Güzel şarkılar gibi güzel…

Açılışı Cemal Süreya’dan esinle (Fotoğraf‘tan bir detaydı: Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü...) yaptım diye hüznünü de devralmak gibi bir zorunluluğum yok şüphesiz.

$izoSuru’lar arasında benim favorim ikinci hazırladığım “Kanserojen Şarkılar” olsa da, güzellikler açısından dördüncü $izoSuru “Mutlu Sonlar“ın hem daha zengin, hem de daha popüler olduğunu doğrusu ben bile yadsıyamam. (Bu arada blog hariç siteyi statikleştirirken arada blog’a verilen bağlantılar da katılaşmış, Dora Hanım’a iletmek lazım ama üşen üşen üşen üşen..). Podcastlerin ilk 5’ini (5 buçuğunu) o zamanki şevkimle 2011’in şubatından mayısına dört ayda kotarmışım; insanın bir kenarda böyle baktıkça ufak çapta gurur duyabileceği tasarrufları olmalı, aferin bana, aferin Sururi’ye!.. Neyse, ne diyecektim, işte Mutlu Sonlar’daki şarkıların büyük çoğunluğunun indie tarzında, onların da büyük çoğunluğunun 2007 yılında çıkmış olması tesadüf değildi zira elimde 100+ şarkılık bir “Best of Indie: 2007” derlemesi mevcuttu (hala da mevcuttur: hatta 2008 ve 2012 tarihli olanları da bulunur). 

Indie garip bir akım. 100 şarkının 70’i (kafadan %70 oluyor keh keh 8) berbat ötesi olsa da işte çok çok iyi şarkılara da rastlıyor insan (o vakitler bu konuyla ilgili sevgili Georgina ile istişarelerde bulunurken “çöplüğün içinde altın aramak” teşbihi ile neşretmiştim fi tarihinde (jöntürkler, fecr-i ati râdeon).

Bilbao’da iki haftamı doldurdum, rutine geçiş yapabildim. Benim için rutin: gündüzleri üniversitede, geceleri evde çalışmak, kola+puro+sütü koda çevirmek (ne kadar puro, o kadar kod! 8), sürekli müzik dinleyip, aralara da film sıkıştırmak anlamına geliyor. Pek bahsetmediğim için bilmeyeceğiniz, fakat camiada çok kullanılan bir kodum var sunucu bünyesinde, STRUCTURE RELATIONS – verilen iki yapı arasındaki dönüşüm matrisini grup teorisi kullanarak otomatik olarak hesaplayan bir uygulama, buradan göçmeden biraz evvel (2011) test aşamasından çıkarıp umuma açtığımız bir arkadaştı, o zamandan bu zamana defalarca “ya çok minnak bir şey bu, ama referans veremiyoruz memedalibey biraz yardımcı olsanız…” mealinde, makale isteği almamıza rağmen, bir türlü vakit bulup yazamamıştık makalesini (makale: 1. kısımda programın çalışma ve hesap yöntemleri bütün detayları ile anlatacak, 2. kısımda ise program kullanılarak yapı aile ağaçları (örneğin Barnighausen Ağaçları) oluşturulup, hem ilişkiler silsilesi çıkarılacak, hem de aradaki boşlukların doldurulması vesilesiyle yeni yapılar bulunacak — ay bu blogda bu kadar bilim yeter de artar bile, biz konumuza dönelim, ne diyorduk? Müzik!).

Birazdan gireriz müziğe. İşte geldiğimden beri o zamanlar Lego mantığıyla zaman içinde evrilen karmakarışık, yamalı kodu bu gelişimde baştan, düzgün şekilde yazmakla meşgulum bu aralar (sibelalaş). bugün günlerden ne? bugün günlerden cuma, o halde, salı ve çarşamba geceleri 3 gibi yattım, 9’da kalktım üni’ye gittim; dün yine bir şevk dalgası geldi, sabahladım, günün ilk ışıkları ile yine üni’nin yolunu tuttum (çok güzel doğar bu arada güneş burada, ilk geldiğimde vurulmuştum, hala da “fırsat buldukça” izlerim (ve klasik nerd esprisi: bir bilgisayarcı sabah 6’da çalışıyorsa bu ne demektir?...  – “bilgisayarcı” yazınca gördüm, patron okurken kaşını kaldırdı, hesaplamalı-fizikçi diye uyarlayayım o zaman kendime ;).

Evet, Müzik. (yine araya giriyorum ama kola:light, puro:vegafina, süt:pascual entera olacak). Birazdan listeyi yazarken tarihlere tek tek gidip bakacağım ama sanıyorum ki indie’lerin hemen hepsi bu seneden, bilemedin geçen senedir çok çok.

Açılışı Fuel Fandango’nun Toda la vida soñando‘su (“bütün dünyayı düşlüyorum) ile yapalım. WhatsApp’dan bakıp tam tarih vermek mümkün olduğundan, bir saniye, evet, tam olarak 16 Mayıs günü Nerea’nın tavsiyesiyle hayatımıza lönk! diye girdi: çatır çatır, tavizsiz! O gün bugündür deliler gibi dinliyoruz, İngilizce olsun, Espanyolca olsun, eşlik ediyoruz, “ritmi düşürmüyoruz” (Beastie Boys, they don’t drop the…. beat!). Bu müthiş şarkının arkasında yer alan Madrid’li kardeşlerimizi başarılarından ötürü kutlar, devamını bekleriz:

(gerçi daha evvelden de paylaşmış idim ama olsun, yine paylaşayım, yine dinleyin, dinleyelim 8) — 2016’da seslendirmişler ama o tarihten bugüne görüntülenme oranının 850.000 olmasından ben utandım.

Sonra, bu sefer eskiden de, ama arada sırada dinleyegeldiğimiz bir dans şarkısına sardırdık (epey de meşhur, bu girişin ruhuna aykırı olabilir, olsun): Sia – Cheap Thrills (ne demiş atalarımız, I LOVE CHEAP THRILLS!)

( o kadar eski dedik, bu da 2016 çıktı, iyi mi! till I-hit the dance floor (vadabad?), hit the dance floor(vadabad?))

Geçtiğimiz aylarda, oralarda buralarda geziyordum ki Lake Street Dive’ı keşfettim, hem de Kinks’in “Lola”sını coverladıkları haliyle – bir cover bu kadar mı yakışır! Şarkı da süperdir, gökkuşağı gökkuşağı!..

(bilin bakalım bu da mı 2016’dan? evet). Gözümün önüne doğrudan Quantum Leap’de iri kıyım Sam’in (Scott Bakula) cins-i latiflere ışınlandığı bölümler geliyor, hatta arayıp, bulayım foto moto, siz de eksik kalmayın.

Vokal sağlam, bası kontrabasla veriyorlar, yakışır (ne demiş William Blake? Sudan korkanı atın denizlere! (demiştir herhalde, iki dilde aradım, bulamadım kaynak). Bir sürü güzel şarkıları var, şimdiki de benim favorim olan “Tell them I’m a good kisser”:

Rachael is a good kisser…

Müthiş, müthiş! Sağolsunlar, varolsunlar (çok yaşa indie)… (4 Mayıs 2018 imiş yayınlanış, işşşşte böyle!)

Sıradaki grubumuz adlarını çocukluğuma damgasını vuran, Goonies Never Say Die’daki kötüleri oluşturan mafya ailesinden alıyor: The Fratellis. Onların Star Crossed Losers’ını çok uzunca bir süre Star Crossed Lovers olarak algıladıysam da, doğrusunu öğrendim. Klibini de severim, klibindeki tipleri de (bu tarz konularda daha fazla ahkamım için please refer to: Ne yaptığımız ve kim olduğumuza dair… başlıklı giriş (Haziran 2012)).

(Şubat 2018! I’m on fire! 8))

Geçen aylardan birinde çok sevgili arkadaşım Eda ile arabada gidiyoruz, radyoda güzel bir şarkı başladı, böyle chanson-noir (ben uydurdum), anında beğendik, sözlerini internetten tarayıp, şarkıyı bulup not ettik: The Pierces – Secret, meğerse çok meşhur bir dizinin (Pretty Little Liars) jenerik şarkısı imiş aynı zamanda, bir biz bilmiyormuşuz. Ama konu o şarkı değil, yine geçen gün internet gezintilerim sırasında siz deyin Amy Winehouse, ben diyeyim …(kim?), bana göre benzer janrda geçen bir başka şarkının üzerine stumble eyledim (boş vakitlerimde böyle çok stumble ederim efendim, sizden stumble olmasın):

Gin Wigmore – Hey Ho (bu da, The Secret da 2010’danmış).

Bir ay kadar önce de bir haftasonu annem, ben&gü, Ece, alışverişe çıkmıştık. Ben Pull&Bear’ın bir köşesinde aslanlar gibi kaptığım tahta kübün üzerinde oturmuş beklerken, güzel bir şarkı çalmaya başladı, hemen sözleri takip etmeye çalışıp, ardından internetten şarkıyı buluverdim (sonuçta piyasada “always… always… I will… I will… always… always.. get naked… naked… for you… for youuuu!” şeklinde sözlere sahip olan pek fazla eser yok; ve ayrıca da Shazam kullanmayacağım kardeşim, var mı!):

DYAN – Days Upon Days (2016 imiş. Bundan sonra sadece işime gelenlerin yıllarını yazacağım 8P)

Geçenlerde Nergis Hanım’la Cheap Thrills peşinde coşuyorduk ki, Ece bizi gördü… “Şey,” dedi, “sizce bu tür şarkılar için artık biraz yaşlı değil misiniz?”. Olaydan bu yana kendisini kuru ekmek ve su diyetine başlattık, yarın bir daha fikrini soracağız hanımefendinin. (Haydi DYAN myan olsa yine bir nebzeye kadar ama Sia yahu, Sia bizden! Biz onun abuk sabuk, göze eziyet o ilk dönem DIY kliplerini biliriz! Misal: Buttons & You’ve ChangedClap Your Hands)

Dün de Turan’ı, The Cardigans’a laf söyleyecek gibi oldu diye dövüyordum, Barış’la Efe elimden zor aldılar, “aman abi, çocukla çocuk olma, boşver gitsin yeaaa” dediler. Bir grubun pop yapmasıyla, canavar gibi Nordic Black Metal yapabilecek donanımda olup pop yapması arasında dağlar kadar fark var (ve ayrıca aman Nina, canım Nina…). Şimdi sıraya koyacağım Phantogram’ı da bilmesem de, etmesem de benzer bir kefeye koyuyorum (yazarken bir de aklıma vaktiyle “okullu punk”çı ağabeylerimiz The Wire geldi benzer minvalde). Yaşlılar da elektronik müzik yapar, hem de iyi de yapabilir, ne olmuş?

Florence + the Machine’le malesef Ceromanials‘dan sonra koptuk (Ceremonials hakkında epeyce atıp tutmuştum, sonra bütün o söylediklerimi yedim, orası ayrı, ama artık öyle ulu orta konuşmuyorum — daha bugün Düşes’le gerçi How Big, How Blue, How Beautiful hakkında konuşmaya çalıştık ama ikimizin de albüm hakkındaki bilgisi 0 olduğundan çok da uzun bir konuşma olmadı). İşte geçen gün “radyoda” hiç duymadığım bir Florence şarkısı çalmaya başladı, Erdoğan Sevgin gibi “afferin bu kıza, bak ne güzel şarkı yapmış, haydi ailecek göbek atalım!” dedim kendi kendime, ama bir baktım ki o da ne! Florence değil, Alice Merton adında bir hanımkızımızmış (Erdoğan Sevgin moduna bir kere girince kolay kolay çıkılamıyor). Florence çakması olduğunu göz ardı ettiğinizde süper bir çalışma No Roots:

Bayağı enternasyonel bir hayatı var arkadaşın, zaten şarkıda da öyle diyor 8P 8) Single olarak çıkardı, ileride gelecek albümleri de dört kulakla bekliyorum (evet, baba esprisi – zaten dün Turan esprilerime de laf söylediydi. Hıh! <ayaklarını koltukta altına çekip, pencereye doğru döner, uzaklara kayıtsızca bakmaya çalışır>). Bu arada, Florence’dan kopmam haydi neyse (yine de büyük bir kayıp benim için!) ama ya Neko Case’den kopmama ne diyeceğim? Geçtiğimiz ay This Tornado Loves You’dan sonraki ikinci albümünü çıkarmış, ruhum duymadı (albümü de çok kere dinlemem lazım, yorum yapmıyorum o yüzden). Başka hangi sevdiceklerim albüm çıkardılar da daha bir türlü şarkıların içlerine dalamadım: Vega, Lucky Soul… Florence’ın Hunger’ı ile Big God’ını birkaç kere dinleyip çok da tutmamıştım ama neyse ki, şu 3 günlük uykusuzluğun da etkisiyle çok şükür, bugünlerde (evvelsi-dün-bugün) bam telimi titretiyor.

Sonra yine bir gün, “radyoda” miyav miyav miyavlayan bir ses duyunca, “Tamam,” dedim, “Kate Bush olsa gerek (çağımızın yetiştirdiği en you big cat you sanatçılardandır / Kedi -> Rossini çağrışımı ama gitmeyelim şimdi oraya, geç oldu, dönüşte vasıta bulamayız filan), ben de çoktandır dinlemiyordum, iyi oldu deyip başına geçince bilgisayarın, aaaa, genç bir kız! Sonrasında zaten koro filan da girince sesini kazandı, o gün bugündür dinliyorum:

(Zach (Braff) Garden State 2’yi çekse de, bizi böyle tek tek indieragandi musiki arama derdinden kurtarsa!) Bu arada, şarkının akustik bir versiyonu da var, o da güzel, tavsiye.

Çok yazdım yaw, bundan sonrasını topluca vereyim, önce yeniler, ardından… neyse, az kalmış zaten.

Sıradaki iki-üç-dört tanenin aslında ne eskiyle, ne yeniyle pek bir alakaları yok ama ikide bir melodisi aklıma takılıyor, neydi, kimdi bunlar deyip, her seferinde epey bir taramadan sonra buluyorum, o yüzden buraya alayım da, hazır bulunsun ileride yine şey edersem (edemezsem) diye:

(Hakikaten de: Bunların acaba kaç tanesi Garden State OST’de vardı? 8)

Kate Nash çok sevdiğimiz, ürktüğümüz bir ablamızdır. Hazır Glow’un da ikinci sezonu başladı (cuma günü yayınlandı, ben pazar günü buraya gelişin koşturmacasında olduğumdan ancak 3 bölümü izleyebildik, kalanını burada çitleyeceğiz artık inşallah). Kendisi bu sene tam kendine yaraşır bir şarkı çıkardı (“Drink About You”) — işte bir Nazan Öncel’in orta-gençliği (anladınız siz demek istediğimi), bir de Kate Nash!

Epey yaygın bir klişe vardır ama hakikaten arkadaşlarımda dahi şahit oldum: sarhoş binilen takside çalan alakasız kasetin (o zamanlar kaset vardı, siz bilmezsiniz 8P) hastası olmak. Şimdiki 3 şarkı da sanıyorum buraya geldikten sonraki genel yoğun tempom ve uyku eksikliğim yüzünden musallat oldular bana lakin pişman da değilim hani:

Hazırsanız, hiçbir şey bilmediğim bir konuda çıkarımda bulunup, hiçbir fikrimin olmadığı bir konuyu gerekçelendireceğim. Öhm. Efendim, şimdi bildiğiniz üzere (bıy bıy bıy karagözüm) Lin Manuel-Miranda Efendi’nin başta hip hop’u ve bütün o “biçim” (ya offff) müzik türlerini harmanlayıp sahneye koyduğu Hamilton müzikali rekor üzerine rekor kırdı (ben Sia için olmasa bile, bu işler için yaşlandım, çok yaşlandım). İşte bence -başta da belirttiğim üzere engin bilgiye sahibim breh breh- bu yükseliş pop(?) evcil(?) hip hop’u patlattı (ki, o (şimdi bahsedeceğim) müziğin akademik ortamlarda hip hop olarak sınıflandırıldığından da pek emin değilim doğrusu), işte mesela şöyle bir şey (bunu da başta sevmemiştim ama çok dinledim, artık seviyorum 8)

Vaktiyle, yine buralarda, bu naçiz yazarınız Beth Orton adındaki bir hanımefendi için şarkıları bana kesinlikle hitap etmese de, tam tipim – sesi tamamıyla kapatıp, öyle izliyorum video klibi mealinde bir şeyler yazma gafletinde bulunmuştu da, kendisine dünyanın kaç bucak olduğu kendisine gösterilmişti (aka, kimle konuşuyorsun bakayım sen Cemil?!)… o yüzden, o vakanın üzerinden geçen 7 senede dersimi almış olduğumu tahmin etmeniz çok normal; o yüzden de hiçbir şey yazmıyorum, sesi de kapatmadan, öyle seyrediyorum (touch touch touch touch touch… crush crush crush crush crush… filan.), evet, bir ihtimal izlediyseniz göreceğiniz üzere epey masum, suya sabuna dokunmayan apolitik bir hippidi hoppidi eser. MC Hammer (baktım şimdi yıla, 1990 imiş) o zamana kadar epey politik olan rap’i “U can’t touch this” ile iyice MTV’leştirip, uysallaştırıp her yere (benim hayatıma kadar) sokunca dünya yerinden oynamıştı (siz o zamanları hatırlamazsınız, saatlerce kuyrukta bekler, İnönü’nün kapısında sabahlardık G’N’R, Metallica göreceğiz diye – Açık Hava Tiyatrosu’nda Pentagram’la pogo yapardık (bunları hakikaten yaptım bu arada) 8). Neyse, hip hop işte yukarıda başarıyla saydığım gerekçeyle tarihinde hiç olmadığı kadar yükselişe geçince, hiç ummadığımız yerden bir katılım oldu: Community’de büyüttüğümüz, Martian’da solar iken dirilttiğimiz, Solo’da gönlümüzü çalan Danny Glover da Childish Gambino müstear ismiyle hip hop dünyasına adımını atmış (bu satırları Atlanta’yı bilip de seyretmemiş bir aymazlıkla yazdığımı da disclaim edeyim, nasıl diyor siz?). Bu şirin, sempatik çocuk kim bilir nasıl minnak şarkılar yapıyordur, hem zaten efendim, biz onu Abed’le yaptığı İspanyolca rap şarkısını ilk duyduğumuzdan beri biliriz… (mandolin çalardı…). Bir bakayım hele bir, nasıl şarkı yapmış kerata…. Enter ahanda bu: This is America

DANN! DANN! DANN! Damardan giriyor. Diğer şarkıları da (örneğin Bonfire & Sweatpants de öyle — bu arada Sweatpants’in klibinde arkadaki garson buna dönüştüğünde ben Emiriko’ya fena halde benzettim…). Sert yani, ama hakikaten güzel. İleride Hamilton’u izleyecek filan olursam, bu kapıdan girmek lazım (tabii biz beyazlar ne kadar çırpınsak da… anlayamazsın).

Ve gelelim kapanışa. Efendim, counter tenor denen bir klasman var; en ince erkek sesi için kullanılıyor, genelde tok sesliler rağbette midir, kadınlar ışığı kaptırmak mı istemiyor nedir, eserin temeli anlamında pek rastgelmedim (ama Düşes’in de mutlaka counter yorumları, örnekleri olacaktır, eminim 8). En beğendiğim performans Falvetti’nin Nabucco‘sunda karşıma (ekranıma) çıktı (merak ettiyseniz işbu bağlantıya basıp, açıldığı yerden devam edin…). Patronun da sesi güzeldir, ince güzeldir, hep olmasa da, işte arada sırada düşünürüm, paralel evrende şan eğitimi almış bir hali var mıdır, orayı nasıl ziyaret edebilirim, geri dönebilir miyim…). Kapanış hayli (abartmıyorum, öte, çok ama çok süper) sağlam bir şarkı…. taze keşfettim: (and the Emmy goes to…)

Portugal. The Man – Feel It Still

budur. (akustik versiyonunu da kaçırmayın)

Bu giriş, liste değil de, yeni bir $izoSuru olabilirdi, olmadı, hakikaten vaktim yok (82 pt I ve II‘yu özellikle İspanya’ya geldiğimde hazırlamıştım mesela, yani buranın öyle bir cazibesi var), mazur görün, yine de belli mi olur, bakarsınız bir gün… 😉

(Şayet bu şarkıları $izoSuru’da toplamış olsaydım, kapanış şarkısı olarak da şunu seçerdim: The XX – Intro

…bir sonraki programımızda görüşmek üzere burada ayrılırken, ben Emre – ve ben Sururi- İspanya’dan sevgilerimizi iletiyoruz. Esenliklerle kalın…

“Güzel şarkılar gibi güzel…” için 7 yorum

  1. Ooooo, ilk yorumu kaptım! 8P 8)
    Yazıda yararlı ve daha çok zararlı neleri içtiğimi utanmadan yazmışım ama neler yediğimi atlamışım, hemen telefonlarım çalmaya başladı, o yüzden tek tek cevaplamak yerine buradan topluca yanıt vereyim istedim: Bol deniz ürünlü salata + makarnalar, özlediğim çeşit çeşit peynirle hazırladığım sandviçler, nefis avokadolar, mango ve ananaslar… ñam ñam (ha, bir de (iki kere) Abando’dan Casco Viejo’ya giden yolun (c/ Buenos Aires) üzerinde, Cafe New York’u geçince az ötedeki, Kar Wai Wong filmlerinden çıkmışa benzeyen ve take-away ağırlıklı çalışan Wok House’dan acılı, körili, cehennemden sıcak servis edilen tavuk+sebze+pilav kutusu.

    – Listeye koymayı unutup da, sonradan hatırladığınız şarkı var mı?
    -Olmaaa mı! “The Dø” diye bir grubun iki şarkısını (“Despair, Hangover & Ecstasy” ile “Miracles (Back in Time)”) açık havada icra ettikleri “A Take Away Show” performansları. Şarkıcı kız (Olivia Merilahti) Björk kadar olmasa da (SNL’de bu arada post/meta/her çeşit şeylerin olduğu müthiş ötesi iki quirkiness skeçi vardır ki, Kristen Wiig Björk’ü harika oynar, çok tavsiye ederim!) hakikaten weird. Chungking Express’in Faye Wong’u gibi bir quirkiness’ı var (ya da Breakfast Club’ın Allison’ı). Ah, bir de, söylemeden edemeyeceğim, Imagine Dragons, Of Monsters and Men artık yıllardır dinleyegeldiğimiz değerler olduğundan, onları da almadım.

    – Listeye koymaya utandığınız şarkı var mı?
    – Tam olarak “utanmak” denemez ama eski ve acayip piyasa olduğundan ama sarhoş binilen taksi vakasına benzer şekilde bugün minimum 50 kere dinlediğim Taylor Swift’in “Blank Space”i var. It puts Turkish girls’ün triplerini to shame. Kılavuz olarak derslerde okutulmalı. Şarkı da güzel ama sözlerdeki atarlar beni benden aldı. (Bir de herhalde Taylow Swift’e panzehir olsun diye vücut istetiyor: beri yandan da R.E.M.’in Man on the Moon’u gırla gidiyor oynatıcımda)

    -R.E.M. yetiyor mu panzehir olarak peki bu maruz kaldığınız yoğun indie dozajına?
    – Sanmıyorum zira bu aralar Fleetwood Mac’i ve (adır) Patron’u da bol miktarda tükettim (You ain’t a beauty but, hey, you’re alright / Oh, and that’s alright with me)

    – Listeleri hazırlarken, canlılar üzerinde test ediyor musunuz?
    – Öncelikle bu soruyu canlı değil fakat yanlı bulduğumu belirtmeliyim. Bir kere her şeyden önce ben kendimi maruz bırakıyorum: haftalarca, bazen aylarca çaladuruyorum. Bu konuda çok sevgili eşim de bana her türlü desteği sağlıyor. Çoğunlukla o bir işle uğraşırken listeye almayı düşündüğüm şarkıları arka planda çalmaya başlıyor, şarkının onda o farkında olmadan yarattığı etkileri asistanım Robson ile analiz edip, ona göre karar veriyoruz. Bu girişteki listeyi fakat, -inşallah iki güne kapanacak olan- uzun mesafe faktöründen ötürü sınamak için çok sevgili Barış ve Sevil’den uzun yolda denemeleri için ricada bulundum, onlar da beni kırmadılar. Kısa bir süre içerisinde müspet sonuçları aldık, çalışmamızı yayınlayıp tüm galaksi ile paylaşıma açma kararı almamızda destekleri büyüktür.

    – Genel olarak yazmayı unuttuğunuz bir şey var mı?
    – Florence + the Machine, The XX, Gorillaz (sevmem gerçi Gorillaz’ı), The Chemical Brothers, Childish Gambino ve hemen her şarkılarıyla dans frekansımı tam onikiden tutturan efsane Talking Heads’in beyni, kaşı, gözü, garip insanı (gerçi insan olduğuna da şüpheyle yaklaşıyorum) David Byrne Bilbao’ya geliyorlar, hatta geldiler, şu anda buradalar (dün – bugün – yarın: geleneksel BBK Live Fest‘in bu seneki konukları). Ama kalabalıklardan haz etmeyen bir insan olarak tabii ki gitmedim (onlar da bu saatten sonra gelmesinler: uykum var, yatarım herhalde birazdan)

    – Buradan gençlere vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
    Daha ne olsun..

  2. Countertenor sesini pek sevmem. Bana yapay gelir. Zaten ağırlıklı olarak falsetto söylüyorlar galiba. Nadir de galiba… Bunlar için pek eser de yok gerçekten. Barok zamanında castratolar için yazılmışları söylerler herhalde. Yine Handel mendel’in, kadınların söylediği erkek rollerini de söylerler herhalde. Yeni operalar yazan, deneysel takılan zibidiler de kesin bu sesi kullanıyordur. Dur yav, “Written on Skin”in başrolü countertenor muydu acaba? Bi sn…

    Evet, doğru hatırlamışım. (Niye “Written on Skin”i hatırlıyorum? Royal Opera ara ara taciz eder de beni. ;)) )

  3. Çok gülüp eğlenerek okudum. Ellerine sağlık.
    Gerçi şu anda uygun olmadığım için parçaları dinlemeden (resimlere bakmadan) okudum ama onları playlist yapıp peşpeşe takacağım ilk fırsatta.
    İkinci blog girdisi olan üstteki röportajı ayrıca okuyacağım.
    – Bunları niye yazıyorum?
    Söyledikleirmi yaptıktan sonra tekrar gelirsem diye.

    Not : Aramızda kalsın, Dora dişi değil. 😉

  4. Morukla moruk olunmaz, “tutmasalar ne olacak!!!” filan diye cevap vermiyorum dayak referanslarınıza o yüzden.

    Sadece Structure Converter’a da hastayız, onu belirtmek istedim. Saygılar, sevgiler; ellerinize sağlık, öpüyoruz ellerinizden grupça.

    1. 8)))) “STRUCTURE RELATIONS” yazacakken, linkini de doğru vermişken, yanlışlıkla “STRUCTURE CONVERTER” yazmışım, dur şimdi içeriği değiştireyim de sen de ekşi sözlük’tekinin benzeri ofsayt durumuna düş Turan! 8))

      (bu arada, an itibarı ile STRUCTURE CONVERTER‘a da yeni ve kapsamlı mcif export özelliği kodmakla meşguldüm, tesadüf oldu, danke schön.

      Şarkılara baktın mı peki? Bir genç olarak senin görüşlerin nedir? “İLLEDE WAGNER, İLLEDE MAHLER!” mi diyeceksin yoksa?

      Haydin bibi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir