Alice ve ben.

Aslına bakarsanız, yazacak başka bir ton konum vardı, aldığım notlar, mesela: imgeler & izlenimler üzerine bir yazı vardı; Mürdüm eriğine, onun Freza eriğine dönüşümüne methiyeler düzecektim, 7 ömür yılan yaşayanların nasıl ejder olduğundan bahsedecektim; Walk the Moon’un solistinden, Fatih Mühürdar’dan, onun İlhan İrem taklitlerinden, İlhan İrem’den, Gaffur Uzuner’den, Sermet Erkin’den lafı açacaktım, bir zamanlar adıyla varolan… diye bağlayacaktım o yazıyı da; The Who’nun Sell Out albümünden, Frances Ha’nın satıcı arkadaşından, Eşkiya’daki Şermin Hürmeriç’in oynadığı karakterden, sat-kurtul’dan – müziklere (Plumtree, Discount, Sex Bob Omb, oradan bir ihtimal Sleater-Kinney (belki o vesileyle Portlandia) / Le Tigre’nin This Island‘ını geçen seyahatlerimde THY’nin listesinde görüp gaza gelişim*). Ah, tabii ki asıl Hal Hartley’den. Olmadı, Alice (Munro) geldi, gitmedi.

Alice Munro ile bundan bir beş yıl önce takılmışlığımız vardı, “Too Much Happiness” adlı seçkisinden 3 hikayesini okumuştum, elim yanmıştı, daha fazla devam edemeyip fakat takdir edip, saygı duyup bırakmıştım. Çok ama çok sevdiğimiz yönetmenlerden Almodóvar son filmi Julieta’yı Alice Munro’nun üç hikayesine (Chance, Soon ve Silence) dayalı çekince, biz de izleyince, hikayeleri okumayı göze aldım, işte Soon ile Silence’ı okudum geçtiğimiz günlerde, Silence filmdeki gibiydi az çok ama Soon gene taklalar attırdı dipten ve derinden. Bir de işte William Faulkner var böyle yapan beni, Picasso’nun Guernica’sı sonra

Bu paragrafı bütün bu blog girdisini yazdıktan sonra yazıyorum çünkü en az Munro’dan bahsetmiş oldum. Spoil etmemeye çalışacağım ama garantisi yok (konuya değinmeyeceğim de tarzı aktarmaya çalışacağım ama o da spoiler oluyor, aman ne yapayım, bu paragrafı pas geçin Soon’u okumaya / filmi izlemeye niyetiniz varsa – spoil kısımları lacivertle yazacağım). Şimdi bir hikayeye başlıyorsunuz, diyelim: “Edi kucağında bebeği Betty ile trenden indi, istasyonda onları karşılamaya Kırpık gelmişti, sarıldılar.” İşte giderken yolda laflaşsınlar, sonrasında orada geçen bir yaz anlatılsın, çok eğlensinler, yüzsünler, kayıkla gezmeye çıksınlar, Tahsin Usta onların bozulan teyplerini tamir etsin, başlarından bir dolu şey geçsin, güzel bir yaz olsun işte, ne kadar normal değil mi? (Evet). (…) Sonra, bir sonraki bölüm, bir mektup ile başlasın (doğrudan mektubun içeriğini okuyor olalım yani):
Sevgili Büdü, burada o kadar çok eğleniyoruz ki, keşke sen de burada olsaydın, bir dolu şey yapıyoruz, kulaklarını çok çınlatıyoruz. Burada olan şey şu: o “bir dolu şeyi” biz biliyoruz çünkü o şeyler şimdiye kadar okuduğumuz hikayenin ta kendisi. Büdü bilmiyor, çünkü mektupta sadece bahsediliyor, tarif edilmiyor. Ama ne oldu şimdi babacım? Bir anda biz hikaye ile aynı zaman katarında ilerlediğimizi sanırken meğer -diyelim- 15 yıl öncesinin anısıymış. Bitmedi: “Edi’nin yıllar sonra bulduğu bir mektuptu bu. Büdü kazayla saklamış olmalıydı – hayatlarında hiçbir önemi – özel bir yeri olmayan, öylesine bir mektuptu zira”. Bu ne demek, biliyor musunuz, arada (çok afedersiniz – pardon my French) “pasif” bir zaman atlaması daha var: Bu zamanla o zaman arasında mektubun muhatabı Büdü’nün o mektubu okumuşluğu. Bitti mi? Bitmedi: dahası artık (yani şu zamanda) Büdü yok, Kırpık yok, Tahsin Usta yok, bebek Betty yok. Bir tek Edi kalmış geriye (bunu nereden biliyoruz? Bu hikaye o bilgiyi vermiyor, bir sonraki hikaye veriyor, taşlar lönk diye yerine oturuyor, siz de işte oracıkta bir yerlerde yere yığılıyorsunuz).

Bu aralar okuyacak pek bir şey bulamıyorum. Tekrardan Vonnegut’un çok bayıldığım Breakfast of the Champions‘ına başladım, sindire sindire okuyordum ama sonra bıraktım niyeyse. Ne zamandır Sezai Karakoç’u anlatan Yoktur Gölgesi Türkiye’de kitabını çok da peşine düşmeden arıyorum kitapçılarda (istesem nadirkitap’dan hemen bugün ısmarlarım, konu o değil, bir kere önce indir o kolunu, Sururi Bey diyeceksin…).

Ben size, hazır gelmişken siz, Hal Hartley’i anlatayım: bayram tatilinde ailemizin diğer üyeleri tatile gittiler, ben de önümüzdeki ay gireceğim bir sınava hazırlanayım diye eve kamp kurdum. Akşamları film seyrettim. Hal Hartley – Simple Men diye bir bilgi vardı elimde, o da Sonic Youth’un “Kool Thing”ine dans ettikleri efsane sahneden (şu girişin sonuna koymuşum, oradan bakın). Yalnız kalınca, bir bakayım dedim, biraz araştırdım, indiewire’da çıkmış şu yazıdan epey feyz aldım, hatta yeni bir İngilizce kelime dahi öğrendim (“limerence”). Şimdi bir insanı tarif ederken Jim Jarmusch, David Lynch, Kevin Smith ve dahi Woody Allen kıyaslamalarına / benzerliklerine değinilince insan ister istemez merak ediyor, iyi de etmişim, şu sırayla şu filmlerini festival retrospektifiymişçesine (böyle yazdığıma bakmayın, bir tek kere, o da ’96 İst Film Fest’de Jarmusch’a nasip oldu bende) izledim, güzelleştim: Simple Men – Trust – Henry Fool – Fay Grim – Ned Rifle. Zihin açıcı filmler ama Nergis Hanım’a sevdiremedik mesela.


*  THY “Le Tigre – This Island” atağıyla Pamukkale’nin otobüslerindeki çalma listelerinde yer alan Suicidal Tendencies külliyatı dumuruna eşdeğer bir yerlere geldi…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir