Diziler, müzikler (ve burunlar)

Nergis Hanım’la bugünlerde dizisizlikten ve zamansızlıktan Crown’u seyretmeye başladık ((ben ders notu hazırlamak için bilgisayar başında harlarken, kendisi açıp takılıyor, ben de göz ucuyla ve kulak ortasıyla faydalanıyorum). Sonra o günkü ders notu hazırlığı bitince  (ya da uykuya yenik düşünce) dizinin sonuna doğru ben de koltuğa geçiyorum. Her seferinde (2 bölüm bitirdik şimdilik bu arada 8) “Ahh, keşke Düşes’le seyredebilsek bunu! Her karakterde, her sahnede engin bilgisiyle bizi arkaplanda dönen, öncesinde olmuş olan detaylarla aydınlatırdı.” Edinburgh’un “İdınbırağğ” gibi okunduğunu sağolsun bizzat düşesinden öğrenmiştik ama Greenwich’e “Gırııniç” dediler de, Nergis Hn. (35) bombastik saptamasını yapıverdi: “Aaaa, onların Greenwich deyişleri, Etimesgutlular’ın “Etimesut” deyişi gibiymiş!” – sonrasında kopmuşum, hatırlamıyorum ama ne çok güldük! (enter iki alakasız karikatür, nereden aklıma geldiyse, haydi bakalım…)

Umut Sarıkaya He Dayı He Finlandiya Erzurum
Umut Sarıkaya
Yiğit Özgür Güzel Eğlendim
Yiğit Özgür

Artık biz de yaşlanıyoruz (haliyle). Örneğin geçen ay çoktandır ayak sürdüğümüz The Unicorn‘a başladık, başladığımız gibi tükettik, bitirdik (bayıldık). Evli & çocuklu, 40+, aynı biz ve arkadaşlar gibi, empati, sentez, füzyon hepsini deneyimledik. Siz de bizler gibiyseniz, öyle hissediyorsanız (HIMYM’dan yaşlı, Esra Erol’la Evlen Benimle’den genç iseniz) yoğun şekilde tavsiye edilir. Amcanın tipe alışmak biraz (bende 3, Nergis Hanım’da 2 bölüm) sürüyor ama sonrası güzellik (ayrıca bir bölümde doğrudan amcanın tipe giydiriyorlar, orası da acımasız ve bir o kadar da süper! 8) (ve, evet, Ant-man and the Wasp’deki kötü adamın ta kendisi!). Bu dizi sayesinde Michaela Watkins‘i öğrendim, bayıldım – dün Amazon’un yeni dizisi Wayne’in trailer’ında da iki saniyeliğine de olsa gördüm ah ah ah.. Wayne de iyi bir şeye benziyor.

Yaşlılık demişken, geçen hafta kızlar Ocean’s 11 & 12’i izliyorlardı da (bizim n. ama Ece’nin ilk)… YA OCEAN’S TWELVE’DEKİ GEORGE CLOONEY (CORÇ DEDE) NASIL BENİM ŞİMDİKİ YAŞIMDA OLABİLİR? VAR MI BÖYLE BİR ŞEY YAAAA! Çok moralim bozuldu, bu ne ya, alın götürün. Bir noktada (Amsterdam’daki tren garında), George Clooney “Ben yaşlı mı gösteriyorum? 50 yaşında mı olduğumu düşünüyorsun? Kaç yaşındayım sence?” diyor da, bir tip “48?” diyor, George Clooney’nin bakışı görünce, “52?” diye düzeltiyor… Hatta yapılmışı varmış, buyurun: Ocean’s Twelve – How Old Do You Think I Am?

Ece ile tekrardan başladığımız Scrubs’ı (tekmili 8 sezon) birkaç ayın ardından geçen gün bitirdik, çocuk hayata dair ne varsa öğrendi (Scrubs öncesinde de toplu etkinlik olarak Gilmore Girls, bireysel klasmanda ise HIMYM maratonu yaptığını düşününce biraz ürkütücü oluyor — Scrubs’ın ardından paralel Black Books & Northern Exposure izlencesine başladığımızı söylemek de gönüllere su serpmeyecektir, eminim…8))

Şimdi bir de şöyle bir (3) şey var:

Imogen Poots, Melanie Lynskey, Mary-Parker Louise

(üç olur, beş olur, ne bileyim, Elizabeth Banks vardı maziden, Parker Posey, Ayşegül Aldinç… vardır bir ortak noktaları ama çok bile yazdım, geçelim, geçelim, ne diyorduk? Müzik?)

Geçen aydı sanırım (bakayım bakayım… Ağustos başıymış-) Ağustos başıydı, canım fena halde Ciguli & Fanfare Ciocarlia çekti. Ciguli’yi arşiv cdlerinden buldum neyse ki fakat Fanfare Ciocarlia yok yok yok. Robin’e yazdım, çoktandır da görüşmemiştik, iyi vesile oldu, işte hal-hatırdan sonra meramımı aktardım kendisine. Efsane arşiv kuş olup uçmuş ama bu tür aranıp da bulunamayan, sevip de kavuşamayan albümler için Soulseek’i tavsiyeledi, o sayede Fanfare Ciocarlia’lara da, hatta bende sadece bir albümleri (+Rye Coalition’la yaptıkları split EP) olup da yıllardır onun üzerinden coştuğum Karp’ın külliyatına da kavuştum bu vesileyle. Peki şimdi ne yapıyorum? Geçen sene civarında youtube’den seyrettiğimi hatırladığım bir açık hava konseri vardı. Simon Keenlyside’ı hatırlıyorum (kendisiyle beni Sihirli Flüt vesilesiyle Sezen’ciğim tanıştırmıştı, oradaki kadro da efsaneydi yaw: Diana Damrau! Dorothea Roschmann!), hatta Don Giovanni söylerken böyle ağzına üzüm atıp yiyordu, muziplikler yapıyordu hınzır (98’deki yılbaşı konserinde (Songs of Love and Desire | Claudio Abbado) de Christine Schafer’le de tüy paslaşmaları vardır 8), konserde kendisinden başka 1 tenor + 2 soprano daha vardı ama konser yok ya! yok yok yok.. Neydi, neydi aradım taradım bulamadım, aktif takıntı olarak işaretledim. Hazır opera demişken, düşes sağolsun, bu senenin pandemi ayağına bana kazandırdığı Elina Garanča oldu.

Bu ay ayrıca (quelle alaka) en çok güldüğüm şeylerden biri Can Kıpçak adlı arkadaşın Türk işi yapımlara geçtiği Japonca dublajlar oldu (Ece ile favorimiz: Aşk-ı Memnu’dan “O Senin Yengen, Yengen!” sekansı).

“Diziler, müzikler (ve burunlar)” için 5 yorum

  1. “The Crown”u seyretmedim, biliyon mu? Greenwich yanında neler neler var daha. Wustışır, Sa(th)ırk. Yıl 1999, Düşes daha taze gezgin, ilk kez yurtdışına çıktığımda Londra’da elimde kocaman harita “The Globe”u arıyorum… Birisine Sau(th)woork Bıric’i sordum, Sa(th)ırk diye düzeltti. 🙂 Daha bir sürü abuk telaffuz var bunlarda, Fransızları aratırlar. Hah, Çizik ve Marlibon mesela. Dün “Roadkill”in ikinci bölümünü izliyordum, Hugh Laurie daha da bir değişik söyledi Marylebone’u. Merilibon mu ne?

    Simon Keenlyside dedin ya, o adam çok iyi. “Don Carlos”ta izledim (Met gösterimleri) of ki of. Bir kere sahnede süper rahat, baritonlar karizma yapacam diye kasmıyorlar mı nedir, bilmiyorum, Sherrill Milnes’in, efenime söyliyim Thomas Hampson’ın da sahneleri çok iyi. Don Carlos’u da Roberto Alagna söylüyordu ama yani Keenlyside ile birlikte söylediklerinde Alagna da parlıyordu. Acayip uyumlulardı. Buyurun:
    https://www.youtube.com/watch?v=iTScL1SB4_I&list=RDVeUAXIrCP7g&index=2

    Iago olarak izlemek isterdim adamı.

    1. Ya Düşes’im, Kraliçe ve mahdumlarının bile dizinin sıkı takipçisi olduğu bilinen bir gerçekken (en son Kraliçe’nin “Philip’in hakkını yiyorlar, hiç de öyle ilgisiz bir baba olmadı” dediği yazıldı — bir kere Charles’ın kulaklarına asılmasa, o çocuk öyle olur muydu hiç (40 kere de “kafasına vurma!” demiş ama bak işte…), sen nasıl nasıl nasıl ve hâlâ daha… Tam seninle izlemelik dizi hakikaten… Ya da evet, seyretme, Pandemi bitsin, kampa girelim, binge-watch yapalım hep birlikte. 8) Olan bu arada, Nergis Hanım’ın İngilizce’sine oldu — artık ne zaman İngilizce bir şeyler okusa, sesli aktarsa, ayağa kalkıp, düğmelerimi ilikleyip, “Yes, Ma’am” diyorum. Bu arada 1. sezon bitti, Isabel hâlâ daha kendisinden “I, me” filan diye bahsediyor, o kısmı anlamadım.

      Benim de Don Giovanni’yi baştan sona izleme çağım geldi. Onun başında -yanlış hatırlamıyorsam- şöyle bir sahne vardır: Don Juan’ın “kirlettiği”(?) bir kızın babası, kızının “iffetini korumak için” (klişe, klişe), onunla tartışmaya girer, Don Juan da amcayı öldürür (grrrrrr). Ama dünya bu dünya, ne yapacaksın. 8( Keenlyside gerçekten de çok sempatik, geçen Tempest’taki Caliban rolüne dair bir röportajını gördüm: Amcayı baştan aşağı boyamışlar (dövme filan hikayesi), prova arasında röportajcı hanımkızımız yakalamış, sorular soruyor, o da gayet normal bir biçimde garip bir şey yokmuş gibi cevaplıyor: Simon Keenlyside on The Tempest, short interview (bununla ilgili olarak bkz. Coupling’de Jeff yüzünde maske ile bara gelir, tanıdık çilingir sorar maskenin yüzünde olduğundan habersiz… 8))))


      “İlerideki Sevgi Pastanesi’ni geçtikten sonra sağa dönüp, bir 100 metre ilerleyin, Mutlu Fırın’ı göreceksiniz, oraya gidip benim de selamımı iletin, aradığınız yer hemen onun yukarısı…”

  2. Bırakın wustışırı “ awyrgylch” telaffuzunu öğrendik crown sayesinde. Yalnız 11. Doktor ne işler karıştırıyordu arada onu çözemedim.

    1. Ne yapacak, fesini arıyordur İbiş!.. Bunların biri ilk Elizabet’i, diğeri son Elizabet’i… hey maşallah! 8P

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir