Gecenin bir yarısı, bir şarkının çağrıştırdıkları…

Sonunda Doom Patrol’ün 3. sezonuna başladım. Doom Patrol’ü severim ben; şimdi düşündüm de, sanırım kendini ciddiye almayan her şeyi, herkesi severim ben. Dünya n. kez yıkılırken kendi lokal dramalarının dibine vurmuş kaç tane süper (read as “anti-“) kahramanımız var şunun şurasında hakikaten?

Neyse. Şarkıları da güzel (“Çocuk / Güzel anılar gibi hüzünlü / Hüzünlü şarkılar gibi güzel” — severim bu şiirini Cemal Süreya’nın (ne kadar da sevgi dolu bir giriş oldu bu entry de!)). Bugünkü bölümde Alan Parson’s (Parsons’ ?) Project’den “Time”ı çaldılar, sonrasında da The Hollies’den “The Air That I Breathe” geldi. Şimdi de bir yandan sunumu hazırlarken canım çekti, tek olarak da dinleyeyim dedim, dinlemeye başlamamla birlikte üç şarkı geliverdi onunla birlikte:

İşin ilginç tarafı, Hollies’in şarkısının asıl hikayesi bambaşka bir şarkı ile imiş: Radiohead – Creep, yaa! Lisedeyken sarıp sarıp sözlerini çıkartmıştık Creep’in de (bir arkadaşla). O değil de, bunca yıldan sonra Muse sever oldum ben (yıllarca bir tek Running Up That Hill coverlarını dinleyebiliyordum sadece – o şarkı da çok fena mundar oldu dedi hipster yanım 8P), Ece vesilesiyle Stockholm Syndrome‘u duyup beğendim (ben de o şarkıyı Radiohead’e benzetmiş idim ilk duyduğumda, iyi mi! Süper! 8PP), geçen gün de gaz bir tweet(leri) sayesinde Map of the Problematique‘lerini keşfettim, aferin bana!

Bugün de Akın sağolsun, bana Esbjörn Svensson Trio (e.s.t.)‘yu tavsiye etti (birkaç yıl önce Levent de beni e.s.t. kapısından caza geçirmeye çalışmıştı o da sağolsun), dinleyebiliyorum, beğenmedim diyemem ama kamyonculardan tersine alıntılarsak: yokluğunda mutsuz muydum ki varlığında beğeneyim (hiç olmadı hiç, yüzüme gözüme bulaştırdım, uyarlamaya çalıştığım laf şu idi: “gelişine sevindim mi ki, gidişine üzüleyim” (imla doğrulukları bana aittir 8)))

Axl da bitirdi şimdi, şimdi ne dinlesem?..

diziler filmler müzikler

1 aydan fazla zamandır bir sürü şey yazacaktım (hepsi de önemsiz) elde kalanlar:

  • New Amsterdam’ı Netflix’deki iki sezondan bitirdik, 3. sezonu güncelden takip edelim dedik, çok fena olmuş çok. Her bölümde politik korrekt Max “bugün neyi kurtarsam?” diye başlıyor bölüme/güne (kızılderililer, çevre, siyahiler, eşcinseller,… hangi azınlık olursanız olun, New Amsterdam hastanemizde size uygun bir ward bulunur!). Müdürü fena halde Debbie Harry’ye benzetiyordum, yaşı da tutuyordu ama o değilmiş, yine de bir onu, bir de Iggy’yi çok seviyorum, spoil olmasın istiyorum ama yokuş aşağı uçurumdan gidiyor dizi.
  • Uçurumdan gidiyor ama onu değil de the Unicorn’u gidip iptal ettiler pisler. Bu dünya için fazla iyilikti, güzellikti zaten Unicorn, sevgi neydi?
  • Geçen aydı herhalde, Iggy’nin oynadığı, “Cube” tadında, ama öyle pek de bir numarası olmayan “Escape Room” adında bir fülm seyretmiş idim (en güzel yanı Deborah Ann Woll idi ama onu da nereden tanıyorum bir türlü çıkaramadım. Bugün devamının trailer’ı düşmüş (Last Night in Soho (Jojo Rabbit’in kızı ile Anya Taylor Joyyyyyy…. ^_^) & Gunpowder Milkshake (Karen Gillan – yazınca hatırladım, Last Night in Soho’nun trailer’ında bir de doktoru gördüm sanki, evet, gördüm, gerçekten de gördüm!)  ile birlikte), güzel, güzel… Patronla kraliçe severler kaçış odalarını (Unicorn’un sondan birkaç önceki bölümünde de vardı).
  • Patron demişken, patron bir de Trekkie’dir, derindir, öyle uzay şovalyesi kadim Jedileri filan pek sallamaz. Geçen gün the Wertzone’da böyle gönül telimizi titreten, insanın canını çektiren bir “Star Trek 2: The Wrath of Khan” review’u çıktı da, okuyunca önce “patrona bir link atayım, onun da canını çektireyim” diye düşündüm, sonra bloga yazayım, görür elbet günün birinde didim, ve işte buradayız. 8)
  • Müzik demiştim, yine unutacağım, unutmadan yazacağım: Süper bir DJ keşfettim: DJ Jake Rudh! Kendisi haftada iki gece (Türkiye zamanı ile perşembe ve pazar sabah 4’ten 9’a) twitch kanalı üzerinden program yapıyor – bir ara Ece okula giderken perşembeleri sonuna yetişiyordum, sonra Ramazan’da seyretmek haliyle daha kolay oldu, ondan sonra OBS Studio ile capture etmeye başladım, sonra Task Scheduler (Windows makinedeki) ile OBS Studio’yu tanıştırdım, her şey daha da güzel oldu. Genelde post-punk, alternatif ve Goth çalsa da, kafası her şeye gidiyor Jake Rudh’ın. Turan’ın Minneapolis’ten hemşerisi. Pandemiden önce epey büyük partiler verirken, pandemi sürecinde sıkılıp twitch’i keşfetmiş harika programlar yapıyor. Çarşamba günleri serbest takılıyor, cumartesileri bir tema etrafında çalıyor (bu arada setleri Spotify’da playlist olarak yayınlanıyor). Onun yüzünden slash sayesinde epey bir synth meraklısı kesildim (iyi bir şey mi? pek sanmıyorum). Bu synth muhabbeti olarak da yakın zamanda (2016?????), geçmişte efsane too many cooks‘u yapmış olan zalim Adult Swim tayfası bu sefer de Vangelis, Giorgio Moroder ve Wendy Carlos ile synth-off ile coşmuşlar. O kadar kötü ki, üç kere dönüp çok iyi bir şey oluveriyor (camp canım, evet, evet… hı-hı, inşcnmya). Synth demişken Giorgio Moroder’a şarkı yapmış olan Daft Punk’ın dağıldığını da gördük, Edgar Wright’ın The Sparks’a belgesel çektiğini de (gördü bu gözler….).

Başka ne yazacaktım ki kim bilir? Hâlâ pek kitap okuyamıyorum (ennnn fav kipatlarımdan Little Big’e başladım n. defa, onu okuyabiliyorum severek, hem bölümler de kısa kısa birkaç sayfa), ah, bu aralar ailecek Friends’e başladık (ki hiç sevmem oldum olası ama şimdi Chandler’dan biraz hoşlanıyorum 8) onların da bu ay içinde (yarın?) reunionları olacakmış. Bir de tabii Great British Baking Off gidiyoruz gırla. Deliler gibi seviyorum bak, sana söz bir ömür boyu sürecek.

Bütün bunları yazdım da bir de bir şey daha vardı o da geldi aklıma (aklına gelmek / başına gelmek <—> booty call / butt dial ;): ya ben geçen gün nereden estiyse (Alex Garland’dan ötürü?) Dredd’i seyrettim (Karl Urban’ın oynadığı — Stallone filan boşverin yok öyle bir film). Aklıma da direkt Malezya yapımı “Raid: The Redemption” geldi (doğal olarak). Dedim aşkolsun Alex’e, arak yapmış oradan. Sonra interneti araştırınca öğrendim Raid: Redemption 2011, bu 2012 yapımıymış ama bunun post-production’ı çok uzun sürmüş, yoksa Raid daha  epeye pepe derken Dredd’in çekimleri tamamlanmış bile, yaa… Judge Anderson’ı o kadar çok sevdim ki bu aralar Psi Corps’un ciltlerini indirdim, onları okuyorum (bir de Babylon 5’da vardı Psi’lar — Star Trek’in Chekov’u başlarını oynardı, bakayım adını hatırlayabilecek miyim, yine bir yazarın ismiydi… Tiger Tiger / Demolition Man’in yazarı mıydı ki acaba? Onun adı neydi ki? Internetten bakmadan hatırlayabilecek miyim bakalım (bu sabah ne zorum varsa 5 küsürde kalktım, aslında son 7 saattir filan ayakta uyuyorum) yok, hatırlayamadım, bakayım bakalım: Alfred Bester’di, tabii ya! Bester de işte Chekov’un Babylon 5’teki rolünün adıydı (yamulmuyorsam)).

Gideyim ben artık, yatayım da uyuyayım bir güzel, büyüyeyim.

 

BASKIYI DURDURUN!!!!

Asıl 3 tane daha film var, hem de bizatihi Nergis Hanım’ın bulup buyur ettiği:

  1. film süperdi: Kaurismaki’ye speed filan verildiğini ve öyle film çektirildiğini düşünün: bir Macar filmi ki öyle böyle değil: Liza the Fox-Fairy (Liza, a rókatündér) (ilginç bir şekilde ilkin İspanyolca dublajlı halini bulduk, fazla dayanamadık, sonrasında hd film cehennemi’nde gayet güzel kalitede, orijinal dilinde, Türkçe altyazılı halini bulduk*, oradan seyrettik, bayıldık da bayıldık. Çok tavsiye ederim.
  2. Ondan sonraki gün N.H. bu sefer de East Side Sushi diye bir filmle çıkageldi (kendisinin takip ettiği organik, hipster, hipi, entel dantel kanallar var, oralardan öğrendiğini düşünüyorum — mesela geçen sene de Belle Epoque‘la çıkagelmişti… 8), o da ne diyeyim, ilginç, özgün bir filmdi (sonunda biraz şey ediyor, yoksa gayet izleneybıl bir filmdi, konusu itibarıyla da -özelde- unique).
  3. Safety Not Guaranteed – bundan biraz haberim vardı ama niyeyse pek ilgimi çekmemişti ama iyi ki seyretmişiz, güzel çıktı sonuçta (New Girl’ün NickNickNick’i ile Parks & Rec’in April’ı ile The One I Love’ın suratsızı, ah tabii bir de Miracle Workers’ın şeysi (Seyfi?))

Yerlilerden Mitchells vs. Machines’ı seyrettik, çok güldük (4 vermişim yaw) — Ece bizi aşağıladı zevklerimiz ve espri seviyemizle ilgili olarak; sonra Oxygen’i seyrettik (Fransız olanı) o neydi ya… pfffft!

Evet, artık uyayım ben. Bibi lala!

Kış…

…When you gonna make up your mind
When you gonna love you as much as I do…
(Tori Amos, Winter)

Vaktiyle kıştan T.S. Eliot eliyle yakınmıştım, bu aralar yine kış, yine kış, yine kış… Dün sabah (kuşluk vakti) Ece’yi servise bindirdim, hiçbir şey yoktu ama yarım saat sonra ben çıktığımda bembeyaz, karlar altında bir Ankara karşıma çıkıverdi!

Sevgili Düşes’e gelsin: o ki beni bu sabah “Di quella pira” ile kurtardı! 8)

Okumaya devam et “Kış…”

müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)

Bugün RHCP Anthony Kiedis’in 2002’de gerçekleşen Talking Heads’in Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edilmelerinden önce yaptığı davet konuşmasını izledim. Konuşmasına o günün daha öncesinde yapılan Ramones’in takdimini gerçekleştiren Eddie Vedder’ı iğnemelerle başlıyor (ama hakikaten de Eddie, o da neydi öyle yahu! Biz seni hep Ramones’in 96’daki veda performansında pinhead olarak sahne alışınla hatırlayalım pls!). Bu videoya Tina Weymouth videolarını (çok güzel bir örnek olarak, bkz. Connecticut Women’s Hall of Fame – Tine Weymouth Tribute) izlerken ulaşmış idim. Kiedis, Talking Heads’den bahsederken, onların hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu, 77’de onları ilk defa Psycho Killer ile dinlediğinde nasıl da çarpıldığından yola çıkıyor. “Smart kind of cool”. David Byrne de bunu diyordu zaten: “dans edilebilir entel bir müzik yapma hedefimiz vardı” mealinde. (Ayrıca, ortalara dönersek, Dee Dee kırgın, John her zamanki bönlüğünde, Marky hemen her zaman olduğu gibi ortalığı toplamaya çalışıyor; Just Heads çok uzun bir zamandır David Byrne’e küsler).

John Strummer, Jarmusch’un Mystery Train’inde Elvis kılığında çıkıyor.

Remember to kick it over / No one will guide you, Armagideon time

Okumaya devam et “müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)”

Big in Japan (bigicepen)

Benim için: Japonya. Garip bir yer, garip adetler, stranger in a strange land. Bir arkadaşım var, “Spotify kendisini yanlış tanımasın” diye, bazen aklından geçen şarkıları çalmaktan çekiniyor. Ben ise geçen gün bu konuda nirvana’ya ulaştım: Sleater-Kinney, Jose Carreras, Iron Maiden’ın Eddie’si ve Zeki Müren el ele vermiş, “your daily mix” kısmında bana bakıyorlardı. Bu durum bir Youtube’un kafasını karıştırmamışa benziyor zira birkaç ay evvel bir tane hiphop/rapçi; geçen hafta da bir ska grubu önerdi (this and this):

Wednesday Campanella – Shakushain (İngilizce altyazılı olarak da takip edebilirsiniz)

 

Tokyo Ska Paradise Orchestra – Skaravan

Ben de hemen bayıldım tabii ki de. Neden önermiş olabileceğine dair birtakım teorilerim var elbet (şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım uçuk bir Japon reklamını tekrar bulabilmek için tekrar tekrar seyrettiğim onlarcası — bu arada, mekan Prag, sene evvelki sene, turistik bir yerde Ece ile poz veriyoruz, parmaklarımızı Caponlar gibi zafer işareti yapıp “konsume, konsume pançi!” diye reklam şarkısını söylüyoruz, sonra bizi afallamış bir şekilde uzaktan izleyen dumur Japonları görüp iyice neşeleniyoruz (bir düşünün: diyelim ki Bolivya’da Aztek Ziguratlarını huşu içinde gezerken, kenarda iki Japonun bombozuk bir Türkçe ile “akşama babacığım, unutma Ülker getir!” diye poz verişlerine şahit oluyorsunuz!) neyse, nereden nereye kadar geldik, işte bir ara da cazdan haz etmememe rağmen acaip sağlam davulcular tarafından “gelmiş geçmiş en iyi davulculardan biri” olarak tanımlanana Buddy Rich dinliyordum, işte onun Caravan‘ının yüzü suyu hürmetine bizi bu deli skacılarla (skacıların akıllısı olur mu zaten! 8) tanıştırdı demek. Ben elemanların birini Murakami’ye benzettim, Nergis Hanım, bunların gerçek Japon olamayacaklarını, zira yatağın üstünde ayakkabıyla zıpladığını söyledi, hak verdim (gerçi gitarist sonra çoraplarla çıkıyor).

Albümlerini dinlerken engin Japoncamla “Miyazaki, Totoro (Tororo)” filan dediklerini bizzat ayırt ettim, kendimle gurur duydum. Bir albümlerinin kapağı tam da Cowboy Bebop’a layık:

Cowboy Bebop’ı da live-action çekeceklermiş. Niye ki?