Daha TENET’i görmeden paçaları sıvamak

Merhabalar, öncelikle: Gürer Bey geçen yorumuma yorum yazdı diye o gün bugündür sevinçliyim (‘Müdürkopter’ yaw, tabii ki! Nasıl unutulur öyle bir ad/kavram. Ayrıca The Corporate’i izlememişim, bilemedim bile, o derece.).

Charlie Kaufmann’ı hem severim, hem de korkarım. Bir kere müthiş zeki, bir o kadar da karanlık bir insan. Belki hatırlarsınız, Synechdoche, NY ile beni yerden yere vurmuşluğu vardır. Arada bir ne yapıyor diye kontrol ediyordum, hatta 2015’te çektiği Anomalisa’dan iki üç sene evvel haberim oldu da, Wes Anderson benim için zaten çok da popi olmayan (haydi Fantastic Mr. Fox iyiydi diyelim ama) Moonrise Kingdom’la stop-motion tekniği iyice itici kılınca (Isle of Dogs’a 7 dakikadan fazla dayanamadım ki, WES ANDERSON!!!’dan bahsediyoruz yani! OMG! filan…) ne diyordum, hah, Anomalisa’dan haberim olmasına karşın onu bile pas geçtim (sonunda mutluluk vaad etmediği aşikar).

Şşşş, bak bak, ne diyeceğim, bak, bi’, bi’ bak, çok komik hakikaten… şşşş!.. (CK, Adaptation)

Sonra I’m thinking of Ending Things’den haberim oldu (birkaç ay önce). Çıkış tarihini takvime yazıp, beklemeye başladım. Cuma çıktı, cumartesi izledim. Şimdi bazı filmler, haydi genelleştirelim, eserler diyelim, vardır, siz anlamasanız bile, dersiniz ki “ya, tamam, bu beni aşıyor, ben pek bir şey anlamadım ama var yani bir şeyler”, hatta yours truly’den alıntılarsak:

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa “olala!”, pikaçu yapmışsa “aaaa!” Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar “ow, Picasso!” deyince, ben de “vardır bir bildikleri” diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Yours Truly Sururi, Shakespeare, Picasso, Jeff Koons  (7/2014) — bir yerlerde de yazmıştım ama bulamadım şimdi, Rothko, Bahar, entel arkadaşlar (sarkazm değil de rispekt!) hakkında. Neyse.

I’m thinking of Ending Things öyle bir film değildi. Yani ne beni aşmış bir şeyi anlayamadığımı, ne de filmin anlatmak istediği şeyi kaçırdığımı düşünüyorum, aldım yani mesajını Charlie’nin ama meh işte. Filmin başrol oyuncusu Jesse Plemons’la yapılan bir röportaja dair çok güzel bir yazı okudum New York Times’da da, şöyle güzel bir olay var:

Charlie Kaufmann, Jesse Plemons’a rolü teklif ediyor, senaryoyu gönderiyor, Jesse Plemons da kabul ediyor, rolüne çalışıyor filan – ama aklında iki soru var: “CK bu rol için niye beni seçti?” ve “Bu film ne anlatıyor?”. Bu iki soru kendisini yiyor bitiriyor. Sonra ekip olarak bir akşam yemeğine gidiyorlar, orada çok sevgili David Thewlis dakika bir gol bir, CK’e soruyor: “A’bi bu film ne hakkında şimdi, ben hiçbir şey anlamadım da…” CK de cevap veriyor, “ben de pek bir şey anlamadım”. Şimdi ben de biliyorum, sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, misal: dağlar gibi efso Mullholand Dr. (Lynch); ağzım açık izlediğim ama anlamsız ve pitch meeting’de senaryoyu anlatacak olsanız konusunun saçmalığından ve basitliğinden utanacağınız Upstream Color (Shane Carruth);  çiğliğinden ötürü izleyemediğim Mother! (Aronofsky – ama izleyebilsem onu da I’m thinking of ending things’in yanına koyacağımı düşünmüyor da değilim doğrusu); beni aşan Un Chien Andalou (Buñuel); Jarmusch’un saçmasapan filmler yapmaya başlamadan önceki son zirvesi The Limits of Control (bağlantı benim filmle ilgili girişime götürüyor bu arada, IMDb’ye değil ;). Bunların bir niyeti var, kafa karışık olsa da, arka planda bir şeyler gidiyor. Ama I’m thinking of ending things… Charlie Kaufmann’ın potansiyeli bu değil.

Film, hem de bir kipattan uyarlanmış (ne güzel, ne güzel). Kitabı boşverin de, asıl kızın arabada giderken okuduğu şiir (Bonedog – Eva H.D. imiş) çok güzeldi, nicedir böyle güzel bir şiire rastlamamıştım (bu vesileyle, yakın bir zamanda isminin naifliğine kanıp da almış olduğum, Cevdet Karal’ın “Sevgililer ve Bir Daha Sevemeyecekler İçin Küçük Şiirler ve Diğerleri” maalesef hiç bana göre değildi (diyeyim, orada bitireyim)), filmin en büyük getirisi bu oldu.

Kolileri açtıkça kipatlar da bir bir çıkıyor. Bunlardan biri Murakami’nin Blind Willow, Sleeping Woman’ı oldu. Nicedir Murakami okumuyordum, hem bak hikaye, açtım ilk (ve kitaba ismini veren) BW,SW’ı okudum. Eeee? Ne kestin – Keçiboyunuzu / Ne yedin? Hiç. Yoksa yıllar beni iyice mi bönleştirdi, herhalde öyle olmalı diye hakkındaki incelemeleri, eleştirileri filan okudum, “ooo, wow, süper, tipik bir Murakami hikayesi” — devamında benim anladığımı anlamış arkadaşlar da. Yok ki bir şey. En iyimser tabirle, Murakami’nin trademark’ı olagelmiş imge ve zamanlamalarından bir kolaj (bu sefer güldürmedi) 8P. Neyse ki geçen gün de bir başka kutudan Borges’in tüm hikayeleri toplaması çıktı, açayım da kendime bir Tlön, Uqbar, Orbis Tertius çekeyim (çünkü ben buna değerim – L’oreal Impulse).

Havadislerden bahsetmiyoruz ama çok heyecanlı bir şey öğrendim bir de evvelsi gün: Jonathan Strange & Mr. Norrell’in Susana Clarke’si 15(?) yıldan sonra ikinci romanını (“Piranesi”) bu ay basıyormuş – yeeyyyy! Ayrıca aynı yazıda muzdarip olduğu hastalığı ve Strange & Norrell daha portakalda vitamin aşamasındayken Bilbao’da yaşamakta olduğunu öğrendim (boşuna değilmiş JS&Mr.N’de Baskça’dan bahsetmesi! 8)

Blind Willow, Sleeping Woman’da bir de (tatlı olan) madeleine geçiyor: Proust’tan da bahsediyor anlatıcı. Hikayedeki saklı anlamı ararken okuduğum yorumlardan biri süper bir bağlantı yakalamıştı: meğerse kayıp zamanın izinde, anlatıcısının madeleine kokusu alıp da, geçmişine gitmesi ile başlıyormuş (sonrasında biliyorsunuz, Pixar bu romanı Rattatouille adıyla günümüze uyarladı – halka daha yakın olabilmek için de madeleine’i de ratatuy yaptı / ama benim favori Kayıp Zamanın İzinde uyarlamam, Monty Python’ınkidir * — kimse kusura bakmasın).

Ahkamlar ve çağrışımlarla dolu bir girişimizin daha burada sonuna geldik sayın seyirciler. Gelecek programımızın olası içeriğini aşağıya alıntılıyorum / işbu giriş vesilesiyle gerçeklediğim taslağın altına düştüğüm notlarda silmeden bırakıyorum (disclaimer: bu girişi yazmaya 5 Eylül’de başlamışım, 10 günde ancak bu kadar)

  • Drunken History / Ant-Man
  • BattleTech
  • Batan Ayın Kenarında Satırlar

(BattleTech hakkında ne yazacaktım, hatırlayamadım ama bir yaz boyu “çok oynamak istiyorum, bugün yarın oynayacağım” diye diye, tam da bütünleme sınavlarının başlamasına denk getirmem olabilir nitekim – bir de belki Doğu Perinçek ile Nedim Şener’i pas geçerim, mevzuu siyasi tatsız şeyler sonuçta ama ilgili başlıktaki diğer arkadaşlardan konuyu anlamışsınızdır zaten hem).

“Daha TENET’i görmeden paçaları sıvamak” için 2 yorum

  1. TENET yaw! TENET! Unutmayasın diye başlığa bile yazmıştım halbuki! (Bir de Greta Gertwig’in süper Küçük Kadınlar’ı var — çok arzu edersen Vodivodivineaville’in yeni Dune uyarlaması da var (haydi o kalsın, neyse)). 8P

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir