I’m not half the man I used to be…

Bir önceki girişi yazdıktan kısa bir süre sonra, Yesterday‘i izlemeye gittik, yazması bugüne kaldı (bugün: 13 gün sonrası), ne gam, yazarız elbet. Düşes’e ilgili giriş üzerinden yorumuna cevap yazacaktım ama baktım yazacak şeyler çoğalıyor, yeni bir giriş açayım dedim: burada yazacaklarımın bir kısmını halihazırda kendisi ile WhatsApp üzerinden konuşmuşluğumuz olduğundan, ona bazı bazı ikinci baskı, parçalı bulutlu gelecek haliyle, ama yapacak bir şey yok – kamunun öğrenme hakkı blah blah… 8P)

Richard Curtis, tâ “4 Nikah, 1 Cenaze” günlerinden sevdiğimiz bir ağabeyimizdir. İyi kalplidir, naiftir; iyiliğin, sevginin -birkaç kalp kırıklığı ile birlikte- her şeyin üstesinden geleceğine yürekten inanır. İşte 4 Nikah 1 Cenaze, Notting Hill senaryoları tutunca, bir de yönetmenlik yapayım demiş olacak ki, “Love Actually“yi çekti, çok da iyi yaptı. Peşinden, televizyon için çektiği “Girl in the Cafe“yi de seyredip, “politikliğine” biraz şaşırarak da olsa, beğenmiştik (şimdi “Kelly MacDonald“ın adına bakmaya gidince, bunu çekmediğini, senaryosunu yazdığını gördüm) — Kelly MacDonald’ın oradaki performansından dolayı ben onu gerçek hayatta da Kızıl Joan gibi bir şey zannedip durdum ama Nanny McPhee’de o şekil görünce de haliyle dumur olmuştum (bu arada ne kadar ne kadar ne kadar Nuran’a benzer!).

The boat that rocked“ın (aka Pirate Radio) haberini alınca ne kadar heyecanlanmıştım: konu müthiş, oyuncular müthiş, e gelsin bari… Geldi, gördük. 8( Peşinden “About Time” 8((  (Hammer Justin Time‘dan(!) bu yana zaman üzerinden gelmiş geçmiş en kötü kelime oyunudur!). Oyuncular ne kadar iyi, ne kadar güzeldi yine! Hastası olduğum Sirens (RIP) dizisinin öte bir bölümü vardır “Rachel McAdams Topless” adında, orada, güzel polis kızın, Scrubs/Castle çıkışlı Michael Mosley tarafından özlenmesi ne de güzel anlatılır (benzer bir benzerlik parodisi Hustle’da esas kızın Kylie Minogue’la benzerliği üzerinden gerçekleşir; tabii bir de Oceans 12’deki Julia Roberts / Julia Roberts, Malkovich Malkovich hayvanlığı var 8). About Time’de Rachel McAdams güzel güler, güzel bakar; keza Yesterday’de de Lily James öyle işte.

About Time’da gıcık olduğum bir şey vardı: esas oğlan Bill Weasley işte çocuk sahibi olur, sonra kızkardeşini kurtarmaya giderken aaa bir bakarız ki çocuğu arap olmuş, shame shame 8P… Sonra bundan dersini alır, ikinci çocukla birlikte de papiye baş baş der. Ya ÇOCUĞUN GİDİYOR, sen hâlâ aman efendim, sepet efendim. Olmaz. (Hogwars Mystery’de buna yazan birtakım arkadaşları buradan uyarırım: bu adamdan ne köy, ne kasaba nuri bilge ceylan). Şimdi tabii ki Yesterday’deki Coca-Cola yokluğunu çocuk yokluğuyla kıyaslayacak değilim ama, coca-cola yokluğu: meh işte; çocuk yokluğu: oha.

İsmini vermeyeceğim bir düşes, okuduğu bir eleştiride, Richard Curtis’in bütün romcom klişelerini gerçeklediğini iletmişti, doğrudur, ama o zaman da belirttiğim üzere, Richard Curtis’in bunu formül üzerinden yaptığını sanmıyorum: bizzat adamın içinden geliyor bence.

Ve gelelim sana Danny Boyle!.. (Anladın sen onu, başka da bir şey demiyorum, şimdi git).

Film kötü müydü? Değildi ama meh’ti işte. Baktım şimdi bütçesine, 26 milyon amerikan deniz kabuğuna yapılmış (hemen üzülmeyin, 88 milyon da geri getirmiş). Bu paranın onda birine, indie bir yönetmen tarafından ya da son sınıf öğrencisi tarafından, kısa metraj çekilmeliydi (hani böyle eşten dosttan para toplayıp, 20 dakikalık kısa çekiyorlar da, film beğenilirse bir stüdyo tarafından tutulup, uzun metraja yayıyorlar ya, o da olurdu — yönetmenin ilk/ikinci filmi olması kaydıyla – favori çulsuz indie yönetmenim Shane Garruth ne yapıyor ki acaba bu aralar? Bir bakmak lazım…).

Kopuk kopuk olacak ama, trailer’ı izlediniz mi? James Corden’ın programının olduğu sekansta siz de benim gibi, güzeller güzeli Ana de Armas‘ı görüp, sizin de içiniz benimki gibi cızzz! etti mi? Sinemaya gidip de, e hani nerede, nerede? dediniz mi ben gibi(n)… Richard Curtis’le yapılmış bir röportajdan öğrendiğim üzere, Ana de Armas’ın olduğu sahneler (ve konu dallanması) edit masasında çıkarılmak zorunda kalmış. Ayrıca, Paul ve Ringo’nun birlikte geldikleri anın kofti çıkması da çok ama çok ayıp: böyle yapacağına hiç yapmayaydın be Richard! (Erdoğan Sevgin mode off) (Bu arada, günceli takip eden bir yazarınız olarak: Paul ve Ringo geçtiğimiz hafta bir araya gelip Beatles şarkıları (ya ne şarkıları olacaktı!) söylediler). James Corden’ı da, Allah affetsin, günahım kadar sevmem ammavelakin bu seneki Tony’lerin törenindeki performansı beni benden aldı, tavsiye ederim, hatta buyurun:

… ve gelelim “şu” Lennon meselesine. Edinburgh yöresinden E.D., filmdeki Lennon’lı kısmı zorlama bulduğunu belirtse de, benim hakikaten hoşuma gitti. Hep derim (derdim): Kafka’ya, Oğuz Atay’a seçme fırsatı verilseydi, -bence- hiç düşünmeden kabul ederlerdi sakin, mutlu bir yaşamı (gerçi şimdi biraz çelişki oldu, zira ikisi de ölümlerinden sonra kitlelerle buluştu ama yaşarken takdir edilmiş olsalardı bile, zannetmiyorum ki seçimleri değişirdi. Ne demiş Woody Harroldson:

yes beybis.

Girişimizin bu noktasında -tabii kabul edersen/hâlâ okumaktaysan Jim- en  ünlü olduğunu düşündüğünüz bir şarkıcıyı/grubu gözünüzün önüne getirin. Ben eskileri bildiğimden Michael Jackson, semi-yenilerden de Rihanna, Sia, ya da buptıs gangster rapperlardan biri filan derdim. Cık. Değiller. Ed Sheeran’a filmde gıcık oldunuz, değil mi, yok “herkes bana hayran, ben sana…”, yok “John the Baptist” falan filan… Kimsin arkadaşım sen? (Eyyyyyyyy Ed Sheerannnn!…). Çok güldüğüm bir tweet/internet şeysi vardı, tekrardan bulayım da bulayım… 1 sn. (buldum):

Ha-ha-ha! 8)))) [Ne? Spotify’dan mı arıyorlar? Bağla kızım…]

1st in the world. Le Kapaque…

Durum aynıyle vaki (beni de Eda uyandırdı duruma). Bir tane fıkra vardı: en iyi golfçü zenci (Tiger Woods), en iyi rapçi beyaz (Eminem) (“You know the world is going crazy when the best rapper is a white guy, the best golfer is a black guy, the tallest guy in the NBA is Chinese, the Swiss hold the America’s Cup, France is accusing the U.S. of arrogance, Germany doesn’t want to go to war, and the three most powerful men in America are named “Bush”, “Dick”, and “Colin.” Need I say more?” — fıkra değil, Chris Rock imiş).

Başka ne yazacaktın Sururi? Saat burada 1, orada 2 oldu, yaz ne yazacaksan da, yatalım uyuyalım artık. (düşünüş, düşünüş…)

(…) burada bitirecektim ama bunu koyunca aklıma cut/copy/paste eliyle yapılan* güzel montaj klipler geldi (ki, bu öyle değil, biliyorum), misal: Nick Cave – Disco 2000; Depeche Mode – So Cruel (iki cover da tadından yenmiyor – bu vesileyle, tekrardan: ah ülen Bono!..). Ayrıca “Across the Universe” ne kadar ne kadar ne kadar dandik bir filmdi öyle yaw! (Sururi onaylamadı, cıkcıkladı… 11 yıl olmuş izleyeli, hâlâ ağzımda kekremsi (her nasılsa artık o) bir tat aklıma gelende… (“Bir leydi gelir naz ile / Lordum ağlar saz ile”)). ABBA filmleri de (Mamma Mia; Mamma Mia Here We Go Again de kötüydü ama Across the Universe tam hezimetti yaw / aaa, MM2’deki Lily James’miş! aaaaaa! story by Richard Curtis diyor!!! Rowan Atkinson bence gerçek hayatta çok ama çok ama çok iyi, efendi, mülayim, mütevazi bir insan. Gene bir Richard Curtis röportajında, Riçırd, Love Actually’deki Billy Mack – Menajeri Joe ilişkisini Rowan Atkinson’la kendisinin yıllara yayılan ilişkisinden esinlediğini belirtmişti.)

Gelecek programlar: Barış (yok, özel olur şimdi, o olmaz o yüzden); Yoon Ha Lee – Machineries of Empire serisi (taze bitti); Where I’m calling writing from (Bilbo Bagginsssessss…); Modern Lovers -> Velvet Underground / Talking Headsssss…

“I’m not half the man I used to be…” için 2 yorum

  1. Geçen gün, bu sefer Ece ile birlikte, Notting Hill’i izledik de, oradaki kız kardeşi (Emma Chambers) ne kadar da bizim Doc Martin’in Mrs. Tishell’ine (Selina Cadell) benziyordu! (Şimdi isimlere bakınca o kadar da benzemediler ama olsun artık, ne yapayım…). Ayrıca Emily Mortimer’a, Disney’in “The Kid”inden beri, farkında mıydın nasıl da sana, ben bir zamanlar, boşver aldırma!…)

  2. Şöyle ki: The Man From U.N.C.L.E.’ın mowie zowie versiyonunu izliyordum, şarkılardan biri (Tom Zé – Jimmy Renda-se sürekli kafamda çalmaya başladı, onu ararken filmin detaylarını da kurcalayayım dedim, asıl kızı (Guardians of the Galaxy Vol2’nun Farscape’in esas oğlanı ile oynayan altın kız olmayanı, Alicia Vikander imiş adı) nereden tanıyormuşum mesela, aaa, süper düper Ex Machina’nın Ava’sı imiş (Ex Machina’yı sevdiyseniz, güzeller güzeli Anya Taylor-Joy’un (ki aslında Glass’da güzelliğinden çok “garipliği” ön plana çıkıyordu) Morgan‘ını izlemeden geçmeyin aman sakın!), sonra bir de Lily James ile düğün fotoğrafları vardı imdb’de, nedir ki deyince, günün bombası çıktı karşıma: 4 Weddings and a Funeral Red Nose Day Special! (bu senenki imiş, taze yani). Hugh Grant de vardı zaten The Man from U.N.C.L.E.’da, anlamalıydım! 8)

    Bunda orijinal filmin cenaze konuşmasını yapan karakter, bir “şiir” alıntılanırken, Hugh Grant’in karakteri Charlie, Andy McDowell’ın karakteri ?’e “Auden mı diyor?” çünkü Auden’ın o şiiri!!!… Ne kadar etkileyicidir!, Andy McDowell da cevap veriyor, “yok, Ed Sheeran”.. 8P

    George Michael’ın oğlu olsaydı benzeyecek bir genç Barry Manilow’un “can’t live without you”yu söylüyor, daha da dün çalmıştım, hoş tesadüf oldu ama sanırım hayatım bir tesadüfler silsilesine dönüşmüş durumda (bu konuda yıllardır parmaklarımın ucuna gelip gelip yazmaktan vazgeçtiğim bir Salinger hadisesi var (anahtar kelimeler: Seymour, Zen hikayesi, Batı’nın embesilliği (bugün de zaten Güzel Sanatlar Müzesi’ni gezen iki Amerikalı vardı, adam parmağıyla göstermedikçe konuşamıyordu!). Neyse, bir bakayım kimmiş o oğlan, “Sam Smith” diye biriymiş, müziğini de beğenmedim. (Grumpy old men mode off… aaa düğme bozulmuş 8)

    En sevindiğim Duckface’i tekrar görmek oldu. Fiona, Hugh Grant kızın babasını sorunca (şimdi Kristin Scott Thomas’ı Fiona, Hugh Grant’i de ismiyle yazınca koskoca Kristin S.T.’a ayıp oldu tabii), Red gelemedi, yazık filan dedi, orayı ya kaçırdım, ya anlamadım.

    Bir de Barış’ın düğününde tanıştığım bir arkadaşı (Lydia, haydi ismiyle söyleyelim, nasıl olsa buraları okuyacak değil), öte derecede Love Actually’deki Laura Linney’e benziyordu. (Bu vesileyle, Sururiliğimi yapıp, tarih de düşmüş oldum icabında).

    Ve gelelim kapanışa (ayrı bir blog girişinde işleyeceğim): Şu başta bahsettiğim şarkıyı söyleyen/”yazan”, her neyse, neydi adı, Tom Zé imiş, işte onu yıllar sonra David Byrne açmayı planlandığı plak şirketi için mi, samba konusunda mı ne araştırma yaparken tesadüf eseri bulmuş, ilk albümü de ona yapmış. Bu aralar ayrıca David Byrne’ün “How Music Works” adlı eserini okuyorum, epey zihin açıcı, işte ondan filan bahsedeceğim bir ara (Talking Heads’in klavyecisi de önceden hastası olduğum Roadrunner‘ı icra eden Modern Lovers’ın klavyecisi imiş (çok güzel bir konuşması vardır Talking Heads Rock’n Roll Hall of Fame’e induct edilende…).

    Stop. Hammer time. Bibi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir