı masrafını tahsil edip etmemesinin sizin pazarlık gücünüzle orantılı olması,
  • Ciddi bir sorun yaşayıp diyelim ki polise başvurduğunuzda, polisin bunu rapor edip işleme koyması yerine kendince çözümlemeye çalışması (en acı örneği aile içi şiddet vakalarında polisin "arabulucu" olup, "barıştırıp" geri göndermesinde vuku buluyor),
  • Yazılı kuralların -ki tanım itibarı ile bunların anayasada geçenleri kanun olmaktalar- (örn: "burada sigara içilmez", "sokakta gereksiz korna çalınmaz", "kopya çekilmez") ihlalinde "bir daha yapma, bak yoksa fena olur, bu seferlik göz yumuyoruz" hiçbir yaptırım uygulanmaması.

Hollanda’da gri bölge diye bir şey yoktu: muhatabınızın kanlısı bile olsanız, kanun karşısında tamamıyla eşit muamele görürdünüz. İspanya’da ise pozitif ayrımcılık vardı "iyi halden ceza indirimi" misali, muhatabınız sizi sempatik bulmuşsa / o gün iyi tarafından kalktıysa, lehinize kanaat kullanabilirdi ama bu da tabii sıfırdan bire bir yuvarlama olmazdı. Burada her şey tepetaklak. Kimsenin (düzeltme: benim gibi kekleri tenzih ederim) kanunu ciddiye aldığı yok. Kanundan kastım da öyle hırsızlık, soygun, cinayet, ihale gibi büyük ölçekli ihlallere gelmeden derede boğan cinsten: arabanızla kırmızı ışıkta geçmezseniz (diyelim ki yol boş!), yayaysanız size yeşil yandığında geçerseniz, bu haklı olduğunuz anlamına gelmez. Bir hizmet için yazılı bir anlaşma yaptıysanız bu karşı tarafın o anlaşmadaki hükümlere uyacağının garantisi değildir. Mahkeme sanıyorum çok ciddi işler için kullanılan bir yer ve sonucu da galiba önceden bilinebiliyor (pek tecrübem yok bu konularda). Bu gibi durumlarda enter insiyatif.

Bu sabah yukarıda dırdırlandığım durumların çok hafif bir varyasyonundan dolayı canım sıkıldı ("sabah sabah"). Karşınızdaki insanla tartışırken (yine buralarda tartışma her zaman bir ucundan kavgayla temas eden, olmadı sesin yükseltilmesi ve en yüksek sesin tartışmanın galibini belirlediği bir olgu / eğer çok yenik hissediyorsanız, çekilirken (mesela otobüsten iniyormuşsunuz, da tam kapılar kapanacakken, az evvelki muhatabınıza kaba sözler sarf edip deşarj olabilirsiniz, böyle de bir yöntem var(mış)). Tartışmada yöntem bu, bir de içeriğin imkansızlığı var: size ters gelen şeyin muhatabınızdaki yansısı "neden oksijenle yaşıyoruz?" ya da "güneş niye sarı?" gibi alakasız bir soru önergesi olabiliyor, bu noktadan başlayınca da pek bir yol kat edilmiyor ("ortada buluşalım" deseniz, şimdi yola çıksanız nereden baksanız bir 300 yıl sürer).

Neyse, yaşadığım hafif tatsızlıktan -1. dünya problemi diyelim- kendimi ayırıp, yürümeye başladım. Öyle sinirden zangır zangır titremiyorum, biraz kızgınlık, bol miktarda da pişmanlık ("Neden geldim İstanbul’a?.."). İnsana kendisini Bizimkiler dizisinin "zabıt tutturacağım" deyip duran yönetici Sabri Bey’i ya da "Timur, niiii! niiii!" diyen Kaynanalar dizisinin Tijen Hanım’ı gibi hisettirmekte üstümüze yok, tebrik ediyorum. Çoğu zaman kendimi aralarında İngilizce, hizmetçileriyle kendi anadilleri de olan Hint diyaleğinde konuşan Hintliler gibi, ya da ellerinde kabilelerinin arasında tahtalardan uydurdukları "çatal-bıçakla" yemek yemeye çalışıp da diğer kabile üyelerini aşağı gören uzak akrabalarımız gibi hissediyorum (hiçbiri olmadı, çatalla saçını tarayıp, bir de üstüne trip atan hipster Ariel gibi). Yürümeyi seviyorum ben, beni çok rahatlatan bir etkinlik (hele de müzik çalarım yanımdaysa, şarjı varsa). Bugün uzun yürüyüşlerimden birini yaptım (10.4 km, 10940 adım, 1 saat 40 dakika), rahatladım. Yürürken, sonlara doğru, Kurt Vonnegut’un (Jr.) bir yazısı geldi aklıma: nasıl da hala Hammurabi’nin 4000 yıllık kanununa ("göze göz, dişe diş") uymakta olduğumuza, bütün filmlerimizin hayatımızın bu intikam duygusuyla, "yapılan yanlışın ödetilmesi" ilkesince şekillendiğine değiniyor ve ahkamını kesiyordu "let it go! let it goooo!" (Frozen). Ama olmaz, illaki haklı olduğumuzu kanıtlayacağız:

standart anahtar kelimelerimizi girelim tabii ki: Devlet, Leviathan (cümle içindeki kullanımı: "nerede bu devlet, nerede bu leviathan?") Hukukun öç almaması, kin tutmaması, bir tebessüm, bir kahkaha. Herkesin her şeyin en iyisini bildiği bu yerde (öyleyse) neden herkes bu kadar mutsuz (ve) yine de herkesi kurtarmaya böyle canı gönülden çalışıyor?

Neyse, yürüyüşümü tamamladığımda gene huzuru bulmuştum (wash. rinse. repeat). (Darısı başınıza). Saçma.

“başıma gelenler hep senin yüzünden/ne istedin benimsevgimden” için bir yorum

  1. Idealism Opportunism Absurdism! — Belçika’da Türkiye’nin tripartite motto’su olsa ne olurdu diye düşünürken aklımıza gelmişti. Türkiye’de neredeyse herkes bir şekilde idealist (idealism), aynı derecede de 10 akdenizli gücünde opportunist (opportunism). Bu nedenle değişik idealara durum gerektirdikçe atlamaktan, hatta ve hatta ideaları çeşitli oranlarda karıştırıp çorba yapmak normal karşılanıyor. E haliyle ilgili çorbanın sonucu da (absurdizm).

    Ben orjinal birşey buldum diye sevinirken meğer konu uzun süredir biliniyormuş, hatta ders kitaplarında okutuluyormuş. (örn. Richard D. Lewis, when cultures collide. Kendisi diagramatik anlatımı kullandığı için benim ilgimi çekti)

    Konuyu şu video ile bitirmek istiyorum
    https://www.youtube.com/watch?v=2rY6WYcdSvM

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir