temmuz, ağustos, eylül…

Kasımda yazmışım en son, sonra bir anda mart gelmiş (geçiyor), ne diyebilirim ki?..

it's jess!
amen to that, brother!..

Geçen günlerden (ay? aylardan?) birinde Cino ile konuşuyorduk, ben bulaşık yıkıyordum, “babaannem olsa ‘kilibik'” derdi dedim, güldük. Babaannem öyle derdi, “ı” yerine “i” ile, biz de gülerdik. Babaannemin vefatının üzerinden kaç yıl geçti? xkcd’lerin birinde hüzünlü bir detay vardı, orkidelerle arılar hakkında, arayayım da bulayım…

https://xkcd.com/1259/
Bee Orchid – https://xkcd.com/1259/ (uzun uzun açıklama için bkz. https://www.explainxkcd.com/wiki/index.php/1259:_Bee_Orchid )
 

Bugünden bir süre sonra, babaannemin “kilibik” deyişini hatırlayan kimse de kalmayacak, stat primus nominas stat hede hödö, biliyorum, biliyorum bütün bunları da, yine de bir garip geliyor işte, böyle düşününce (Düşes bu aralar Gülün Adı’nı yeniden okuyor).

Bazen de (ama insan uyumaz bazen, düşünür) olan bir şey, değişiyor, değişiyor bambaşka bir hale bürünüyor (sanırım farkında bile olmadan Annihilation’a giriş hazırlamaktayım) — Kabuki’de “mie” denilen bir hareket/duruş/poz var: aktör dikkati kendine/sahneye çekmek istediğinde elini kaldırıyor, kafasını sağa sola biraz sallıyor, gözlerini şaşı yapıyor ve küt! diye donakalıyor, haydi buna da bir örnek bulalım…

internetten buldum – http://goinjapanesque.com/05396/ adresinden ama gidince forbidden çekiyor (aktör bana Ichikawa Ebizo XI gibi geldi: onu da çok tanıdığımdan değil ama Star Wars’unu izlemiştim de, oradan bildim gibi geldi)

Eskiden fotoğraf makinesi yok tabii, zirvede bir sahneye gelmişsiniz, dikkati o ana çekmeye çalışıyorsunuz – hani fotoğrafçı arkadaşınız olsa size sorsa “hangi sahnenin resmini çekeyim?” diye, “işte tam kötü adamı öldürdüğüm sahne, orası klimax, orayı çek” dersiniz ama diyemiyorsunuz, onun yerine o sahneyi bu şekilde işaretliyorsunuz.

Mie komik değil. Aslında komik değil ama artık komik geliyor. Bir zamanlar var olan şimdi bambaşka bir şekilde varoluyor. Shakespeare’i yorumluyorsunuz, güzel de yorumluyorsunuz, hatta Shakespeare’in aklına gelmeyecek bir şekilde yorumluyorsunuz, yeni bir şeyler yapıyorsunuz, %99 saçmasapan bir şey çıkacak ama işte bazen esas malzemeyi alıyorsunuz, üzerine de -iyi- bir şeyler daha katıyorsunuz. Bir kitap okuyorsunuz, beğeniyorsunuz, sonra filmini çekiyorlar, olmamış, alakası yok diyorsunuz. Bir kitap yazıyorsunuz, sonra filmini çekiyorlar, olmamış, hiç anlamamışlar, mahvetmişler diyorsunuz. Bir hikaye düşünüyorsunuz kafanızda, sonsuz bir özgürlük var, imgeler, duygular, düşünceler alabildiğince uçsuz bucaksız yer alıyorlar, sonra kitabını yazıyorsunuz, kanatları kırpılıyor kalıplara dökerken. Bazı yazarlar için böyle oluyor, düşünceyi kitaba mümkün mertebe aslına sadık kalarak aktarmaya çalışıyorlar, mecburen o kalıpla sınırlanıyorlar, elden ne gelir. Duygularınızı, düşüncelerinizi anlatmaya çalışıyorsunuz karşınızdakine, kelimelere dökmek zorundasınız. Karşınızdaki ne düşündüğünüzü bildikten sonra, kelimelere dökmek çok mu önemli? Bazı yazarlar doğrudan kitap yazıyorlar, kitapta kelime oyunları yaparken bunların başka dillerde nasıl çevrilebileceğini düşünüyorlar; ya da filme aktarılırsa nasıl olacağını düşünerek yazıyorlar, farkına bile varmıyorlar kalıpların “esiri” olduklarına, o kadar ikinci deri haline geliyor, farkına bile varamıyorlar. Çizgi roman diyelim, bambaşka bir ortam (medium) ne kadar benzese de, bariz gelse de oradakini film olarak anlatmak bambaşka bir şey – Alan Moore’un cânım Watchmen’ini nasıl biçtiler, siz biliyorsunuz örneğin. Çizgi roman demişken, harika bir kültür, bilinç. Örümcek Adam ölüyor, Örümcek Adam ölmüyor, Süpermen saçma sapan işler yapıyor, ya da yapmıyor, paralel evrenler diyoruz, Han ile Leia’nın ikizleri var, saçma sapan yaratıklar var, kanonik değiller (artık), olsun, kanonik dediğimiz de kanon değil ki zaten. Aslında olan biten her şey birilerinin yorumu, farkında olmak lazım.

2-3 hafta önce Akın’la bir geyik çeviriyorduk, “derin bir çukur”dan bahsettim, “yer var mıdır ki orada?” deyince Akın, “tersine bir amfi düşün” dedim ve beynimde bir görüntü çaktı, şu görüntü…

Richmond bahsederken uzaklara dalıp, fade to memory’yi beklerken…

yukarıdakini değil, o geçişti, şunu diyordum:

Sintra, Portekiz (Annihilation’ın Kulesi)

Görüntüye cânım Briantje’nin tavsiyesiyle vaktiyle okuduğum ama maalesef pek de hakkını veremediğim Jeff VanderMeer’in Annihilation’ı hakkında okuduktan sonra araştırma yaparken rastlamıştım1,2, aklımda kalmış demek ki…


üst 27 Mart Cts, bugün 29 Mart Pzt, yaz yaz yaz…

kitapta kelime oyunları yaparken bunların başka dillerde nasıl çevrilebileceğini düşünüyorlar (bir rahip, bir imam ve bir tavşan hastaneye gitmişler, hemşire onlardan kan alacakmış. İlk olarak tavşana yaklaşmış, “acaba kan grubunuz nedir?” deyince tavşan da “sanırım 0 grubuyum” demiş).

Annihilation’ı 2016’da okuduğumda 2 yıldız vermişim. Yukarıdaki muhabbetten sonra yine aklıma düştü, hem netflix’te filmi vardı, hem de Natalie Portman, yönetmen desen Ex Machina’nın yönetmeni Alex Garland, daha n’ossun! deyip ucundan yöresinden izlemeye başladım. Ahhh ahhh ahhh – bu kadar mı kötü bir uyarlama olabilir? İnsan hiç anlamadığını bu kadar mı belli eder + 10 şey daha. Ağzımdaki kötü (“kekremsi” 8P) tadı götürmesi için, bir de “kitap beni açmamıştı ama bu kadar da dandik olamazdı” diye düşündüğümden kitabı tekrar okudum, evet, film kötüymüş. Kayıtsızlık var Annihilation’da. <hipster mode one>Tarkovsky’nin Stalker’ına ya da daha doğrusu Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ine bir gıdım ek yapmıyor diyecektim ki, tabii Lovecraft’i sokuyor işin içine. Kitaba bu sefer daha iyi kaynadım (3 yıldız). Bir sinek mutlu mesut uçarken cama çarpıyor. Camı anlamıyor, anlamasına imkan yok. Çırpınıyor, çırpınıyor, olmuyor (iki gün sonra koridordan geçerken pervazın orada kavrulmuş ölüsünü görüp iğreniyorsunuz). Gözümüz kapalı şekilde yürürken çukura düşüp sakatlanıyoruz. İlgili algımız olmadığından hayatta yanlış yollara sapıyoruz (halbuki tepeden bakan birine göre ne kadar bariz hatalarımız, çalı labirenti, çıkış yolu — bakın bunu yazınca Dıgıda’yı kere daha andım: yarışma programlarında sunucu zor bir soru sorardı (seçenekler olurdu), yarışmacı bilemeyip doğru sonuç yanınca “bunda ne var, şu işte!” derdi. 8)

3-body problem’de (ikinci? üçüncü kitaptı demek ki) bir olay vardır, bizim galaksimizin dışından jelatin gibi bir şey sallarlar, dokunduğu şeyi iki boyuta yutar ama yuttuğu şeylerin izi kalır yüzeyinde. Belki de saklıyordur, korumaya alıyordur… ama aslında (spoiler geliyor)…

 

 

 

 

aslında nasıl ki televizyonu çat diye kapatınca görüntünün izi kalıyordu floresan ekranda, meğer o da öylesi bir efektmiş (be annem!). Kediye oyuncak fare alıyorsunuz, tam anlayamıyor. Solaris size ölen sevgilinizden yapıyor, siz anlamıyorsunuz ama işin garibi/kötüsü/ironiği sevgiliniz diye gelen kişi de. Dişi ördek sesi çıkaran düdükler var. Yaşlı Harrison Ford/Decker diyor ki:

(biz kırıldık, daha da kırılırız / ama katil de bilmiyor öldürdüğünü… – CS)

 

5 Nisan 2021… 8 days to Ramazan ya da:

You've been watching Love Actually wrong all these years | VODzilla.co | Where to watch online in UK

Love. is. all. around.

Bunlar bu kadar olsun. Kafa karışık.

“temmuz, ağustos, eylül…” için 3 yorum

    1. Seninki yine iyi durummuş, bende bisiklet bile yok: hesapta bir ansiklopedi alıp çıkacaktım kraliçem, bak akşam oldu…

      (…)

      Peki böyle yapınca oluyor mu? 😉

  1. Yazıyı okuduktan sonra (insan asıl kendi için yazmıyorsa ya kim için yazar? blogumun bir numaralı takipçisiyim — yazan bizsek okuyan niye biz olmayalım!) söyleyeceklerim olarak şunlar geldi:

    1. (EİN!) Amerikanca’da “poor man’s hede hödö” deniliyor, işte el altında bir alet/yöntem olmayınca, etraftaki kolay bulunan şeylerden devşirilen, idareten yapılan gereçler/düzenlemeler için; ben de işbu yazıyı okuduktan sonra kendi kendime “poor man’s Roland Barthes” yakıştırmasını yaptım (ha yaptım da, çok mu hoşuma gitti? Hayır (Nein.).).
    2. Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus olacak şekerim (ŞeykİtAp)
    3. Aktarmalar, yorumlar, üretilen mitler ve anlatının anlatı sürecinde değişmesi/zenginleşmesi (hatta varolması) kapsamında tabii ki Gondry’nin Be Kind Rewind’ı!
    4. Bir şey daha vardı, her seferinde olduğu gibi yine sona gelince unuttum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir