Cânım!..

 Cânım Efendim,

Bilseniz ne kadar severim "cânım" demeyi. Ca’yı şöyle uzatarak… Kısaca söylemenin de bir zevki, bir tatlılığı vardır, bilirim, ama "caaanım" demek daha hoşuma gider benim. Nasıl anlatayım: daha bir âşıkça oluyor, hani "âşık" denince bir de şair anlaşılıyor, işte o mânada, daha doğrusu iki mânasıyla birden. Benim durup dururken: "Cânım…" dediğim de olur. Biri duyup da: "Kime söylüyorsun? Kiminle konuşuyorsun?" diye sorsa, şaşar kalırım, bilemem ne diyeceğimi. Gizlemek istediğimden değil, gerçekten bilmem de onun için. John Ruskin son hastalığında, pencerenin yanındaki koltuğa oturur, gözleri önünde yayılan kırlara, göğe, her şeye bakarak: "Beautiful… Beautiful…" dermiş. "Ne güzel… Ne güzel…" demek mi bu? Yooo. "Cânım… Cânım…" demek. Herkes de acaba öyle mi? ben yaşlandıkça o "güzel" sözüne sinirleniyorum, bir değer yargısı, kıymet hükmü gösteriyor, bir ukalâlık var onda, insanları, eşyayı, bütün gördüklerimi kalkacağım da şu güzel, bu çirkin diye ayrıacağım. Ne yeri var bunun: "Cânım" dersiniz, ne görürseniz hepsine, hepsine, "Cânım" dersiniz, yargılamaktan kaçarsınız, hepsini seversiniz, bu dünyada ne varsa hepsiyle bir oluverirsiniz, daha iyi değil mi: Doğrusu gelmez benim elimden, ama ara sıra olsun elimden gelir diye hayal ediyorum da bir âşıklık kelimenin her iki mânasıyla bir âşıklık, duyuyorum gönlümde.

    "Cânım" demeyi ne kadar seversem "ruhum" demekten de o kadar tiksinirim. Siz de bir deneyin, bir dosta, bir yakınınıza, çocuğunuza, sevgilinize: "Ruhum… Ruhum benim…" deyin, bakın, yapmacıklı gelmiyor mu size? Bir bayağılık yok mu onda? Hani zorla kibar olmağa, üstünlük taslamağa kalkanlar vardır, siz de onlara karışmış gibi olmuyor musunuz? Ruh… en betime giden sözlerden biri. Felsefe kitaplarında belki çekilir, ama üç beş ahbap konuşurken, yahut şiirde, hikâyede ne kadar tatsız oluyor. Hatice Süreyya, yani Vâ-Nû, bir şiirinde:

    Ruhiyat isterseniz, buyurun eczahaneye
    Nâne ruhu, kâfuru, hepsi de var, hem esans

diyor, o başka, o iyi ruh’la alay ediyor da onun için. Bir de Yahya Kemal Bey’in Vuslat şiirindeki ruh’ları düşünün:

    Bir ruh o derin bahçede bir defa yaşarsa…
    Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin…

Yakışıyor mu orada? O cânım şiiri bozuvermiyor mu? Güzeldir Vuslat, güzeldir ya, şair ruh demese daha da güzel olurdu. Bir şarkı söylerler:

   Ruhumda bu şeb hicr-i visalin yanıyorken…

Beğenenler darılmasın, hiç hoşlanmam, güftesinden geçtim, bestesi de ulur gibi bir şeydir, Vuslat şiirindeki ruh’lar da inat gibi bana onu hatırlatırlar. Güzeldir Vuslat şiiri, dedim bir kere güzel olduğunu, sözümden dönecek değilim. Ben sevdiklerimden öyle kolay kolay vazgeçmem. Vuslat şiirini de ilk yazıldığı günlerde ne kadar sevmiştim. Yanılmıyorsam 1940’ta, Akşam gazetesinde çıkmıştı, hemen ezberledim onu, önüme kim geldiyse okudum, coşmuştum, duramıyordum. Öyle bir şiir yazıldığı günlerde yaşadığım için övündüğümü, kıvandığımı bile söyledim. Yalan değildi, o kadar beğeniyordum o şiiri. Gene de beğenirim:

    Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
    Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur,
    İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
    Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan…

gibi mısralarda bir büyüklük vardır. Ama, neden söylemeyeyim? eski hayranlığıma hayli su karıştı. Bir görmüksülük (théatral‘lik) var o şiirde, gittikçe o yanı çarpıyor insanın gözüne. Görmüksü şiirler arasında da çok güzelleri olabilir, örneğin Victor Hugo’nunkiler. Ama Yahya Kemal Bey o şiirini yazarken kelimelerini de iyi aramamış, "sevmekteki efsun" diyor, "bir mucize halinde" diyor. 1940 yılında konuştuğumuz dille yazıldığını düşünmeden vezin hatırı için "simâları" diyor, daha neler demiyor. Yok, güzel bir şiir ya, öyle özenerek, gerçekten özenerek yazılmış değil. Yahya Kemal Bey, bazı şiirlerinde görülen kolaylığa onda da bırakıvermiş kendini. Bir şiiri:

    Adalardan gelen o mektupta,
    Oradan bir sihirli râyiha var;
    İşveler sezdiren bir üslûpta…

diye başlar. Rindlerin Ölümüİsmail Dede’nin KâinatıHazan gibi şiirleri yazan adama pek yakıştırılmaz, "sihirli râyiha", hele "işveler sezdiren bir üslûp", Puccini’nin aria’larından yahut:

    Dizlerine kapansam, kana kana ağlasam,
    O güzel saçlarını ben çözüp ben bağlasam

gibi şarkılardan hoşlananlar için yazılmışa benzer. Vuslat şiirinde de, iyi bakarsanız, vardır öyle bir hal. On yıl önceki coşkunluğu düşünüyorum, çok su katılmış o coşkunluğa.

    Sevinerek, övünerek söylemiyorum bunu, içim kanıyarak söylüyorum. Edebiyatla uğraşan bir adam için, bir eleştirmeci için, bir hayranlığı yitirmenin ne olduğunu bilir misiniz siz, benim sevgili okurum? Elbette sevmişinizdir ömrünüzde, ne dediniz sevginizi, aşkınızı anladığınız gün? Gözleriniz parladı, Karaca Oğlan’ın şiirleri ezberinizde ise:

    Hadini de deli gönül hadini.
    Aramazlar gurbet ile gideni.
    Ak göğüs üstünde çakır dikeni
    Bitmeyince gönül yârdan ayrılmaz.

dediniz, Ovidius’la birlikte: "Maximus in me deus est" (En büyük Tanrı benim içimde) dediniz. Lâtince bilmeseniz de söylediniz bunu, ben de bilmem lâtinceyi, âşık olduğum günlerde öyle demiş olduğumu sonradan, lâtince bilenlerden öğrendim. O en büyük Tanrıyı hiçbir zaman gönlünüzden kaçırmıyacağınıza, mezara girip de göğsünüzde çakır dikeni bitmeden yârdan ayrılmıyacağınıza and içtiniz. Bir gün baktınız ki gidivermiş o Tanrı, siz ölmeden de sevgiliyi unutmuşsunuz. Ne oldunuz o gün? Sevdiğiniz günlerde, umutsuzca sevdiğiniz günlerde çektiklerinizden bin kat acı bir yara duymadınız mı içinizde? Kendi kendinizden şüphe etmeğe başladınız değil mi? Bilirim, o sızıyı unutmak için işi alaya vurmuşsunuzdur: "Vefasız âşıktan da kötüsü vefalı âşıktır" gibi bir söz, bir lâkırdı savurmuşsunuzdur, ama bunlar avutabilmiş midir sizi? Bu sözü unutsam, bilirim üzülürsünüz sevdiğiniz için değil, sevmediğiniz için, gönlünüzce sevmediğiniz için, bir sevdiğinizi bir daha unutmamak üzere sevemediğiniz için üzülürsünüz. Bir eleştirmeci de, bir zamanlar hayran olduğu bir şiir, bir eser karşısında o eski hayranlığı duyamazsa, hayranlığına çok su karışmış olduğunu anlayıverirse, yüreğinde işte öyle bir yara açılır, işte öyle bir sızı başlar. Hayranlık da aşk gibi kişiyi yükselten bir şeydir, ama o da aşk gibi geçicidir, bir kere yitirdiniz mi, sanki uçurumlara düşürür insanı.

    Sevmem "ruh" sözünü, doğrusunu söyliyeyim. Ahmet Haşim’in: "Âteş gibi bir nehr akıyordu / Ruhumla o ruhun arasında" mısralarında dahi pek sevmem. Ahmet Haşim bu düşünceyi ruh sözünü kullanmadan nasıl söyliyebilirdi? Bilmem orasını, hiç aramadım, ama o mısralarda da o söz batıyor bana, bir acayiplik var "ruh" demekte, "can" gibi değil o, sizin de, benim de birer canımız var, kedinin, köpeğin, tavşanın da birer canı var, can bizi bu dünyada yaşıyanların hepsiyle birleştiriyor. Ama ruh yalnız sizde varmış, bende varmış, kedide köpekte, tavşanda yokmuş. Bir büyüklük, üstünlük veriyor insana, uydurma bir büyüklük, insan oğlunun kendi kendine uydurduğu bir büyüklük. Bütün övünmeler gibi o da gülünç bir şey, çirkin bir şey. Hem de kurtulmak yok o ruh denilen şeyden. Dayanıklı mı dayanıklı. Ben öleceğim, gömüleceğim, göğsümün üzerinde çakır dikenleri bitecek, bir gün göğsümde hiçbir şey kalmıyacak, belki çakır dikenleri dahi sökülüp atılacak, o mezarlığın yerine bir bahçe, belki kocaman bir mahalle kurulacak, sonra onlar da bozulacak, yüzyıllar geçecek, görüşler de değişecek, medeniyetler değişecek, ama ruhum, o ne olduğunu bilmediğim şey, sapasağlam kalacak. Kandili karartıp da masa başına çağırdınız mı, ta nerelerden çıkıp geliverecek… İnanıyorlar buna, bir inanış ki sormayın. Ne dersiniz deyin, inanmıyorlar, gülüyorlar, omuz silkiyorlar, ama "ruh" dedini mi, ne olduğunu araştırmadan şıppadak inanıveriyorlar. Gelin de kızmayın bu insanlara: Akrabası makrabası da oluyor ruhun. Bakın ne diyor Cenap Şahabettin:

    Ben şair olaydım sana, ey yâr-ı dilârâm,
    Hemşire-i ruhun gibi sözler getirirdim…

Ruhun hemşiresi, biraderi, ağa-babası, kaynatası, kaynanası… O kadar kalabalık soyu sopu olanlardan korkarım…

    Bırakalım bunları, cânım Efendim, bırakalım bunları da "cânım" diyelim biribirimize "cânım" diyelim bütün cânım dünyanın cânım insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, taşına toprağına. Hepsi de bizim gibi canlı, hepsinin de bir gün yitirecekleri birer canları var. "Cânım" diyelim, yalan dahi olsa söz tatlı…

Nurullah Ataç,
3 Haziran 1951
Okuruma Mektuplar ~ Prospero ile Caliban

["Gene Yalnızlık", YKY 2011]

Sururi at the bleeding edge / cutting edge / edge.

 Geçenlerde ilgili başlık aklıma geldiğinde, üşenmedim, araştırmacı blogçu kişiliğime yenik düşüp derin araştırmalara (wiktionary) yelken açtım. Öğrendim ki terimler nalburluktan geliyormuş, kılıçlar için kullanılmaya başlamış, Bleeding edge çok oturmamış, yeni çıkmış fırından (ustası Çorum’dan) kılıçları tanımlarken, cutting edge de en son yenilikleri içeren, süper düper falan filan (bir de aynı minvalde state of the art vardır ki, sanattan çok teknoloji ve bilimde kullanılır). Geçen hafta iki tane pek güncel şeyden/şeyle haberim/etkileşimim oldu da, genelde şimdiyle pek alakam olmadığından garibime/hoşuma gitti, sizlerle paylaşmadan edemedim (yoksa şuracıkta çatlardım valla(hi)).

Geçen ay Otostopçunun Galaksi Rehberi serisini (1-5) tekrardan okudum bir güzel: beni en çok vuran şeyler Arthur ile Fenchurch’ün ilişkisi (So long, and thanks for all the fish), evreni yöneten adam (The restaurant at the end of the universe) ile Tanrı’nın kullarına son mesajı (So long, and thanks for all the fish) oldu; bir de Elvis Priestley de biraz ağlak danone olsa da, güzel bir dokunuş idi (baki kalan bu kubbede) (Mostly Harmless).

Neyse, işte seriyi bitirdikten sonra bilim-kurguya biraz ara veririm diyordum, ama AV Club sağolsun, beni yeni çıkmış olan, Thomas King diye bir arkadaşın "A Once Crowded Sky" kipatından haberdar etti. Ben kipatı alıp almamak arasında giderken, bu sefer de amazon, "bunu alanlar bak bunları da şey etti" diyerekten bana pek güzel bir kapaklı, ilgi uyandırıcı isimli ve neresinden bakarsanız bakın yazlık çıtır çerez olduğu ("Clerks meets Buffy the Vampire Slayer" şeklinde bir sloganı olan bir kipattan ne kadar bir şey bekleyebilirsiniz?) Michael R. Underwood isimli genç bir arkadaşın (EST bunları yazarken ilgili kişiye çaktırmadan baş ve işaret parmaklarıyla L yapıp alnına doğru tutar) Geekomancy kipatını tavsiye etti. Dediğim gibi, bütün entellektüelliğimle gidip kapağı için aldım, ama kitap da çok güzel bir çerezlik çıktı hakikaten zevkle okundu. Çıkmasının üzerinden bir ay geçmeden bitirdiğimden işte başta bahsi geçen "bleeding edge sururi" kavramına da kapıyı açmış olduk.

Geçen gün de internette dolanırken, Nik Kershaw’ın (mesela $izoSuru #2 – Kanserojen Şarkılar / Wouldn’t it be good) bunca yılın ardından yeni bir albüm (Ei8ht) çıkardığını öğrendim, gittim dinledim biraz, güzel, popidik işte, daha ne gerek? O da 6 ağustosta çıkmış da işte, böyle yakınen takip eder buldum bir anda kendimi.

Geekomancy’den sonra şöyle biraz çiddi bir şeyler okuyayım, ne o öyle, çocuk muyum SF/Fantazi filan okuyup duruyorum deyip, Kazuo Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna başladım. Uzunca bir tutukluktan, mahcupça gözünü kaçırmalardan filan sonra, o da ağzındaki baklayı çıkardı, "Sevgili Emre, senden artık daha fazla hakkımdaki gerçeği saklayamayacağım: ben aslında sıkıcı bir İngiliz yatılı ortaokul kipatı değilim, yani oyum da aynı zamanda ama esas olarak sıkıcı bir bilim-kurgu kipatıyım." deyiverdi. Pofffff… Bırakmadık ama, okuyoruz hala, az kaldı… Ayrıca The Island filmi (evet, hani o Scarlett Johanson ile Ewan McGregor’lu olan) 2005 yılında vizyona girmiş, bu kipat da 2005 yılında basılmış – birinden biri arak kesin (ben The Island’ı daha çok beğenmiştim, o yüzden onun tarafını tutuyorum). Ben bu entel dantel işlerini sevmiyorum — ara ara ara bir tane The Island’ı anış yok kipattan bahsederken (Roger Ebert, The Island’dan bahsederken kipatı anıyor (son paragraf) / bir de, tersine, Never Let Me Go 2010 yılında sinemaya uyarlanınca, millet o zaman anlıyor ama bu sefer de yanlış anlıyor). Benzeri bir arak/no/fobyayla Shutter Island / Mindgame’de karşılaşmıştım, o zaman da sinir olmuştum (hem bu sefer tarihler arasında yıl farkı da var: 2003/2001). İleride bahsetmek üzere not almıştım ama daha ne diyeyim bilemedim. Neyse, belki, belki..

Ah, bir de, Ian M. Banks’in hastası olduğumuz (eskiden daha çoktu bu hastalığımız zira Matter çok kötüydü, Surface Detail de ehven-i şer idi) The Culture serisinin yeni kipatı "The Hydrogen Sonata" 4 ekimde çıkacak imiş, haydi bakalım. Bir de üşenmeyip, ucundan takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blogunun "Kısa Kısa"larından arakla bahsi geçen kipatlarla ilgili bir kolaj kotarsam ne iyi olurdu ama yok öyle yağma! Onun yerine geçenlerde Guggenheim’da gezdiğimiz (ah bu havam!) David Hockney sergisinden pek bir beğendiğim bir başka"kolaj"la veda ediyorum siz sevgili dinleyenlerime (işte benim Zeki Müren, daradara daradara dat dat dararara ra rarararara…)…


David Hockney – Pearblossom Highway, 11-18 April 1986 #1


 

The Sea / John Banville

Sevgili kâri– (evdeki) hesapta dün taze bitirdiğim John Banville’in "The Sea"sinden beni epey vuran bir bölümün yüklüce çevirisini yapacaktım, ama daha "Bare trees across the road were black against the last flares of the setting sun, and the rooks in a raucous flock were wheeling and dropping, settling disputatiously for the night." cümlesiyle silkinip, kendime geldim. Geldikten sonra da, hemen internete baktım, Türkçe’ye Hasan Kaya çevirmiş, Can Yayınları’ndan 2006 yılında çıkmış. Banville bir şair edasıyla yazdığından, kelimeler okurken dimağda kayıp gittiğinden, eriyip bittiğinden (Fax!) Türkçe’de nasıl olmuştur, bilemem, o nedenle tavsiye edemeyeceğim, bir ara bakarım elbet, o zaman hala hatırlıyorsam bir güncelleme yaparım.

Kipatı gene bu blogdaki paslaşmalarımızın ardından, Hande vasıtasıyla edindim, kitabı ikimizin de beğendiğine ikimiz de şaşırdık (kitap/dizi zevklerimiz niyeyse hiç uymaz!). O yüzden istedim ki, hem kitabı öveyim, hem de belki Hande’yle farklı sebeplerden beğenmişizdir kitabı, o ortaya çıkar, dünya da dengesini yeniden bulur.

Kitaptan bahsettiğim alıntıyı çeviremeyeceğim ama bu demek değil ki ilgili yerdeki yorumu da Türkçe’leştiremem (değildir herhalde). Başlayalım o halde:

Pinter’ın "İhanet"ini (The Betrayal) okurkenki duyduğum, o monoton, hani neredeyse banal anlatımın içinde ilkin göz ucuyla görüp de ardından bütün bu zamanlar boyunca arkalarda saklanan o ustalığın derinliklerini bütün ihtişamıyla karşınızda bulduğunuz duyguyla bu kitapta da karşılaştım. "Deniz"in (The Sea) durumunda, sizi ….

ya, anlaşılan bugün (ya da yarın ve sonraki gün) çeviri günüm değilmiş, özür dilerim; ilginiz, İngilizce’niz ve vaktiniz varsa, http://emresururi.tumblr.com‘a alalım sizi bu seferlik, kusura bakmayın ne olur. Kitap güzel, amcanın şair gibi bir anlatımı var. Anılar ve onların niteliği hakkında okuyageldiğim en sağlam kitap oldu. İki gün önce sorsaydınız kitabın nasıl gittiğini, öfleyip pöfler, yüzümü buruştururdum bir ihtimal ("işte arkadaş verdi, ayıp olmasın, okuyoruz…"). Fakat bir anda açıyor kendisini, hani -filmlerde (Amerikan)- vardır ya, barda sürekli asıl karakterlerle takılıp da hiç konuşmayan, sonra (filmin sonlarına doğru) bir olay üzerine bir anda bir monoloğa başlayan (şimdi belki sizin de aklınıza Chasing Amy, Silent Bob gelmiştir, ama benim kast ettiğim, sizden çok kendisine konuşan insanlar — mesela deliler) karakterler gibi. Bunu yapmasına gerek olmadan (sonra da zaten bir daha kimse ondan haber almaz).

Rose was standing in the doorway. She was in her bathing suit but was wearing her black pumps, which made her long pale skinny legs seem even longer and plaer and skinner. She reminded me of something, I could not think what, one hand on the door and the other on the door-jamb, seeming to be held suspended there between two strong gusts, one from inside the hut driving against her and another from outside pressing at her back.
p.242

[Rose kapıda duruyordu. Üzerinde mayosu vardı ama ayağına siyah ayakkabılarını geçirmişti, bu da uzun soluk sıska bacaklarını daha da uzun, daha da soluk, daha da sıska gösteriyordu. Bir eli kapıda, diğeri de eşiğin üzerinde, sanki biri kabinden yüzüne doğru, diğeri dışarıdan gelip de arkasından bastıran iki güçlü rüzgarın arasında dengede tutuluyormuş gibiydi, bana ne olduğunu bilemediğim bir şeyi hatırlatıyordu.]

"She reminded me of something, I could not think what" (Bir de Cemal Süreya’nın "Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor"u vardır, bilmem ki benzer minvalde midir).

Olaya ısınmanız için başlardan itibaren düşük dozajlı bir gizem havası veriliyor, ara ara besleniyor, ama işte karşınızdakinin kim olduğunu (boşuna vermiyorlar Booker’ı) anlayınca, bayırlardan aşağı koşar adım giderken pek de umrunuzda olmuyor gizem filan (son 30-40 sayfada yalnız, son derece Iris Murdoch’ımsı bir şekilde hem de, açık uçlar birleştiriliyor, havada asılı kalması çok daha uygun olacak pek çok soru cevaplanıyor, yazar bir anda normal, mesaili bir yazara dönüşüyor ki, biraz üzülüyor insan tabii ki (üzüntü ve muz kabuğu).

İstikrarsızlıklar, adını koyamamalar, tekrarlar, tekrarladıkça geliştirmeler, düzeltmeler… Kitabın ana konusu hatıralar olunca, bunlar bütün ihtişamlarıyla karşılıyor sizi. Hakikaten etkilendim çok, amcanın röportajından belliydi zaten (umutsuz vaka, umutsuz vaka). Neden bir şey insanın o kadar umrunda olmadığında, öncelikleri arasında olmadığında, işte tam o zaman başkalarınca gıpta edilebilecek mertebeye erişir? Bir de: kimsenin olmadığı ormanda ağaç düşse sesi çıkar mı? kaonuna dün cevap bulmuş bulunmaktayım (darısı ormanda kaka yapan ayı varyantının başına). Cevap: "Eğer gerekiyorsa" (ya da donanımınız çok iyiyse ve böyle bir ekstra rendering’in sisteminizi yavaşlatacak kadar işlemciye yük bindirmeyeceğini biliyorsanız, ses çıkartabilirsiniz). Eğer bu soru açıldığında ortamda etkilemek istediğiniz kızlar varsa, o zaman entel cevap olarak "ses çıkmaz çünkü kimsenin olmadığı bir ormanda ağaç yoktur, orman yoktur, esse est percipidir (WYSIWYG)" diyebilirsiniz, kimsenin umrunda olmayacaktır zira.

Neyse, daldık gittik yine. Öyle.


(Bir de Bear Cavalry vardır, bilen bilir)
Eee Hande, sen ne diyorsun bakalım?

Üzgün bir insan: David Foster Wallace

David Foster WallaceBu günlerde David Foster Wallace (DFW)’ın "Brief Interviews with Hideous Men" (BIwHM) isimli hikaye seçkisini okumaktayım (aslında bitti ama uzatmaları oynuyorum). DFW, üzgün bir insan – şimdi "üzgün" deyince pek anlaşılmıyor ama "weltschmerz‘in dibine vurmuş" desem daha kötü olacak. Son derece farkında bir insan, aşırı farkındalık. Georgina ile yan sohbet konularımızdan biridir: iyiler de ikiye ayrılır, hep iyi şeyler düşünen saf iyiler ve kötülüğün ne demek olduğunu bilen, kötü şeyler düşünebilen "façalı" (scarred) iyiler. Bu façalı iyiler, saf iyileri biraz küçümseseler de tabii ki onlara imrenirler (saf iyilerin bittabii ki "aptal" olmadıklarını da eklemem lazım, şanslı? Evet – ama aptal?Hayır). Buradan biraz yan yollara saparak bir diğer çaresizliğimiz olan bir kez bildiğimiz/öğrendiğimiz bir şeyi bir daha eski durumuna getirememe derdimize de çıkabiliriz (daha da sıkılmak için bkz. "Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve…" başlıklı girişin sonundaki maddelerden üçüncüsü ve "un-knowing" fenomeni). Bu noktada şu "un-knowing" mefhumu bir kenara (i.e., ait olduğu yere) bırakıp, BIwHM’in açılış parçası olan "A Radically Condensed History of Postindustrial Life"ı buraya alıntılamak isterim (tam metin, Türkçe’sini de peşinden koyuyorum — kısa bir şey zaten, okursanız sevinirim):

A RADICALLY CONDENSED HISTORY OF POSTINDUSTRIAL LIFE / David Foster Wallace

     When they were introduced, he made a witticism, hoping to be liked. She laughed extremely hard, hoping to be liked. Then each drove home alone, staring straight ahead, with the very same twist to their faces.

     The man who’d introduced them didn’t much like either of them, though he acted as if he did, anxious as he was to preserve good relations at all times. One never knew, after all, now did one now did one now did one.

ENDÜSTRİYEL-ARDILI ÇAĞDA YAŞAMIN AŞIRI DERECEDE KISALTILMIŞ TARİHÇESİ / David Foster Wallace

     Tanıştırıldıklarında adam, hoşa gidileceği umuduyla, nükte yaptı. Kadın, hoşa gidileceği umuduyla, derinden güldü. Sonrasında ikisi de arabalarına atlayıp, yol boyunca yüzlerinde tam da aynı ifade ile, gözlerini yoldan ayırmadan bir başlarına evlerine gittiler.

     Onları tanıştıran adam, ikisinden de pek hoşlanmasa da, sanki hoşlanıyormuş gibi yapmıştı, her zaman için iyi ilişkiler içinde bulunmaya dikkat ederdi. Zira insan hiç bilemezdi, şimdi şu insan hariç, şimdi şu hariç, şimdi şu hariç.

Evet, 2 satırlık çeviride bile çok zorlandım. Kapanıştan dolayı "hiç belli olmazdı" diyemedim, "now did one, now did one…"daki kelime oyununu da iyi yansıtamadım (gerçek olayı hikaye olarak yazmasıyla, olayla ilgili olanların kartlarını da açığa çıkarmış oluyor aslında – gibi bir şeydi benim anladığım), farkındayım, biliyorum, zaten konumuz iyi çeviri değil, farkındalık idi. Neyse. DFW, 2008 yılında, ağır depresyona daha fazla dayanamayıp(*), 46 yaşındayken intihar etmiş (nokta). Neyse. Yaralı iyilerimize dönecek olursak, bireylere karşı iyi kalplidirler (yolda gördükleri hemen herkesin iyiliğini isterler), insanlıktan ümitlerini kesmişlerdir en kötüsü de her şeyin en kötüsünü düşünürler (kötümser midirler? Garip gelecek ama, değillerdir. Umut etmekten yılmazlar, zaten sanırım o yüzden iyiler kategorisinde yer alırlar). Karizmatik filan da olmazlar pek: sürekli sizin gibi müthiş birinin ("iyi" yanlarından biri de budur: herkesi aslında olduklarından daha iyi ve ideal görürler) niye kendisiyle arkadaşlık ettiğinizi sorgulayan bir kişinin şüphesiz pek de karizmatik olabilmesini bekleyemeyiz. Kitaptaki en beğendiğim hikayelerden biri olan "Octet"i, o kadar beğenmeme rağmen bitiremeyişimin sebebi de buydu: yazarı hikayeyi/yazıyı bitirememeniz için elinden geleni yapıyor, sizi yabancılaştırıyor, uzaklaştırıyor, bir yandan da arada dayanamayıp kaçamak bir bakış atıyor: hala okuyor musunuz, yılmadan devam ediyor musunuz diye (en saf ümidinin bu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra: ona rağmen hikayeye devam edip bitirmeniz). Ha bir de: yaralı iyiler kendilerine karşı acımasızdırlar (öte-empati), bir de bütün dünyanın onlar etrafında döndüğünü tam olarak ters bir açıdan düşünürler (bütün dünya onlara karşı ilgisizlikte birleşmiştir — onlar hakkında onlar yokken bahislerinin geçmesi en az olası şeydir (onlara göre, "olabilir mi öyle bir şey!!!")). Keşke onlara söyleyebilseydik "Ne o, ne o…" diye ("ne öyle, ne böyle").

Kitap sonuçta, tabii ki, üzücü. Kitaptaki şeylerden çok yazarından dolayı üzücü. Bahsettiğim intiharı değil, tabii o da bir şey ama

The depressed person was in terrible and unceasing emotional pain, and the impossibility of sharing or articulating this pain was itself a component of the pain and a contributing factor in its essential horror.

(Depresif kişi korkunç ve bitmeyen bir duygusal acı içindeydi, ve bu acıyı paylaşmanın yahut da dile getirmenin imkansızlığının kendisi bu acının bir bileşeni oluyor ve acının özündeki dehşete katkıda bulunuyordu.)

 diye bir şeyi yazabilen birine üzülmemek mümkün mü?

Ne zamandır yazmak istediğim "Anti- kulak fıkrası" başlıklı olabilecek bir yazımın varyantlarına değinmek istiyordum bir de, ondan sonra tamamdır deyip, artık müsadenizi isteyeceğim (esner, esnerken saatine bir göz atar: "vakit de geç olmuş…")

1. varyant ("bir gecelik movement"):     Adam (/erkek/oğlan) "metalci" bir kadınla bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi "giyinip", bir metalci barına gider.  
     Kadın (/dişi/kız) "metalci" bir erkekle bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi giyinip, bir metalci barına gider.
     Adamla kadın bu barda tanışırlar, birlikte bir gece geçirirler, ikisi de dileğini gerçekleştirmiş olur.

2. varyant ("maviye boya, genelleştir hareketi"):
     Bir şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir tamamlayıcı-şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir tamamlayıcı-şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.
     Bir tamamlayıcı-şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.

3. varyant ("corollary" / Anti- kulak fıkrası):
    İki kişi birlikte mutlu ve güzel bir yaşam süregelmektedirler. (Siz gerçekteki hallerini yukarıdan biliyorsunuzdur)


(*) "The Depressed Person" hikayesinden alıntılayacak olursak:
(…) The depressed person’s therapist (…) had deployed the following medications in an attempt to help the depressed person find some relief from her acute affective discomfort and progress in her (i.e., the depressed person’s) journey toward enjoying some semblance of a normal adult life: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, Metrazol in combination with unilateral ECT (during a two-week voluntary in-patient course of treatment at a regional Mood Disorders clinic), Parnate both with and without lithium salts, Nardil both with and without Xanax. None had delivered any significant relief from the pain and feelings of emotional isolation that rendered the depressed person’s every waking hour an indescribable hell on earth, and many of the medications themselves had had side effects which the depressed person had found intolerable. (…)

Bir zamanlar ve şimdi.

 Dün, OBM’nin Lydia Narraway’in arkasından yazdığı blog girişine istinaden, hazır Carver’dan da sıcağı sıcağına "The Distance"ı okumuşken, bir blog girişi de ben yapayım demiştim, olmadı, dizi (Psych) seyrettik onun yerine, öyle yazmadan yatınca da gece rüyamda eski bir "arkadaşı" gördüm, iyi mi? (değil ama olsun, iyidir inşallah rüyamda onun da olduğu bir ortamda buluyordum kendimi, "medeni olayım, bir merhaba diyeyim" diye düşünürken bir türlü bakışını yakalayamıyordum, sonra da işte çok geç oluyordu, "awkwardness" giriveriyordu araya. Tam böyle düşünürken, bir anda birbirimizin görüş alanına tekrar giriyorduk da, ben medeni "merhaba"mı kendisine iletebiliyordum, o da "ah, ben de sana mektup yazıyordum şimdiki garip durum hakkında" diyordu – ya da işte onun gibi bir şeyler…).

Carver hakkında çok yazasım var. Raymond Carver’ı yıllar yıllar, seneler seneler evvel İletişim Yayınları’nın bastığı "Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz" kitabıyla tanımıştım, çok fena yapmıştı o kitap beni, zaten o günlerde Tom Waits dinliyor, beri yanda Bukowski okuyordum, öyle böyle değildim yani anlayacağınız. İlerleyen yıllarda hikayelerinin hemen hepsini İngilizce’den okudum, şimdi vaktiyle yazdığım bir girişi buldum da, oraya işaret edip, taksimi kısa keseceğim.

Geçen sene Carver’ın yayınlamış olduğu bütün hikayelerini içeren bir baskı buldum (Raymond Carver: Collected Stories (Library of America)), orada "Aşktan Sözettimizde Sözünü Ettiklerimiz"in ("What We Talk About When We Talk About Love"), Carver’ın efsane editörü Gordon Lish’in eline geçmeden önceki hali ("eline geçtiği hali" demek daha doğru olacak) olan "Beginners" da yer almakta. Lish, inanılmayacak bir oranda, haddini fersah fersah aşan değişiklikler uygulamış. Kitabın sonunda ilgili değişiklikler üzerine Carver’ın ona yazdığı mektuplar da yer aldığından pek üzerinde anlaşılmış oldukları da söylenemez. Buna rağmen, tek bir şey söylemeye hakkım var mı? Pek yok, zira Carver’ı okuyup da beğendiğim o hikayeler, aslında Lish’in kuşa çevirdiği, içlerindeki iyi duyguları gördüğü yerde sildiği, hakaretlerle değiştirdiği hikayelerin ta kendisi. Orijinal hallerini okuyunca daha da vurulmadım mı, vuruldum tabii ki de. İlk olarak orijinallerini, düzenlenmemiş hallerini okusaydım, beğenmeyecek miydim? Daha bile beğenecektim ama yine de Lish’in bu ayıbını vaktiyle bilmeden onaylamışım, lekesi sıçramış.

Gene kitabın sonundaki notlardan ve kronolojiden anlıyoruz ki, Carver yaşadığını yazmış bir adam. Öyle başarının tadına da pek varmamış, yani o anlamda, şan-şöhret, Ernest Hemingway gibi filan olmamış. Tabii skalanın öbür ucunda Kafka da sayılmaz ama hikayelerinin faraza New Yorker’da yayınlanmakta oluşu filan yine de hayatını değiştirmemiş. Yazdığı gibi bir yaşam sürmüş, başarısız evlilik, gayri meşru ilişkiler, alkolizm, mutsuzluk, bitmişlik, bezginlik, atları da vururlar çaresizliği.

Hikayelerinde iyiler, kötüler yok. Hikayelerinde insanlar var. İnsanın parası olunca iyi olması da kolay oluyor, onun hikayelerinde parası olan insanlar pek yok. Geçen hafta şeytana uydum, kaç defa "yok, seyredemem, dayanamam…" dediğim "Kader"i (Zeki Demirkubuz) seyrettim, iyi halt ettim. Allahtan doğrusal olmayan bir şekilde izledim yine de çok fena yaptı beni — yoksa öyle başından kuzu gibi başlasam, mümkün değildi toparlanmam (Masumiyet hala kanar içimde, bu, oradan bildiğinizi de kullanıyor size karşı). Carver’ın hikayelerinde de görüyorsunuz o aşkın (daha Amerikan usulü yumuşamış) hallerini ("Beginners" hikayesinin başındaki aşk hikayesi ile "Pie" mesela, ama benim için en keskin biçimde "One More Thing" oldu ("What We Talk About When We Talk About Love"da özünden sıyrılıp tanınmaz hale getirilmiş)).

Neyse, diyeceklerim bunlar değildi. İstediğim, vaktiyle guzelonlu’da görüp vurulduğum resim altı yazısıyla birlikte şu fotoğrafı apartıp, altına da Carver’ın "The Distance"ının son paragrafını ekleyip, OBM’ye İtalyan Kız’lara çok da takılmamasını söylemekti, gene bir ton laf, bir ton kalabalık, ton balıklı salata… 


“This Photograph is my proof. There was that afternoon,
when things were still good between us, and she embraced
me, and we were so happy. It did happen. She did
love me. Look see for yourself!”

This is My Proof, Duane Michals (1974)

The Distance, Raymond Carver (1978):
(…) But he continues to stand at the window, remembering that gone life. After that morning there would be those hard times ahead, other women for him and another man for her, but that morning, that particular morning, they had danced. They had danced, and then they held to each other as if there would always be that morning, and later they laughed about that waffle. They leaned on each other and laughed about it until tears came, while outside everything froze, for a while anyway.