Kitaplar..

(Geçen entry’nin özeti:)

Amsterdam’da İngilizce kitap satan kitap evleri var. Misafirlerle hazır gitmişken oraya, kitap da alalım dedik. Aynı sokakta (Spui) iki büyük kitapçı var: biri İngiliz kitapları satıyor, diğeri Amerikan. Birinin adı The American Book Center, diğeri de Waterstone’s. İlkin Waterstone’s‘a girdik (aslında sonradan ABC‘ye Efe ile Barış girdi, biz dışarıda bekledik). Girer girmez Hugh Laurie’nin The Gun Seller‘ını görüp attık sepete. Yasemin de “Hiç Stephen Fry’sız Hugh Laurie olur mu!” diyerek, elinde bir adet Fry kipatıyla geldi (hatırlamıyorum şimdi hankisi ama sonradan onun okuyup sevdiği The Liar‘ı aldık). Bu arada Stephen Fry Efendi’nin kulaklarını da geçen gün çınlatmış idik, sakatlandığından beri blogunu boşladığından filan. Ben de uzunca bir süredir sanal alemlerde peşinden koşturup da bulamadığım Gregory Maguire – Wicked: The Life and Times of the Wicked Witch of the West‘i aldım (İngriş baskısı, naturally my dear).

Kitapların bizdeki kapakları

ODTÜ’de düzenli olarak müzikali sahnelenir de, bir nasip olmamıştı gitmek.. Wicked için -bir önceki entry’de- resim ararken de tanıdık bir Glinda ile karşılaştım (Resim burada, tanıdık Glinda da bu). Wicked güzel, hele de Children of the Dune’dan sonra kaymak gibi geldi. Başları da bana “birisini” hatırlatıyor: (yine açacağız yazacağız kitaptan mecburen… pofff, okuyun o yüzden, iki kere emek veriyoruz burada):

How did that proverb go, the one that Nanny singsonged to her, years ago, in the nursery?

Born in the morning,
Woe without warning;
Afternoon child
Woeful and wild;
Born in the evening,
Woe ends in grieving.
Night baby borning
Same as the morning.

But she remembered this as a joke, fondly. Woe is the natural end of life, yet we go on having babies.

No, said Nanny, an echo in Melena’s mind (and editorializing as usual): No, no, you pretty pampared hussy. We don’t go on having babies, that’s quite apparent. We only have babies when we’re young enough not to know how grim life turns out. Once we really get the full measure of it – we’re slow learners, we women – we dry up in disgust and sensibly halt production.

But men don’t dry up, Melena objected; they can father to the death.

Ah, we’re slow learners, Nanny countered. But they can’t learn at all.


Gregory MaguireTobias Funke - David CrossAmca (Gregory Maguire) bir de resmini koymuş ki kitabın iç kapağına, pek fena. Arrested Development‘ın Tobias Funke’si (EfeYasemin:Repla-çok ayıp ama aynı o yaw! 8P). Ezik ezik bir şekil erik. Yazdım işte epey bir kısmını, böyle de azimkar pes etmeyen biriyimdir MahzunİboBaşkaKim?.

Sonradan Not — Bunu yazmayı unutmuşum: Alacağımdan değil – elektronik ortamda okumalıyım rahatlık açısından- ama şöyle varlığını elimde bir hissedeyim Matter‘ın diyerekten bilim-kurgu katına yönelmiştim ki, ben merdivenleri çıkarken, elinde ilgili kitap, Barış aşağı geliyordu… 8)

Beklenen Liste

Zeki Müren.

2007 yılının… nınınının

Kitabı: No One Belongs Here More Than You / Miranda July
Kitap Karakteri: Maureen Watson (Notes For A Case History / DL), Trurl & Klapaucius (Cyberiad / SL)
Twisti: Gelecekbilim Kongresi (Stanislaw Lem)
Filmi: Paris Je T’aime / Onlar bunlar
Dizisi: Psych
Dizi KarakteriGus (Psych)
Grubu: Yeah Yeah Yeahs
Klibi: Bob Sinclair – Together
Blogger’ı: Stephen Fry
(Yeni) Arkadaşı: S. Çağlar Onur
Arkadaşı Yahu neredeyse hepiniz! Yani gerçekten de, insan uzakta olunca değil de, uzağa giderken anlıyor bir nebze de olsa daha da asıl değerinizi. Gerçekten.
Çifti: Damlanur & Gürer
Olayı: Hollanda’ya kabulüm ve alakalı sonrası..
Ödülü: Parlar Vakfı ODTÜ Yılın Tezi Ödülü
Tatlısı: Elma payı (Apple Pie değil de, Appelpunt aslında, zira burada ikisi farklı şeyler)
Meyvesi: Mango

yol kitapları, kaka kitapları…

Başlığı biraz şaşırtmacalı yazmak istedim aslında ama nereye kadar… Neyse, zaten her halikarda bu giriş kitaplar ve onları okuma alışkanlıklarım üzerine olacak. Başlayalım bakalım.

Kendimi bildim bileli kitap okuyorum diyemem. Tamam, hayatımın her döneminde kitap okumuşluğum vardır ama yoğun bir şekilde, hastalık derecesinde okumaya başlamam orta 3 – lise 1 dönemlerine rastlar, uzunca bir hikayesi vardır, yani öyle bir gün bir gün bir çocuk kütüphaneye girmiş, kimse yok durumları pek yok – hikayeli mikayeli bir şey (bu benimkisi).

İstanbul’da ulaşım uzun zaman süren bir şeydi. Evden okula giden yollarda nice kitabı okuyup bitirmişliğim vardır. Hatta bunlarla ilgili anılarım da vasıtanın o anki lokasyonu ile hatırlanır. Mesela Dragonlance Chronicles Bakırköy otobüsü (85 miydi numarası?) Mecidiyeköy durağına yanaşırken bitmiştir, Ernesto Sabato’nun Tünel’i ile Jean-Paul Sartre’ın Hürriyet’in Yolları da Taksim – Bakırköy otobüsü, kalkış durağı olan eski Elektrik Kurumu binasının oradan Tarlabaşı’na dönerken, Üstündağ Otomotiv vardır, işte tam orada okunmaya başlanmıştır. Hakikaten, şimdi düşünüyorum da öyle böyle değil, epeyce kitap devirdim tekerler üzerinde. İstanbul’dan sonra Ankara tabii ulaşım açısından daha kolay olunca hayli azalttı kitap okuma seanslarımın verimliliğini ama özellikle serviste yine pek çok kitabı haklamaya muvaffak oldum.

Delft’te ise okulun evimize (çok şükür) sadece 6 dakika bisiklet pedalı çevirme mesafesinde olduğu gerçeği, benim bir şeyler okuma ihtimalimi hayli sekteye uğratmakta.

Dune serisini öteden beri bilirim. İlkin Cryo’nun o muhteşem oyunu ile girmişti hayatıma, sonra Lynch’in filmini de seyredip, o manasız Kyle MacLachlan’a rağmen sevmiş idim. İş kitabını okumaya gelince yalnız (sene 1993) bayıp, şu Maples’ın ilk göründüğü sahneden daha ileri gidememiştim. Araplara aşırı bir düşkünlüğüm olduğu pek söylenemez. Hele Luke Skywalker’dan daha altın bir çocuğun kurtarıcı rolüne bürünmesi pek de kafamdaki şeyle örtüşmüyor. Oyun olarak çok iyiydi, filmi de o sıralar herhalde anlamamış olacağım alt okumalarla gizlice de olsa besleyiciydi ama kitap. Neyse.

En son Damlanur beni kitaba bir şans daha vermeye zorladı ve kitaba uçak Türkiye semalarından Hollanda semalarına doğru yol alırken başlamaya karar verdim. Tarih: 30 Eylül 2007!

Uçakta epey bir kısmını okudum. Benim FBReader ayarlarımla 581 sayfa. Bu 581 sayfayı 20 Ocak tarihinde bitirebildim (kitabı sevmeme rağmen). Sayıyoruz: YAKLAŞIK 4 AY!!! Nedir bunun sebebi? Yol(culuk) yok! Kitabı okuyabildiğim yegane zaman/mekan (you must have pretty guessed by now.. 8P)

Salı ve çarşamba günleri Eindhoven’da Fizik Konferansı vardı. Eindhoven buraya 2.5 saat mesafede. Oraya giderken ikinci kitaba başladım (Dune Messiah). Yine FBReader’ın mevcut ayarlarıyla 217 sayfa ve çarşamba akşamı eve döndüğümde 160 sayfasını devirmiştim bile.

(iki kitap için konuşuyorum) Öyle çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim, değişik bir tat olmuş ama ı-ıh. Sevebileceğim bir karakter olmayışı bundaki en büyük etken. Bir de tabii über-mensch Paul Efendi (ve Mahdumları) olayı var. Roland Barthes’ın Genç Werther için alıntıladığı şu (who?) eleştirmen misali, Paul her “böhü böhü şimdi geri çekilemem cihad olur, kendimi öldürsem bile cihad olur, ay bunu böyle yapsam cihad olur, baktım cihad oldu bakmadım cihad oldu…” diye ağladıkça kafasına kafasına vurasım geldi. E ikinci kitapta görüyoruz ne olduğunu, kastın o kadar, bak şimdi ne oldu. Ulen emperetör yapmışlar seni daha hala ağlıyon seni çöl sıçanı. (atlayıver muaddib, zıplayıver muaddib, bidi bidi bidi muaddib). Yani, OK, power play, iktidar mücadelesi sci-fi’lerde pek de başarıyla ele alınan bir konu değil, daha çok geroge arkın the man who saves the world bakış açısı baskın (baskıl oral) ama bu alemin bir zekisi sen değilsin ki! Shaddam da düşünmüştür herhalde vaktiyle senin şimdi ikinci kitapta ağlak ağlak muhabbetini yaptığın şeyleri. Bir de “Mystery Man” diye sevdiğim bir film vardır. Orada alışılagelmişin dışında güçleri olan tipler vardır, bunların biri de görünmez olur – ama ancak kimse onu izlemiyorsa. Bizim Muaddiboş’un prescience yeteneği de böyle bir şey. “Muaddib geleceği görüyor musun?” “Görüyom abi, hayırdır?” “Bi’ bakar mısın, yengen akşama ne pişiriyor, balıksa rakı alacağım…” “Ya abicim, ben şimdi geleceği görüyorum ama farklı bir şekilde, yani birinde yenge balık yapmış, palamut, diğerinde naib bayıldı, aha şunda da Shai Hulud yahnisi var…” “Abi yormayayım ben seni, saygılar.”

Bir de nedir bütün Sci-Ficilerin bu asalet ve dahi ordu düşkünlüğü ya! Bayıyor, bilesiniz. Nerede Culture nerede bu sıpalar! Haydi Heinlein yapsa tamam diyeceğim ama o bile yapmıyor bu kadarını.

Bu sevgi(!) dolu girişi hastası olduğum bir kitap özeti ile bitireceğim. Belki Orson Scott Card’ın “Ender’s Game”ini okumuşluğunuz vardır (yoksa okumayınız), hem Hugo hem de Nebula kazanan kitaplardandır. Salak bir kitaptır yalnız, okumayın, değmez, hatta okumayın diye hemen şimdi spoil edip sonundaki twist’i söyleyip sizi büyük bir sıkıntıdan kurtaracağım : Aslında Bruce Willis de ölü! Ha ha! Korktunuz, değil mi harbiden söyleyeceğim diye, sizi sizi! 8) (Ender aslında savaşa hazırlanmıyor, o oynattıkları oyunlar oyun değil, bizzat gerçek savaşlar) Ender’in koyunu sonra çıkar oyunu. Neyse, dediğim gibi gelelim günün eğlencesine: birazdan alıntılayacağım kitap özetini Wiki’den apartıyorum. Tamam, yazan da epey bir sadeleştirme yapmış ama Ender’in Oyunu’nu okumuş biri olarak, biliyorum ki “aslına sadık” olmalı bu özet, Allah rızası için okuyunuz şunu:

A War of Gifts begins in North Carolina where Zeck Morgan, a boy with nearly perfect memory, lives with his family. Though Zeck’s father is the minister of his own church and has raised Zeck to be a pacifist, he beats the boy regularly. When the International Fleet shows up to take Zeck to Battle School, Zeck’s mother sees this as the perfect opportunity to get the boy away from his abusive father. When Zeck arrives at Battle School the other students can barely tolerate him because of his refusal to fight in the Battle Room and because of his strong religious beliefs. On December fifth Zeck sees a Dutch boy put a Sinterklaas Day gift in another Dutch boy’s shoe. Because religious holidays are forbidden at Battle School and Zeck had been taught by his father that Santa Claus was evil, he decides to report the two boys to Colonel Graff. After the Colonel calls the boys in and reprimands them, they decide to rebel by getting everyone to celebrate Christmas. When Zeck complains to the authorities, they refuse to do anything. Zeck goes to some of the Arab students and points out that the Christians are being allowed to celebrate their holidays. At that point some of the Arab students began having their daily prayers. When the administration shows up and forcibly stops them from praying, the other students stop giving each other Christmas presents. They also refuse to speak to Zeck. When he begins to have a nervous breakdown because of the isolation, Ender Wiggin decides to have a talk with him. In doing so, Ender discovers that Zeck was desperately trying to get sent back home so that he could protect his mother from his father. After he convinces Zeck that his mother doesn’t need to be protected, Ender gives him a small Christmas present. When Zeck accepts the gift in front of the other students, they stop ignoring him and begin to tolerate him.

Kaynak : http://en.wikipedia.org/w/index.php?title=A_War_of_Gifts:_An_Ender_Story&oldid=187236113

Christmas, X-Mas ve Axe-Mas hakkında birkaç şey…

Belki bilir, belki bilmezsiniz, bilmezseniz de pek bir şey kaçırmış sayılmazsınız ama filmi bilmiyorsanız çok şey kaçırmışsınızdır, Amerikalıların resmi Noel filmi, Frank Capra’nın 1946 tarihli It’s A Wonderful Life‘ıdır . Ben de bu filmi çok seviyor olsam da, bizim için ilgili başlık altındaki favori film, Richard Curtis’in 2003 tarihli Love Actually‘sidir. Tabii, bizim için noel (“neol”) diye bir şey olmadığından, yılbaşı yaklaşırken, biz de Delft’teki DVDcilere bu filmi sormaya başladık (buraya hiç DVD getirmediğimizden Ankara’da bir depoda şimdi önceki versiyon). Birkaç yerden “taze bitti” cevabını alınca da, ya bu film Hollandalıların başucu filmi (bir de Almanya’da David Hasselhoff olmak vardır bu bağlamda) ya da bunlar bize Türk Tüccar muamelesi çekiyorlar dedik (hani dükkana girersiniz, aradığınız bir şeyin orada mevcut olup olmadığını sorarsınız da, muhatabınızın bakışları, sizin aradığınız nesnenin adı olan kelimeyi ilk defa duyduğunu gizleyemezken “Ha, iki tane vardı da, geçen cuma bitti, önümüzdeki ay gelecek yine” şeklinde bir cevap alır (o şeyin kendisinde olmadığını gururuna yediremez) ve dahi “boşuna buralarda arama, hiçbir dükkan satmaz onu” şeklinde de “bende yok, öyleyse bat dünya ve diğer meslektaşlarım” eklentisi ile ödüllendirilirsiniz). Geçen hafta Rotterdam’a gitmiştik gezmeye (bkz ispatı aşağıda) de, her gördüğümüz fidyocuya sordum, çok kalabalık kuyruklar vardı neyse en sonunda dönüş yolunda buldum bir tane, hem de hepi topu 8 avroya!

Rotterdam, 24/12/2007

Özetle, yeni yıl yaklaşırken, eğer öyle çok da maço bir tip filan değilseniz, + Nikah Bir Cenaze’yi beğenmişseniz mesela-mutlaka, ve halen Love Actually ile tanışmışlığınız yoksa, bir deneyiniz derim. Araya parça olarak filmde de kullanılan (zaten oradan aklıma geldi) Bay City Rollers’dan Bye Bye Baby‘nin sözlerini sıkıştırayım bari – bir şarkı bu kadar mı leziz olur :

Bay City Rollers / Bye Bye Baby………………………………………|

If you hate me after what I say
Can’t put it off any longer
I just gotta tell her anyway

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

You’re the one girl in town I’d marry
Girl, I’d marry you now if I were free
I wish it could be.
I could love you but why begin it
‘Cos there ain’t any future in it,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Wish I never had known you better
Wish I knew you before I met her, Gee
How good it would be for me.
Shoulda told her that I can’t linger,
There’s a wedding ring on my finger,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Hazır şarkılardan ve noelden söz açılmışken: Az çok neol hakkında bir şeyler bilirim (işte nativity detayları, 3 müneccim (magi), şu müneccimlere yolu gösteren yıldız ve hatta en güzeli olarak da T.S. Eliot’ın Journey of the Magi şiirini ve şu hastası olduğum müthiş açılış dizelerini:

A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year
For a journey, and such a long journey:
The ways deep and the weather sharp,
The very dead of winter.
And the camels galled, sore-footed, refractory,
Lying down in the melting snow.
There were times when we regretted
The summer palaces on slopes, the terraces,
And the silken girls bringing sherbet.
Then the camel men cursing and grumbling
And running away, and wanting their liquor and women,
And the night-fires going out, and the lack of shelters,
And the cities dirty and the towns unfriendly
And the villages dirty and charging high prices:
A hard time we had of it.
At the end we preferred to travel all night,
Sleeping in snatches,
With the voices singing in our ears, saying
That this was all folly.

lakin, bu sene neolle ilgili yepyeni bir detay daha öğrendim, dini içeriği hayli yüksek, mukaddes Robot Chicken programının, neol özel bölümünden (s03e14). Onun sonunda, sanırım geçen seneki neol programındaki şu anime çocuk, jack frost ve santa’nın kapışmasındaki karakterler müthiş bir parçayı icra ediyorlar. Bir tek bizim dilimizde trampet diye bir müzik aleti olduğundan ne yazık ki, benzer bir müziği tam olarak yakalayamadım ama yine de The Old Guard Drum and Fief Corps (Amerikan koloniyel dönemden) epey yakın bir… siz Türkler nasığ diyoğ, “sound” yakaladım. Trampet/Trompet bir de Konyak/Kanyak olayı var tabii meşhur, bağlantı aynı olmasa da. Bu tür müzik aramaktayım, Kodo’yu biliyoruz tabii ki ailecek, ama benim dediğim şu trampet olayı, flüt de bir yere kadar girebilir (aslında TAM da Robot Chicken’daki mevzuat). Neyse, aratıyorum ediyorum işte “drum” vesaire diye, Little Drummer Boy‘u keşfettim, zaten, sonradan anladım ki, RC’ın yaptığı da aynı şey olayor. Sonrasında da Dolores O’Riordan’ın (pis pis pis!) 2001’de Vatikan’da performeler eylediği şu versiyonunu buldum şarkının. Yani böylesine aptalca bir şarkı nasıl böylesine etkili öldürücü bir silaha dönüşebilir, ispatı orada… (Yanlış anlama olmaması için bonus bilgi: Dolores O’Riordan’a gıcıklığım, ailecek ennn bir favori gruplarımızdan olan Cranberries’i bir başına koyup gitmesinden ötürüdür. Gerçi ailemizde buna benden başka bozulan bir başka fert yok ama bu benim değil, Bayan O’Riordan’ın sorunu. 8P)

Yine çok uzadı. Bir de Axe-Mas dedik, onunla da ilgili birkaç şey karalayalım: Evet, bildiğiniz üzere Futurama der X-Mas’a Axe-Mas diye, nihayet geçen ay, yıllardır (2?) süregelen ayrılık bitti, Bender’la hasret giderdik (bkz. Bender’s Big Score)

Sanırım bu kadardı. Görüşemezsek/görüşmezsek şimdiden yeni yılınızı kutlarım. Geçen sene yaptığım gibi, bu yıl da senenin muhasebesini yapmayı arzu ediyorum ama önce yılın hayırlısıyla bitmesi lazım.. 8)


Karıma

Chagall - Promenade

Karıma

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm neş’eyle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Saadet bir çimendir bastığın yerde biter
yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Oktay Rifat

Bir benden, bir ondan…

Duygusal

Sen ona bir gemisin, yönü senin yönündür
Bir sancısın geçerken denizlerini özgür
O da bir ada olsun, sana çevrili dursun
Dağının dalgalarla, yüzünün rüzgarlarla
Bağlandığı kendini sende çözülmüş görür.

Gemiler göründükçe adalar da düş görür
İnsanlar nerede olsa bir orayı düşünür
Derler adadakiler, şu gemi bir gün gelse
Gitsek buradan öte, nereye gideceksek
Bilseler gemiler de bir adayı düşünür.

Özdemir Asaf

Peki Edip Cansever, Yıllarca Önceki Gibi‘yi ne zaman yollayabileceğim ben?.. Çok özledim, çok özlüyorum, çok. Çok. Canım karım benim. Sulugöz Sururi.