yabancı kelimeler öğrenelim: part deux.

Cuma günü eski ofisime yerleştikten sonra sunucu odasına gidip, buradayken kullandığım, her türlü sanal kahrımı çekmiş canım (cânım) bilgisayarım ‘hüsniya’yı taşıdım. Bilgisayalarıma isim verirken uzun uzun düşünürüm – sanırım bu akademik ortamlarda sıkça rastlanan bir durum:

Bilbao Kristallografik Sunucusu (http://www.cryst.ehu.es), birbirinin aynısı iki sunucuda çalışıyor: Cowboy & Bebop; ofisteki bilgisayarlarım Mois & Manu; yedek sunucumuz Mecano (80’lerin İspanyol grubu, deneyin seversiniz: Mecano – Una Rosa Es Una Rosa); laptop’ım Barselonalı Delafe y Las Flores Azules (Delafe y Las Flores Azules – Espiritu Santo) grubundan "Delafe" – BCS’e aldığımız son makineye Hobbes ismini vermek üzereyken, sevgili Hans‘ın anısına, onun adını koyduk. Sunucu odasına gittiğimde hüsniya beni bekliyordu – "hüsniya", ya da doğru yazılışı ile "Hüsniye" cânım anneannemin ismiydi ama vaktiyle bir komşusu ona hep "Hüsniya!" diye seslendiğinden, ben de öyle derdim. Gemma klavyenin, mouse’un, ekranın üzerini etiketlemiş "teclado de husniya", "mouse de husniya", "pantalla de husniya", niye bilmem, duygulandım işte.

Hüsniya’yı ofise taşıyıp sistemi açtıktan sonra geçen seneden beri çalıştırılmamış mail ve feed reader programım, birikmiş binlerce mesajı indirmeye başladılar. Ubuntu’da bir türlü istediğim gibi bir feed reader bulamadığımdan (ah Windows’un Sharp Reader’ı ah!..), google reader kullanıyordum, sonra o kapanınca, feedly’ye geçmiştim ama işte hüsniya’da Liferea kalmış. Şöyle bir bakarken bir ara takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blog’unun girişlerini gördüm, özellikle de "Farklı Kültürlerden Tercüme Edilemeyen Sözcükler" başlıklı girişler dikkatimi çekti.

Kelimeler, kelime haznemiz, sonuçta düşüncemizin derinliğiyle doğrudan bağlantılı. Benim için fazla muhafazakar olsa da, hakikaten takdir ettiğim Neil Postman, "Amusing Ourselves to Death" kitabında ortamın mesajı ne kadar kısıtladığını anlatırken (merak etmeyin, McLuchan’ın hakkını da veriyor), nasıl kızılderililerin duman mesajını kullanarak felsefe tartışamayacağımızı söyleyip, benzer bir şekilde de televizyonun entellektüel bir tartışma/gelişme/evrilme için uygun olmadığını yüzümüze vurur. Neyse, ne diyordum, hah, kelimeler. Meşhur geyiktir (doğrudur da büyük bir ihtimalle ama kullanıla kullanıla klişeden bile düşüp geyik oldu), işte Eskimo dilinde (çok ayıp, Inuit diyoruz Emre Bey) buzun hallerine dair 28 farklı kelime olduğundan dem vurulur. Schopi sağolsun, benim en sevdiğim (takdir ettiğim diyelim) iki kelime Almanca’dan, vaktiyle buraya da yazmıştım: Weltschmerz ve Sehnsucht. İşte böyle tek kelimeyle güzelce ifade edilip de, başka dilde dank-karşılığının (yani birebir karşılayan tek kelimelik karşılık) olmadığı kelimeler var, takdir edersiniz ki. Kediler ve Kitaplar derin derin, üç girişte incelemiş, resimli, cicili bicili: bir iki üç; İspanyolca’ya özel bir giriş daha buldum çok da aramadan babbel diye bir yerde. Sonra ben de düşündüm (aaaa!). Aldığım notlara geçip, bu girişi de bitirelim, Bilbao’dan selamlar sevgiler!

  • Weltschmerz: Dünyanın durumundan, halinden gelen acı (Schopi iyi bilir bunu)
  • Sehnsucht: Belirsiz (adı konulmamış) bir şeye duyulan özlem, arzu
  • Schadenfreude: Başkasının acısından zevk almak (sandığınız kadar gaddar bir şey değil, her slapstick komedi filminde karşımıza çıkar – Çıplak Silah’taki OJ sahnesini ele alın mesela, ya da Şarlo / Mr. Bean filmlerini)
  • Fremdscähmen: Başkasının başına gelen utanç verici bir olayı izlerken sizin de utanmanız (İngilizler ve İspanyollar buna "ikinci el utanç" & "başkasının utancı" karşılıklarını bulmuşlar ("second-hand embarrassment" & vergüenza ajena") – böyle çok dizi izlemişliğimiz vardı ama şimdi hiçbirini hatırlayamadım, onun yerine şuradakilere bakabilirsiniz (NSFW), hatırladım bir tanesini bu arada: Web Therapy tabii ki! Bir noktada artık daha fazla seyretmeye dayanamayıp bırakmıştık çok süper bir dizi olmasına karşın…

(Kediler ve Kipatları açtım şimdi önüme, orada da vardı birkaç tane beğendiğim)

  • Culaccino (İtalyanca’dan – üsttekilerin hepsi Almanca’dandı bu arada): Soğuk bir bardağın masaya konduğunda bıraktığı ıslak iz
  • Jayus (Endonezyaca imiş): Çok kötü anlatılmış ve çok kötü olan bir fıkranın tam da bu sebepten dolayı güldürmesi
  • Komorebi (Japonca): Yaprakların arasından süzülen güneş ışığı
  • Fernweh (Almanca): Hiç gitmemiş olduğunuz bir yeri özlemek (bunu çok sevdim)
  • Ohrwurm (bu da Almanca’dan): İnsanın kafasına bir şarkının takılması
  • Ghiqq (Farsça imiş): Su kaynadığında çaydanlıktan çıkan ses
  • Iktsuarpok (Eskimo dili): Birisini beklerken duyulan tedirginlik hissi
  • Mamihlapinatapei (Yaghan dili – artık neresiyse! Ama buna da bayıldım): İki tarafın da bir şeyleri başlatmaya hazır olup da konuşamayıp, birbirlerine attığı bakış
  • Tsundoku (Japonca): Bir kitabı alıp, okumayıp, diğer okunmamış kitaplarla aynı kaderi paylaştırmak
  • Duende (İspanyolca): Bir sanat eserinin derinden etkilemesi
  • Gufra (Arapça’dan): Bir avuca sığabilecek su miktarı
  • Age-Otori (Japonca): Saç kesiminden sonra, daha kötü görünme ("edimi" 8P)
  • Palegg (Norveççe): Bir dilim ekmeğin üzerine konabilecek/sürülebilecek şeyler (süper! Haydi Norveç’e taşınalım!)

Bunlar da benim aklıma gelen, "Nurullah Ataç yaşasaydı da, rica etseydim tilcik kondursaydı" dediğim şeyler:

  • Bir kere daha deneyince, bu kez olacağı inancı/düşüncesi (haydi ben uydurayım madem Ataç yok: "Busefin")
  • Yabancı bir ülkede bulunup, birbirini tanımayan iki kişinin, aynı ülkenin vatandaşı olduklarının farkına varamayıp, bulundukları ülkenin (ya da ortak bir başka dilde) birbirleriyle konuşması ("yanılca")
  • Atıl bir eşyanın (örn. kitapta kalınan yeri işaretlemek üzere sayfaların arasına vaktiyle konmuş bir kağıt mendilin) sırf uzun zamandır durduğu için bir çeşit manevi değer kazanıp, atılamaması ("incilenmek")
  • Sadece bir kişi için önemli/manevi değeri olan (örn. bir şekilde kendisini mutlak bir kazadan kurtarmış olan bir taş parçası) fakat hikayesi bilinmedikçe alalede olan eşya ("sadebana")
  • Bir iletişim eyleminde (örn. telefon çalması, SMS/mail geldi uyarısı…) gönderenin sevilen kişi olduğunun düşüncesiyle heyecanlanmak fakat bunun yanlış alarm olması ("patlam (çıkmak)")

Bu kadar.

Bilbao – there and back again…

 

:%s:İstanbul:Bilbao:g

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Yahya Kemal Beyatlı

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.
Orhan Veli Kanık

 

İlkin Bengü’den duymuştum şu “mimar fıkrasını”: Bir adamın eline para geçerse gece hayatıyla; çok para geçerse kumarla; çok çok para geçerse de mimarla yermiş. Haziranda Mois’ten bir mail aldım, bilimsel kısımları bir kenara bırakırsak, bölümün bütçesinde para artmış, onların da aklına hemen ben gelmişim 8). “Yıl sonuna kadar ne zaman, ne kadarlığına istersen gel!” dediler, oturup plan yaptım: Temmuzda CRYSTR2015 vardı, ağustosta tatil, dersler 14 Eylül’de başlıyordu… Hal böyle olunca, 3-12 Eylül’e ayarladım. 3’ü geçtiğimiz perşembe günüydü (evvelsi gün) – Çeşme’de Efelerle güzel bir tatil yaptıktan sonra 2’si sabahı ailecek Ankara’ya döndük, öğleden sonra İstanbul’a yola çıktım, ertesi akşam da Bilbao’ya vardım. Havaalanında uçağı beklerken müthiş güzel bir tesadüfle Carmen yanıma oturdu; uçağın çıkışında bizi Fikri karşıladı, güzel başladı yani ziyaretim.

Bir şehre insan nasıl veda eder? Parça parça. 2012’de Türkiye dönmeden önceki günlerimiz veda değildi, yıllardır oradaydık, insan ne kadar üzerine düşünse de tasavvur edemiyor ayrılığı – o günün dünden, önceki günden çok da farkı olmuyor. Türkiye’ye merhaba kısmı tamam, ama İspanya’dan ayrıldığınızı bir türlü kavrayamıyorsunuz.

Sonra zaman geçiyor. Özlem başlıyor, gerçek anlamıyla özlem… Türkiye’ye döndükten sonra 3-4 kere geldik Bilbao’ya, her gelişimizde (hele de bölümde) yaprak dökümü karşıladı bizi. Birlikte çalıştığımız arkadaşlar birer ikişer mezun oluyorlar, post-doc sözleşmelerinin sonuna gelip başka yerlere gidiyorlardı. Bu gelişimde bir Noelia vardı artık. Dahası, Mois de, Manu da şehir dışındalardı, Gotzon’la hasret giderdik.

İçimde sanki buraya bu son gelişimmiş gibi bir his, dolaştım Bilbao’yu bugün. Bugün vedalaşmaya başladım, bunu içten içe hissederek dolaştım. Dün üniversiteye giden otobüste öğrencilere bakıp düşündüm: “başka bir zaman başladı burada” diye. Kitabın sonunda elflerin arasında, elflerin diyarından Aman’a giden Frodo gibi hissettim – yalnız benim durumumda elfler gitmişlerdi bile. Bildiğim, defalarca geçmiş olduğum sokaklarda kaybolmayı başardım bugün.

Uzunca bir yürüyüşün ardından odama döndüm, aşağı indim, puromu içtim, odama döndüm, yatağa uzanıp kitabımı okumaya devam ettim (Cixin Li – The Three Body Problem). Kitabımı okurken önce Mois’den, ardından da Manu’dan mail geldi, onlar da dönmüşler şehre, yarın Getxo’da buluşacağız, hem belki Zuricalday’de Vera’nın elinden sıcak çikolata da içeriz!


“Şehirler düşer, şairler ayakta kalır.” – Tarık Turna
(geçen sene bu zamanlar, burası için bkz. geçen sene bu zamanlardaki girişim)

Barış da PSI-K’nın konferansı için yarından itibaren Donostia’da olacak; perşembe günü konferansın bitimiyle beraber o da Bilbao’ya geliyor, cuma-cumartesi birlikteyiz. Donostia’daki konferansta ondan başka Julen ile CRYSTR2015’de tanıştığım Yoyo ile Maiya da olacaklar ama büyük ihtimalle görüşemeyeceğiz.

Geçen sene yazın tek geldiğimde kaldığım Blas de Otero‘da kalıyorum bu sefer de – cuma günü üniversiteye giderken otobüs bir (1) Aralık 2009 günü “her şeyin başladığı”, 17 gün bana ev olmuş Unamuno’nun önünden geçti de “6 sene!” bir anda bütün güzelliğiyle geri geldi. Sonra Mois’in tavsiyesiyle o ilk akşam bir şeyler yemek için gittiğim barda “vejateryan” bir sandviç için ellerimle kollarımla çırpındığım İspanyolca bilmez halim geldi gözümün önüne. Sonra yıllar geçti.