Severiz Biz Seda’yı.

Blog yazarken insan, öncelikle arkadaşlarının okuyacağını düşünüyor, sonrasında tanımadığı insanların bir şekilde bir şey arayıp geldiklerini, bir kelebek misali sayfaya konduklarını, sonrasında da belki şu servisteki kızın, “kim arıyordu diyeyim?” diye sorunca, isminizi, cisminizi belirttiğiniz şu sekreterin, bir şekilde bir yerlerde isminizi duyan bir kişinin okuduğunu düşünüyor. Sizin blogunuzu okuduğunu düşünmediğiniz / var sayamadığınız / ön göremediğiniz ve dahi tersaneleri zapt edilmiş olan akrabalarınız klasman dışı her zaman! O yüzden de sürprizleri daha bir etkili oluyor.

Seda, Bengü’nün akrabası, “bunun dışında” çalışmalarını hayli beğendiğimiz bir sanatçı (grafik sanatçısı yeterli olmuyor, değil mi tanıma). Nesri de güçlüymüş, şimdi bloguna bakarken keşfettim:

Akrabalık olayları, akrabalık vasıtasıyla tanışma olayı (“akraba in law”) hakikaten garip olaylar. Bonus gibi 8)

Seda Hepsev, Yutan Eleman, 2007

“Yiyiyorum yiyiyorum bitmiyor” dedim.
“Gidip gidip varamamaktan iyidir” dedi.
“Öyle söyleme” dedim ben de. “Gitmek iyidir, hem yolda olmak zaman kaybı degildir ki.”
Sonra bir gün yolda karşılaştık. Ama gittiğimiz yönler farklıydı. Tam da bu yüzden karşılaştık.
“Aynı tarafa gitseydik birbirimizi göremezdik ki” dedim.
“Hep iyimserdin sen” dedi.
Zaten biz de kucaklaşmadık, selamlaştık sadece.

“Hangisi daha kötü hissettirir sence?” diye sordum. Çok güzel bir rüya görürken uyanmak mı, yoksa kabus görüp uyanmak mı?”
Cevap vermedi.
Galiba en son gördügü rüyayı hatırlamaya çalışıyordu.

“Çok yalnızım ben” diyerek geldi bir gün. “Hatta o kadar yalnızım ki, dünyada bir tek ben yalnızmışım gibi hissediyorum.”
“Gidip bir köpeğin gözlerine bak, iyi gelir” dedim.

“Görüşürüz demek gerçekten görüşmek anlamına gelmiyor biliyor musun?” dedim.
Alaycı bir biçimde hafifçe gülerek, “bu bir soru mu simdi?” dedi.

“Aklıma gelmişken” dedim. “Ben sandığın kadar iyimser değilim. Mesela bahar aylarını hiç sevmem.”
“Zaten o yüzden iyimsersin” dedi. “Bahardan başka üç mevsim daha var.”

Gelip, kulaklıklarımı kulaklarımdan çekip bağırarak birşeyler söyledi. Ama o kadar yakından söyledi ki, ben yine duyamadım. Daha doğrusu anlamadım.

“Belki de bunların hepsi birer isarettir” dedi. “Prenses Mononoke’de de öyle söylemiyorlar mıydı: Kaderini degistiremezsin ama onunla yüzlesebilirsin.”
“Boşver, hepsi tesadüf” dedim.
Herkes gibi o da inanmak istemedi. Ben de, herkesin bir bildiği var mıdır acaba diye düşündüm.

Aradan uzunca bir süre geçti. Tekrar bulusup konuştuklarımızı hatırladık.
Gülüp geçtik.
Bir baktık, büyümüşüz.

Seda Hepsev

Zaku, Culture ve Ben Türkiye’deyken…

Bu aralar yine Iain M. Banks‘in The Culture evrenine dönüş yaptım serinin 6. kitabı Inversions ile. Üç – dört gündür okuyorum, herhalde bugün biter. Bu kitabın bir özelliği de, Culture’ın adının hiç geçmemesi. Aslına bakarsanız, kitap bizim Orta Çağ Avrupası’na benzer bir zaman-mekan diliminde geçmekte. Biri bir bayan doktor (Vossil), diğeri de bir fedainin (DeWar) üzerinden birbirinden bağımsız gelişen iki hikaye üzerinden anlatım yapılıyor; bir bölüm birine, diğer bölüm diğerine ayrılmış durumda. Ama, Culture evrenini biliyorsanız, çok geçmeden, aslında bu iki kişinin Culture’dan bu dünyaya geldiklerini anlıyorsunuz. Aralarda DeWar masal anlatır gibi, kralın oğluna “uzak” bir ülkeden, Lavishia’dan bahsediyor:

‘I think it might be time for a story,’ Perrund said, and pulled the boy back to a sitting position. ‘DeWar?’

DeWar sat and thought for a moment. ‘Well,’ he said, ‘it’s not much of a story, but it is a story of sorts.’

‘Then tell it.’

‘It is suitable for the boy?’ Huesse asked.

‘I shall make it so.’ DeWar sat forward and shifted his sword and dagger. ‘Once upon a time there was a magical land where every man was a king, every woman a queen, each boy a prince and all girls princesses. In this land there were no hungry people and no crippled people.’

‘Were there any poor people?’ asked Lattens.

‘That depends what you mean. In a way no, because they could all have any amount of riches they wanted, but in a way yes, for there were people who chose to have nothing. Their hearts’ desire was to be free from owning anything, and they usually preferred to stay in the desert or in the mountains or the forests, living in caves or trees or just wandering around. Some lived in the great cities, where they too just roved about. But wherever they chose to wander, the decision was always theirs.’

‘Were they holy people?’ Lattens asked.

‘Well, in a way, maybe.’

‘Were they all handsome and beautiful, too?’ Huesse asked.

‘Again, that depends what you mean by beautiful,’ DeWar said apologetically. Perrund sighed with exasperation. ‘Some people see a sort of beauty in ugliness,’ DeWar said. ‘And if everybody is beautiful there is something singular in being ugly, or just plain. But, generally, yes, everybody was as beautiful as they wanted to be.’

‘So many ifs and buts,’ Perrund said. ‘This sounds a very equivocal land.’

‘In a way,’ DeWar smiled. Perrund hit him with a cushion. ‘Sometimes,’ DeWar continued, ‘as people in the land brought more of it under cultivation—’

‘What was the name of the land?’ Lattens interrupted.

‘Oh . . . Lavishia, of course. Anyway, sometimes the citizens of Lavishia would discover whole groups of people who lived a bit like the wanderers, that is, like the poor or holy people in their own land, but who did not have the choice of living like that. Such people lived like that because they had to. These were people who hadn’t had the advantages in life the people of Lavishia were used to. In fact, dealing with such people soon became the biggest problem the people of Lavishia had.’

‘What? They had no war, famine, pestilence, taxes?’ Perrund asked.

‘None. And no real likelihood of the last three.’

‘I feel my credulity being stretched,’ Perrund muttered.

‘So in Lavishia everybody was happy?’ Huesse asked.

‘As happy as they could be,’ DeWar said. ‘People still managed to make their own unhappinesses, as people always do.’

Perrund nodded. ‘Now it begins to sound plausible.’

Kesin daha önceden de yazmışımdır, Special Circumstances gibi en uç birimlerini göz ardı edersek, Culture benim ütopyam, yaşamak istediğim yer. Bir de Banks her Culture romanını o kadar öyle yerlerde geçirtiyor ki, her şey her yer çok tanıdık ve bu kadar tanıdık olduğundan bir o kadar da bunaltıcı geliyor insana. Böyle durumlarda, Piyale Madra’nın Piknik’inin ZAKU’sunun özlemiyle yanıp tutuşuyorum…

Piyale Madra, Ahh! Picnic! Zaku
Bütün Zaku serisi için tıklayınız..

Ande, Arry ve Ampshire

(.. urricanes ardly hever appen! *)

Lisans yıllarımda, İTÜ’de, aldığım kredisiz seçmeli dersler arasında sevgili Christoph Neumann‘ın verdiği Osmanlı Kentinde Gündelik Yaşam dersinde bir keresinde bir Rabia Hanım’ı incelemiştik. O dönemlerde Ayfer Tunç henüz doğmamış olduğundan ve dolayısıyla “Bir maniniz yoksa hükümdarım size gelecek” tadında bir eser yazılmamış olduğundan, o döneme dair bilgiler genelde ele ne geçerse (mektuplar, bir şehzadenin sünnet düğününün menüsü, …) onlar üzerinden olayı açımlamaya çalışıyorduk. Tamam, Osmanlı Devleti’nin yazışmaları duruyor, iyi güzel ama bizim derste anlamaya çalıştığımız konu saray erkanının değil, sade vatandaşın hayatı idi. İşte, bir keresinde dersi yanlış hatırlamıyorsam Rabia adlı bir bayanın bir şeyhe yazdığı mektupları incelemiştik. Söz konusu bayan, rüyasında yılan filan görüyordu ve bu şeyhle irtibata geçmesi yolunda telkinlerde bulunuluyordu (ilgili makaleyi netten bulur muyum diye arattıysam da ulaşamadım. Bir ihtimal akşam evde ders notlarımı bulurum yıllardan sonra hala duruyorsa ama %90 Süreya Faroqhi’nindi — sonradan not: buldum, çok ilgiliyseniz bkz. dipnot). Şimdi bunları yazma sebebime gelince, derste teyzenin rüyalarında gördüğü imgeleri Freudvari bir yaklaşımla çözümlemeye kalktığımızda, teyzenin epey bir özeline girmiştik (bir şeyi Freudyen inceleyip de işin içinde cinsellik görmemek zaten imkansız! 8). Yani ne yazdığınıza dikkat edin, 300 yıl sonra, bambaşka çözümlemeler yapılabilir! Hal böyle olunca sanal alemde kapı komşum, gerçek alemde can dostlarımdan biri olan Hande’yle günde 5-6 ortalama ile gerçekleştirdiğimiz e-posta diyaloglarımızı çözümlemeye kalkacak olanın vay haline, zira aralarinda pek cok sürreal tarzda yazılmış olanlar barınmakta 8)

Yine çenem açıldı, iki çift laf söyleyeceğim, ona giriş olsun diye yazdıklarım o iki çift lafın önüne geçti. Neyse, geçenlerde Hande ile gündemimizde Mr. Harry Potter’ın akıbeti üzerine spekülasyonlar vardı, tabii bir de Hande’nin ve benim vaktiyle konuya ilişkin girişlerimiz de var, hazır kitap çıkmadan benimkileri bir özetleyeyim dedim. Bunu da Oscar tahminleri için ünlülere sorulan metodla yapacağım:

Soru: Sizce Harry Potter serisi nasıl bitecek?
Cevap: Öncelikle bana bu imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Bence Rowling, Bay Potter’a kıyamayacak ama o “gökteki quidditch maçına” fakir oğlan (adını vermeyeyim) yollanacak. Draco Malfoy 6. kitapta işaretini verdiği üzere son dakikada iyilerin tarafına geçecek ve hayatını Harry için (ya da daha mantıklı olarak en nefret ettiği kişilerden biri olan Hermione için) feda edecek. Harry büyü yeteneğini kaybedecek (serinin son kitabı olması şerefine). Sirius Black’in kardeşi olan ve 6. kitapta baş harflerini gördüğümüz Regulus Black (R.A.B.) Harry’yi sahiplenecek, Hollanda’da nikah kıyıp, bir ömür boyu mutlu yaşayacaklar.. Ha, bir de yazmama gerek yok ama yazayım yine de, Snape hep iyilerin tarafındaydı, hala onların tarafında (ne şaşırtmaca ama! 8P )

Soru: Peki siz serinin nasıl bitmesini istersiniz?
Cevap : Çok güzel bir soru, akıllıca… Efendim, ben Neville’in asıl oğlan olduğunun ortaya çıkmasını, Snape’in, Yüzüklerin Efendisi’nin sonunda Frodo’nun yüzüğü atmaya yanaşmaması gibi, 6. kitabın sonunda “Başlarım böyle işe! Para mı veriyorlar kal diye ülen!” haykırışıyla bu sefer hakikaten kötülerin yanına geçmiş olmasını, Harry’nin kitabın 30. sayfasında öldürülmesini ve buna rağmen kitabın oylumunun 700 sayfa civarında olmasını, Hermione’nin Ron’dan hamile kalıp (malumunuz, İngiltere istatistiki olarak en genç yaşta doğum yapılan ülke) aksiyondan bu nedenle mahrum kalmasını ve Sirius Black’in mezardan, öte dünyadan oradan buradan şuradan bir yerden çıkıp, kick ass yapmasını, … isterdim.

Cevaplarınız ve yorumlarınız için çok teşekkür ederiz.
Asıl ben teşekkür ederim efendim. Son yıllarda yaptığım en seviyeli söyleşiydi.

Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Mesela bu söyleşinin formatını aslında hastası olduğunuz Dan Tobin’in bugünkü girişinden esinlendiğiniz hakkında?
Kem küm.. Ben zaten inecektim. [Arkasına bakmadan kaçarak uzaklaşır]


Robot Chicken’da Harry Potter’ın Quidditch Süpürgesi ile geçirdiği bir kaza sahnesi vardır, internetten bulamadım, akşam (bunu da) unutmazsam capture eder koyarım. Onun yerine az bilinen, piyasadan toplatılmış HP kitabı olan “Harry Potter and the Half-Horse Prince”in kapağını koyayım Peter Shaffer‘den özürlerimle.

DR - Equus


Dipnot
Öncelikle: isim Rabia değil, Asiye Hatun imiş, kaynak da Süreya Faroqhi değil, Cemal Kafadar çıktı.

[…]İşte bu şehirde, 1630’lu yılların sonlarında, Kadri Efendi’nin kızı Asiye Hatun, Veli Dede adlı bir şeyhe bağlanmış ve iki seneden kısa bir sürede birer birer ilerleyerek esma-yı seb’ayı (Allah’ın yedi ismini) zikretmeye icazet alacak kadar mesafe katetmişken, şeyhinden soğur. Tasavvufi bir yola girerken beklediği şekilde “kalbi [nin] gözü tam bir mikdâr açılmağa başlamışken” ruhî gelişmesi duraklar, nefsiyle giriştiği mücadelede gerilemeğe başlar. Sebebini kendisi de bilmez ama şeyhe bir suç atfetmekten çekinir, kabahatin kendinde olduğunu düşünür. Hatun böyle “gamkîn ve mahzûn” iken bir başka şehirde,,Uziçe’de bir Halvetî dergahında postnişîn olan Muslihüddin adlı bir şeyhin ünü ver herhalde çeşitli kerametleri kulağına gelir. Belki de karizma denilen kavrama her zaman bir nebze katılması gereken bir diğer yanı duyulmuştur şeyhin, yakışıklılığı. Cezbe ile cazibenin örtüştüğü alanı kestirmek zor ama tasavvuf tarihini cinslilendirmek istiyorsak bu alan üzerinde düşünmemiz şart sanırım. (Zaten Asiye Hatun’un rüyalarında, kıyafet/fizyonomi bilimi geleneğinde görüldüğü gibi, iyi insanlar hep güzeldir, kötüler de çirkin.) Konuyu babasına açıp Muslihüddin Efendi’ye “bazı bahane ile” bir adam gönderir ve bu şekilde aşinalık kesbettikten sonra “muhabbet gönül tahtında karâr eyler”. Bu yeni “muhabbet kemendi boynuna” bağlanmakla, dertli hatun eski ruhî gelişme çizgisine kavuşur gibi olduğunu hisseder. Hisseder ama pusulasız ve kılavuzsuz olarak yön değiştirmiş olduğu için yaptığı işin doğruluğundan emin değildir. Hiç olmazsa meşrulaştırmak gerekliği duyduğu tahmin edilebilir.

[…]

Asiye Hatun, rüyalarını yazıya döktüğü sıralarda evli değildir anlaşılan. Yaşını bilmiyoruz, ama kendini evlilik çağını geçkin olarak görmediği tahmin edilebilir. Bir düşünde kör ve çirkin bir yaşlı kadın olarak beliren, “velîler aldayıcı, sükker gösterip zehir içirici” dğnyaya kardeşlerinin nikah (daha doğrusu, “kâbîn”) kıyıp sonra talâk verdiklerinden ama kendisinin hiç kıymadığından söz eder. Acaba kardeşleri evlenmiş (ve boşanmış) da kendisi evlenmemiş midir? Kesin bir şey söylemek zor. Ancak evlilik motifi rüyalarda sık sık boy gösterir. Elimizdeki ilk rüyasında Muslihüddin Efendi’yle evlendirildiğini görür. Yine bir suçluluk duygusuyla, sadece ve sadece ruhların birleşmesi anlamında yorumlar bu rüyayı; cinsel yakınlaşma içeren, dünyalık bir evlilik olarak anlaşılması ihtimalinden belli ki rahatsız olur. Ancak, bu düş evliliklerin nasıl anlaşılması gerektiğini belirledikten sonra, birkaç kere daha kendini şeyhinin ya da Hazreti Muhammed’in nikâhlısı olarak görür ve kâh “safâ ile” kâh “sürûr ile” uyanır.

Şeyhinin bir kere kendisini kucaklayıp sıktığını görür, ama bu “Hazret-i Ömer İslâm’a geldikde Hazret’i Resûl (s.a.s.) Ömer’i böyle koçup” sıkması gibidir. Bir başka kez, birisi görünür ve nikahtan sonra şeyhiyle aralarında “mahremîyet olup mübârek eliyle cismine” dokunacağını ve hatunun tüm beden marazlarının iyileşeceğini müjdeler; hatuna önce hicâb gelir ama utanıp sıkılmasına gerek yoktur, çünkü “ol azîzde beşerîyet yokdur… rûh-ı sırfdır”. Görüldüğü gibi, bu düşleri yazarken, hatta görürken, yanlış anlaşılabileceği konusunda kaygılanır ve bunu açıkça ifade eder. Ama 20. yüzyılda kendisini okuyanların rüyalarda boy gösteren bazı motiflere bambaşka kulplar takabileceğinden elbette habersizdir: bir rüyasında ot bürümüş bir bahçede yılanlar görüp kaza ile sokmalarından korktuğunu, bir diğerinde şeyhin oturduğu sakfı tutan “direğe dayanmış, bir mertebe hicâble… azîze katı yakın” durduğunu, yorumsuz iletir. [Burada amacımız birtakım motiflerin anlaşılmasında zaman içinde ortaya çıkan kültürel değişikliklere değinmek, yoksa Freud’çu ruhbilimsel çözümleme ayrı bir eğitim gerektirir; aksi takdirde sık sık yapılan vülger Freud’çuluk hatasına düşmek kolaydır. Öte yandan, rüyaların yorumlanmasında uzun ve sivri nesnelerin erkeklik uzvunu simgelediği görüşünün modern insana has bir görüş olduğunu ve birdenbire Freud’la başladığını düşünmek yanlış olur. İkinci Bayezid devrinde, çeşitli tabir kitaplarından derlenerek oluşturulan Kâmilü’t-ta’bir adlı eserde, İbn Sîrîn zikredilerek şu görüş belirtilir: “bıçak te’vîlde oğlan ola ve bıçak kını’avret ola”.]

Mütereddit Bir Mutasavvıf: Üsküp’lü Asiye Hatun’un Rüya Defteri 1641-43 – Cemal Kafadar, Dr., Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü
Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı 5 (1992)

Asiye Hatun’un kendi yazdıklarından ilgili bir kısmı da aşağıya taradım. Elle yazayım dedim ama aksanlar beni benden aldılar.

Cemal Kafadar Asiye Hatun Rüya Defteri Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı 5 1992

Kathy…

Sommerset Maugham’ın The Razor’s Edge‘ini kütüphaneden alırken, ona yarenlik etsinler diye, aynı raftan seçme hikayeleri ile Doris Lessing’in yıllar evvel çevirisinden okuduğum, çok beğendiğim ama pek az hikayesini hatırlayabildiğim The Story of a Non-Marrying Man‘ini de almıştım. Razor’s Edge ile olan muhabbettimiz bu bloga epey yoğun bir şekilde yansıdı, Doris Lessing’le yeterince ilgilenemedim, ayıp oldu biraz.. Razor’s Edge’e başlamadan evvel Maugham hakkında biraz bilgim olsun diye, Seçme Hikayeler’den ilk hikayeyi okumuş, açıkçası pek de beğenmemiştim… Geçen gün, elimde pek okuyacak bir şeyler olmadığından kelli, masamın üzerinde o günden beri boynu bükük duran hikayeleri aldım, serviste okumaya başladım. Birkaç sıradan sayılabilecek hikayenin ardından Psikoloji adındaki beni epey etkiledi. Maugham’ın sonuçta Razor’s Edge’de de yaptığı bir şeydi kendini kendi olarak olaya dahil etmek. Bu hikayede de bir kadın yazarla bir erkek vardı. Ama farklı olan şey, 3. tekil şahıs anlatımı olduğu halde, daha çok kadının bakış açısı yansıyordu betimlemelere – yine de Maugham’ın o upper-class ama daha da çok aristokrat dünya görüşü şüphesiz bütün öyküye yayılmıştı. Çok güzel bir hikayeydi, hatta nette bir yerde İngilizce’sini bulup benim blog’a da statik olarak aparttım. İşten eve toplu taşım aracı ile dönenlerdenseniz iyi bir kampanyon (8)) olabilir..

Kitaptaki diğer hikayeler de 1920’lerin burjuva yaşantısından kesitler sunuyordu. Genelde avamla pek ilgilenmeyen bir çoğunluk ile, iki kesime de olayın dışından bakabilmeyi becerebilen bir ya da iki kişi oluyordu. Bu “bir ya da iki kişi” yoksa eğer, o sefer de, iki kesim arasında bir kırılma sonucu geçiş yaşanıyordu. Genelde karakterlerden birine Maugham’ın kafasını takarak canlandırdım hikayeleri kafamda (Maugham nedense Ahmet Haşim’e benziyormuş gibi geldi bana ama benzemiyorlar aslında. Belki de benzerlikleri şudur: İkisi de sert ifadeli yüzlere sahip olsalar da epey duygusal insanlar…).

Ve gelelim sürprize: Kütüphaneden, kitapların ödünç sürelerinin yakında dolmak üzere olduklarına dair otomatikleştirilmiş bir mail aldım. Sıralanan kitaplar arasında Maugham’ın Seçme Hikayeler’i değil fakat Katherine Mansfield’in Seçme Hikayeleri vardı. Önce onlardan kaynaklı bir hata olarak addeddim bunu ama kitabın kapağını (kitap kara bir bez cilte sahip ve cildin üzerindeki yegane yazı sırtındaki “Seçme Hikayeler” başlığı) kaldırıp da içine bakınca yaşadığım şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz.

Sonuç: Merhaba Kathy (1888 – 1923), tanıştığımıza memnun oldum (biraz, şöyle böyle). Elbet ileride yine görüşürüz lakin senden önce Çehov’a verilmiş bir sözüm var..

Hamiş: Tamam, Platon’un Şölen’inde de aynı şey olmuştu ama her seferinde şaşırmadan edemiyorum eski çağlarda da kafa adamların olduğuna!.. (hatta Razor’s Edge’de geçiyordu bu muhabbetin çok benzeri ama kitabı iade ettim az evvel, alıntılayamam şimdi, o kadar da lüzümlu değil hem).

Beni şaşırtan Maugham, Razor’s Edge & Bill Murray

Geçen girişte de belirttiğim üzere, şu aralar Somerset Maugham’dan The Razor’s Edge‘i okumaktayım. Başlarda kitap tam da ondan beklediğim gibiydi, 1920’lerin snob gençleri, Avrupa aristokrarisi ile Amerikan milyonerleri, The Great Gatsbyvari bir ortam… “Sıkılsam da okuyayım,” diyordum, “ne de olsa bir dönem kitabı..”. Ama kazın ayağı öyle olmadı, kitabın henüz başlarındayken 180 derecelik bir dönüş vuku buldu, şu anda da epey emin adımlarla ilerliyor. Bu arada, anlatım hakikaten harikulade. Maugham, kendisi olarak kitapta. Bir yazar olarak gözlemlediklerini yazıyor, hatasız kul olmaz düsturu ile. Örneğin, daha kitabın ilk paragrafında “kendimden bir şeyler katmayacağım, ne gördüysem, duyduysam onu yazmaya kararlıyım..” dedikten birkaç sayfa sonra bunun imkansızlığını anlıyor ve özür dileyerek, “olanların arasındaki boşlukları kendi hayalgücümle doldurmak zorundayım / karakterler tam olarak bu kelimelerle konuşmadılarsa da, aşağı yukarı şunu anlatmaya çalıştılar” itirafında bulunuyor ama beni asıl vuran aşağıda iki örneğini alıntılayacağım anlatım tekniği oldu.

(…)She hesitated for a moment and then embarked upon the account of her talk with Larry of which I have done my best faithfully to inform the reader.(p.92)

ile:

(…)His intention, after Isabel left Paris, was to go to Greece, but this he abondoned. What he actually did he told me himself many years later, but I will relate it now because it is more convenient to place events as far as I can in chronological order. He stayed on in Paris during the summer and worked without a break till autumn was well advanced. (p.105)

a, bir de bu vardı:

(…)I do not want the reader to think I am making a mystery of whatever it was that happened to Larry during the war that so profoundly affected him, a mystery that I shall disclose at a convenient moment. I don’t think he ever told anybody. He did, however, many years later tell a woman, Suzanne Rouvier, whom Larry and I both knew, about the young airman who had met his death saving his life. She repeated it to me and so I can only relate it at second hand. I have translated it from her French. Larry had apparently struck up a great friendship with another boy in his squadron. Suzanne knew him only by the ironical nickname by which Larry spoke of him. (p. 54)

Şimdi yazınca hatırladım, bir de bu dil meselesi var… Yine kitabın başındaki giriş kısmında, karakterlerinin çoğunun Amerikan olmasından yola çıkarak, bir İngiliz olan kendisinin onları doğru konuşturamayacağı uyarısını yapıyor:

Another reason that has caused me to embark upon this work with apprehension is that the persons I have chiefly to deal with are American. It is very difficult to know people and I don’t think one can ever really know any but one’s own country, men. For men and women are not only themselves; they are also the region in which they were born, the city apartment or the farm in which they learnt to walk, the games they played as children, the old wives’ tales they overheard, the food they ate, the schools they attended, the sports they followed, the poets they read, and the God they believed in. It is all these things that have made them what they are and these are things that you can’t come to know by hearsay, you can only know them if you have lived them. You can only know them if you are them. And because you cannot know persons of a nation foreign to you except from observation, it is difficult to give them credibility in the pages of a book. Even so subtle and careful an observer as Henry James, though he lived in England for forty years, never managed to create an Englishman who was through and through English. For my part, except in a few short stories I have never attempted to deal with any but my own countrymen, and if I have ventured to do otherwise in short stories it is because in them you can treat your characters more summarily. You give the reader broad indications and leave him to fill in the details. It may be asked why, if I turned Paul Gauguin into an Englishman, I could not do the same with the persons of this book. The answer is simple: I couldn’t. They would not then have been the people they are. I do not pretend that they are American as Americans see themselves; they are American seen through an English eye. I have not attempted to reproduce the peculiarities of their speech. The mess English writers make when they try to do this is only equalled by the mess American writers make when they try to reproduce English as spoken in England. Slang is the great pitfall. Henry James in his English stories made constant use of it, but never quite as the English do, so that instead of getting the colloquial effect he was after, it too often gives the English reader an uncomfortable jolt. (p.3)

Ama kitapta, şimdiye kadar olan kısımda, beni en büyülediği yer, fena halde tufaya yatırdığı yerin ta kendisi oldu. Şöyle ki: esas oğlan Larry Paris’te bohem hayatı yaşamaktadır, nişanlısı Isabel ile geleceklerini konuşurlar. Isabel varlıklı bir aileden gelmektedir, rahata alışıktır, her gece balodan baloya gider, akıllı da bir kızdır. Larry’nin otel odasını görünce şoka girer. Burada Larry, kıt kanaat yaşayacakları ama her yeri gezip görecekleri, formaliteden, gösterişten uzak, maceralı bir birliktelik teklifi sunar fakat Isabel kendi yaşam standartlarının altındaki böyle bir hayatı sürdüremeyeceğini belirtir (bu arada, Isabel, olası tahmininizin aksine, son derece akıllı bir kızdır – naçiz blogger’ınız Sururi Beyefendi’nin, bu “akıllı tiki kızlar” kavramıyla ilk karşılaştığımda ufak çapta bir şok dahi yaşamışlığı vardır hatta! 8). Sonra Isabel, Larry’nin o salaş otel odasından ailesiyle kaldığı eve döner:

When Isabel entered the drawing-room she found that some people had dropped in to tea. There were two American women who lived in Paris, exquisitely gowned, with strings of pearls round their necks, diamond bracelets on their wrists and costly rings on their fingers. Though the hair of one was darkly hennaed and that of the other unnaturally golden they were strangely alike. They had the same heavily mascaraed eyelashes, the same brightly painted lips, the same rouged cheeks, the same slim figures, maintained at the cost of extreme mortification, the same clear, sharp features, the same hungry restless eyes; and you could not but be conscious that their lives were a desperate struggle to maintain their fading charms. They talked with inanity in a loud, metallic voice without a moment’s pause, as though afraid that if they were silent for an instant the machine would run down and the artificial construction which was all they were would fall to pieces. There was also a secretary from the American Embassy, suave, silent, for he could not get a word in, and very much the man of the world, and a small dark Rumanian prince, all bows and servility, with little darting black eyes and a clean-shaven swarthy face, who was forever jumping up to hand a teacup, pass a plate of cakes, or light a cigarette and who shamelessly dished out to those present the most flattering, the most gross compliments. He was paying for all the dinners he had received from the objects of his adulation and for all the dinners he hoped to receive.

Mrs. Bradley, seated at the tea table and dressed to please Elliott somewhat more grandly than she thought suitable to the occasion, performed her duties as hostess with her usual civil but rather indifferent composure. What she thought of her brother’s guests I can only imagine. I never knew her more than slightly and she was a woman who kept herself to herself. She was not a stupid woman; in all the years she had lived in foreign capitals she had met innumerable people of all kinds and I think she summed them up shrewdly enough according to the standards of the small Virginian town where she was born and bred. I think she got a certain amount of amusement from observing their antics and I don’t believe she took their airs and graces any more seriously than she took the aches and pains of the characters in a novel which she knew from the beginning (otherwise she wouldn’t have read it) would end happily. Paris, Rome, Peking had had no more effect on her Americanism than Elliott’s devout Catholicism on her robust, but not inconvenient, Presbyterian faith.

Isabel, with her youth, her strapping good looks and her vitality brought a breath of fresh air into that meretricious atmosphere. She swept in like a young earth goddess. The Rumanian prince leapt to his feet to draw forward a chair for her and with ample gesticulation did his shift. The two American ladies, with shrill amiabilities on their lips, looked her up and down, took in the details of her dress and perhaps in their hearts felt a pang of dismay at being thus confronted with her exuberant youth. The American diplomat smiled to himself as he saw how false and haggard she made them look. But Isabel thought they were grand; she liked their rich clothes and expensive pearls and felt a twinge of envy for their sophisticated poise. She wondered if she would ever achieve that supreme elegance. Of course the little Rumanian was quite ridiculous, but he was rather sweet and even if he didn’t mean the charming things he said it was nice to listen to them. The conversation which her entrance had interrupted was resumed and they talked so brightly, with so much conviction that what they were saying was worth saying, that you almost thought they were talking sense. They talked of the parties they had been to and the parties they were going to. They gossiped about the latest scandal. They tore their friends to pieces. They bandied great names from one to the other. They seemed to know everybody. They were in on all the secrets. Almost in a breath they touched upon the latest play, the latest dressmaker, the latest portrait painter, and the latest mistress of the latest premier. One would have thought there was nothing they didn’t know. Isabel listened with ravishment. It all seemed to her wonderfully civilized. This really was life. It gave her a thrilling sense of being in the midst of things. This was real. The setting was perfect. That spacious room with the Savonnerie carpet on the floor, the lovely drawings on the richly panelled walls, the petit-point chairs on which they sat, the priceless pieces of marquetry, commodes and occasional tables, every piece worthy to go into a museum; it must have cost a fortune, that room, but it was worth it. Its beauty, its discretion struck her as never before because she had still so vividly in her mind the shabby little hotel room, with its iron bed and that hard, comfortless chair in which she had sat, that room that Larry saw nothing wrong in. It was bare, cheerless and horrid. It made her shudder to remember it. (p.81)

Takaaa! Belki siz de benim gibi tufaya düşmüşsünüzdür, belki yememişsinizdir, belki de -hatta muhtemelen- doğrudan buraya pas geçmişsinizdir. “Isabel listened with r…” kısmına kadar halbuki ne kadar iyi gidiyordu, değil mi? Maugham kitap boyunca hep ancak oradaysa, ya da sonradan öğrenmişse ve kaynakların ağzından aktarma yaptığından, burada doğal olarak bize talkımı yutturuyor tabiri caizse. Belki o belirttiğim cümle yeni bir paragrafla başlayabilirdi ama sonuç böyle olmazdı. Etkinin vuruculuğu bir anda karşınıza çıkması. Metni es geçip doğrudan buraya zıplayan %90 için tam olarak açıklama yapamıyorum “spoil” etmeyeyim diye ama vaktiniz ve yazıcınız varsa (hatta vaktiniz şu anda olmasa da olur, yazıcınız olsun yeter 8), bir çıktısını alın şu yukarıdaki alıntının da, akşam evinize giderken yolda okursunuz.. 8)

Maugham ve Razor’s Edge hakkında biraz araştırma da yapmıştım ama bu giriş uzadıkça uzuyor. Neyse, özet geçeyim. Maugham, yazdıklarıyla ciddi miktarda paralar kazanmayı becermiş ilk yazarlardanmış. Kaldı ki, eleştirmenler yapıtlarını hiç de öyle coşkuyla karşılamamışlar. Bu da doğal sayılabilir zira çağdaşları Woolf ve Joyce gibi edebiyata ters takla attıran modernistler. Kaldı ki, Maugham da alçak gönüllülükle zayıf olduğunu söylemiş, hatta “benim en büyük kusurum dar kelime haznemdir” demiş ama onu bana en çok sevdiren şey, edebiyatçılar arasında kendisini “ikinci sınıfların en ön sırasına” yerleştirmesi oldu.. Gelelim Razor’s Edge’e. Razor’s Edge’de portresi çizilen Larry’nin gerçek hayatta kim olduğuna (ve olmadığına) dair bir sürü fikir ileri sürülmüş, vs.. ama konumuz bu değil. Kitap yayımlanmasından kısa bir süre sonra filme aktarılmış, ben seyretmedim ama orijinaline pek sadık olmadığından bahsediliyor. Gelelim asıl filmimize: 1984’te Bill Murray’in senaryosunu yazdığı ve başrolü oynadığı yeni bir versiyon çekiliyor. Bu filmi Bill Murray örgütlüyor, Columbia da ancak Ghostbusters teklifiyle geldikten sonra yapımı üstleniyor*. Bir önceki satırdaki *’ı tıkladığınızda karşınıza gelecek olan röportajın (Rolling Stone, 16 Apustos 1984) son sorusu şöyle:

Are you expecting to do more serious parts in the future? Does that depend on whether ‘The Razor’s Edge’ is a success?
Well, to a certain extent, it does depend on whether The Razor’s Edge is a success or a failure, because if directors see it and they say “That guy can act a little,” then I’ll get offered jobs from serious directors. As it is now, I’m in the phone book under K for Komedy.

Ben sizi hemen birkaç ay ve dahi birkaç yıl sonrasına ışınlayayım: film gişede yattı, Bill Murray sinema işine 4 senelik bir ara verip Sorbonne’da filozofi eğitimi aldı ve hep o burukluğuyla komedilerde yer aldı (Halbuki öyle sevinmiştim ki onu Lost in Translation’da bütün haşmetiyle gördüğümde, bu sefer “oskar vermek zorundalar” demiştim, olmadı. Ama belki o kadar umurunda da değildir. Sonuçta Rushmore var, Steve Zissou ile aquatic yaşam var, hakikaten sağlam adamdır şu bizim Bill..) Bir de hastası olduğum bir Royal Tenenbaums faciası itirafı vardır:

As often as not, you don’t know what you’re looking for. You read something and go, “Hey, there’s something here I understand. This I could do.” Working with Wes Anderson–the first script of his I did, Rushmore [1998], was so clear, so I didn’t really pay attention to the next script [The Royal Tenenbaums, 2001]. He said, “You’re [playing] Gwyneth Paltrow’s husband.” I didn’t realize I was a cuckold [both laugh] and locked out of the bathroom for the whole movie. I had, like, three scenes. I read the script two days before we started shooting, and I was just crushed. But by not reading it till then, it was very easy to play an extremely disappointed husband, which is what I was.*

I. Dünya Savaşı’nın sonrasında geçen bu kitap, II. Dünya Savaşı sırasında basılıyor. Benim okumakta olduğum da 1. Amerikan baskısı, şöyle de bir duyuru var:

RE