kısa, özet, gideceğim hemen yine…

Cuma günü Tolga geldi bize, matematik programları üzerine bir seminer verdi, bahsettiği programlardan birinin adı "SchoonSchip" idi, "Hollandaca’da ‘Temiz Gemi’ demekmiş" dedi ama şoonşip gibi söyledi, ben de her zamanki çok bilmişliğimle onun aslında "suğğğhkunshğğkip" olduğunu söyledim, o sesleri çıkardım (o sesleri bir de $izoSuru #1‘de, Schradinova, Schiphol ve Scheveningen’den bahsederken çıkartıyorum, çok merak ederseniz..) işte, yine o $izoSuru’da da bahsettiğim üzere, vaktiyle, İkinci Dünya Savaşı’nda bu kelimeleri/sesleri Almanları Hollandalılar’dan ayırt etmek için kullanmışlar, hatta bu tür ayırıcı kelimelerin bir adı da vardı, bakayım, söylerim demiştim Tolga’ya, şimdi aklıma geldi, baktım aradım buldum ama öyle neşeli şeyler değil, sonunda hep birileri birilerini öldürüyor. Shibboleth deniyormuş, aman hemen gidin bakın.

Bir süredir ilginç bir ruh haline geçtim: dünyanın, durumların nasıl olursa olsun mutlu/tatminkar ol(a)mayacağımı anladığımdan beridir, ruh halimde epey bir gelişme oldu (iyiye doğru). Amerikan filmlerinde vardır ya (var mıdır emin olamadım ama sanki olabilir gibi geldi): hani dünyanın sonu gelmiştir, herkes koşturur, yangınlar, bağırışlar çağırışlar ama bir adam bahçesinde şezlongunu açmış, sakince oturmakta, sözgelimi birasını yudumlamaktadır – hiçbir şey umrunda değildir, vurdumduymazlıktan değil, boşvermişlikten (bu ikisi arasındaki fark kritik). Hani Groundhog Day’desiniz diyelim, artık 10000. gününüz, artık biliyorsunuz ki, ne yaparsanız yapın, hiçbir şey değişmeyecek, ertesi sabah yine reseti yemiş olacak bütün evren, işte öyle bir boşvermişlik. Ya da sizin gençliğinizde olduğunuz o aşırı duyarlı hiçbir işe yaramaz dünyayı kurtarmaya istekli kişiliğinizi bugünün gençlerinde görüyorsunuz, ne deseniz boş (ya da işi daha da trajikleştirelim: gene bir gün zaman makinanıza binmişsiniz, 20 sene önceki halinizi karşınıza almışsınız, "boşuna takma bu kadar" diyorsunuz, "bir işe yaramıyor, olan sana oluyor" ama o "hayır" diyor, "ben yapabilirim/olabilirim" ne söyleseniz boş, siz de bir noktadan sonra şezlongunuzu açıyorsunuz, biranızı elinize alıyorsunuz, dünyanın sonunu getiriyorsunuz.. Ben daha o adam olamadım, o adam kim derseniz, biliyorum, Kurt Vonnegut Jr. dünyanın en içli ve en boşvermiş adamı (ben Emir’i özledim).

Bu aralar okuyasım epey azalmıştı, ne entel dantel, ne SFF, hiçbir şeyi okumak gelmiyordu içimden, dün kütüphaneye film almak için gittim yine (birkaç haftadır film noir’ları seyrediyorum: The Big Sleep, Strangers on a Train, The Lady Vanishes, Maltese Falcon, Lady from Shanghai…), aklıma geldi, raflarda dolanayım dedim, bakayım ne bulacağım. Seneler evvel Moby Dick’e başlamıştım (çünkü Bera demişti ki "müthiş bir kitap!") ve kısa bir süre sonra da bayıp bırakmıştım, bu sefer Türkçe’sini deneyeyim dedim, hem de Sabahattin Eyüboğlu ile Mina Urgan çevirmişler, daha ne olsun!, işte onu aldım, sonra Breakfast of the Champions’ı gördüm, Kurt Vonnegut’u okumuşluğum vardı (Slaughterhouse #5, işte bir de geçen günlerdeki şu mezuniyet konuşmalarının derlendiği "If this isn’t nice, what is?") şöyle bir bakadurdum da kipat böyle su gibi geldi, ne kadar çok sevdim, okuyorum hala, çok severek okuyorum.

Neyse, bugünlük yeter. Bir de Çağlar geçen gün (bugün?) bir tweet atmış, "bu sabahki halim" tanımı ile, çooook uzun zamandır bu kadar hoşuma giden, beni sevindiren bir şey olmamıştı, ben de sizinle paylaşayım istedim. (boyutu 16MB imiş, indirebilen var, indiremeyen var, ayıp olmasın, buraya bağlantısını koyayım, isteyen gidip baksın: oyuncak kurdelesiyle neşe içinde oynayan bir fil yavrusu).

Ben gider.


(Emir’in imzasıydı bu da bir ara HiTNet’te – ya da bir yazısının altına mı koymuştu, işte öyle bir şey, ra ra rampam tara tara ra…)

Some days, you just can’t get rid of a bomb part troi

 

Bazı günler kötü geçiyor. Eğer bu bir tıp dizisi olsaydı bugün kendi hatalarımdan kaynaklı olarak bir hastayı kaybettiğim bölüm olurdu. Yorgunluk, uykusuzluk ve günün klasiği olarak elektriksizlik. Şanssızlık. Tatsızlık.

Bu aralar köpek balığı misali sürekli bir hareket zorunluluğu içerisindeyim: yapmam, yetiştirmem gereken bir dolu iş var ve hepsi birbirinin ardına domino taşları gibi dizilmiş durumdalar – araya beklenmedik bir parça eklendiği zaman bütün sistemim yerle bir oluyor. Bugün önce seminer (master ve doktora öğrencileriyle seminer, aktivite kulübü çatısında toplanıyoruz), hemen ardından da fizik dersim vardı. Dün semineri hazırladım, gece ikide yattım, evvelsi günden de çok az bir uykuyla duruyordum. Cuma günü sınav var ve bugünkü plan derste soru çözmekti. Sorular (kitap) bilgisayarda idi, çıktılarını almaya başladım, o sırada yaz okulu için Mois aradı — taa iki hafta öncesinde bugün konuşmak için sözleşmiştik ama aklımdan çıkmış. (bütün bunları arka planda yoğun bir uykusuzluk tonlamasıyla (prusya mavisi) okuyun). Mois’le konuşma bitti, seminer dersinin saati geldi, neredeyse kimse gelmemiş (elektrik kesintisi, metro, sunum yapmak istemeyiş…). Seminer odasındaki bilgisayarın adaptörü yok olmuş, benimki yazıyıcıya bağlı, soruların çıktısı alınacak, elektrik kesintisi bu arada, neyse jeneratör. Yazdırmayı iptal edip laptop’ı seminer odasına taşıdım, arkadaşlar sağolsunlar yaptık bir şeyler (ben yapamasam da). Seminer dersinin toplantısı biter bitmez odaya uğra, laptop’u çantaya koy (çünkü laptop’dan bakacağım sorulara), bölüme yollan (çünkü ders başka bir bölümde, kampüsün diğer ucunda), derse geç kal, orada jenaratör çalışmıyor olsun, sorusuz kal, kitap temin et, oradan yapmaya başla, birkaç yanlış yap, moralin bozulsun, uykusuzsun zaten, sonra daha da berbat bir performans eşliğinde dersi bitir, geri gel.

Bugün bir kez daha uykusuzluğun insanın performansındaki olumsuz etkilerini göstermiş oldum, ilginize teşekkür ederim. Çocuklara ayıp oldu, onlara da mümkün mertebe telafi için bugün açılmayan bilgisayarımdan bakıp da yazamadığım soru setlerini çözümleriyle beraber göndereceğim.

Bir şey aksayınca zincirleme geliyor her şey. Fırsat vermemeli, süt içip erken yatmalı. Enseyi de karartmamalı.

Halbuki geçen hafta ne güzeldi, en güzel haftaydı.
 

keyfimi yerine getiren şeyler…

Internet’te bir yere kadar benzer minvalde olan vakalara "faith in humanity restored" diyorlar ya, yok aslında öyle bir şey ama naiflik bizde kalsın. Pek bir akademisyen odamda birkaç fotoğraf var: bir tanesi hüsniya’nın fotoğrafı, hüsniya benim rahmetli anneannem, en sevdiğim insanlardandı. Japonların bir geleneği var, ölülerine bir resim, bir çan ve bir de tütsüden ibaret küçük bir köşe yapıyorlar, akıllarına geldiğinde, onları andıklarında çanı ufacık çalıp, çok da isterlerse tütsüyü de yakıp, onları düşünüyorlar. Biz Japon değiliz (henüz), o yüzden fatiha. Diğer resim Miranda July’ın. Sonra duvarda Nerea ile Barış’ın gönderdiği kartlar, sevdiğim insanların bir kısmının fotoğrafları var. Dolabımın kapağının üstünde ise Paola de Grenet’in "Yo Solo / Nuria"sı ile Joel Meyerowitz’in "Times Square"i duruyor (ikisinden de benzer bir vesileyle daha evvelden bahsetmiş idim).

Ne diyecektim, evet, dün değil evvelsi gün Bahar, Ulaş (@_Slow_Loris_) adlı bir arkadaşın bir tivitini "favlamış" idi, bir güzel resim daha gördüm, mutlu oldum, şöyle bir resim idi:

Ne kadar güzel bir resim, öyle değil mi? Hem, hikayesi de var ("filmi" de yoldaymış ve Nicole Kidman – ben de iki gün evvel haberdar olduğum bir insanın üzerinden hemen de sahipleniveriyorum… 8P)

Bir de geçen hafta beni en çok mutlu eden olay sanıyorum ki ODTÜ’deki hoşçakal partisinde öğrencim Gizem’in -benim için sürpriz- katılımı idi (hem de börek de yapıp getirmişti!). Öğrencilerden/arkadaşlardan yana ne mutlu ki hep çok ama çok şanslı oldum.

Pespembe bir toz, Emre Sandoz. Dünya kötü bir yer. (daha ağır bir şeyler yazmıştım aslında ama o kadar yaz yaz bu girişe sonra bu ne perhiz-lahana turşu diyalektiği, değil mi efendim..)

Başımızdan geçecek şeyler…

Başlık "La Buena Vida"nın Que nos va a pasar şarkısından: A. Kadir’in "Başımıza gelen bütün bu şeyler / dünyada hiç olmamaktan daha iyi…" şiirinden, Ezgi’nin Günlüğü’nün Olur biter şarkısından daha iyi şüphesiz (ilk o aklıma gelmişti de, mevcut haleti ruhiyemi düşünüp, pozitif olanda karar kıldım). Daha güzel aslında "başımızdan geçecek şeyler" demek, hem gelecek, hem geçecek, ikisi bir arada. Gözde bana Violeta Parra’nın – Gracias a la vida‘sını tavsiye etmişti de, ben de La Buena Vida ile karşılık verdim. Başımdan neler geçecek, boşverin şimdi, şu bir haftayı (3-4 gününü) anlatayım ben size…

Çarşamba akşamları ODTÜ’de en sevdiğim öğrencilerle/arkadaşlarla toplanıp, ağırlıklı olarak DFT konuşuyoruz, işte çarşamba akşamı dersten sonra laptop’ı ("delafe") çantama koydum, çantamı iskemleden düşürdüm, hatta Nazan’la konuşuyorduk o sırada, o kaygılandı, ben kaygılanmadım, "çantada bir şey olmaz, sık sık başına geliyor, merak etmeyin.." dedim. Akşam eve geldim, çantada bir şey olmuş, ekranı çatlamış ama -neyse ki- sisteme başkaca bir şey olmamış.

Laptop’unuzun ekranı kırıldığında şöyle bir deyiş var: "ekranı yaptırmak hemen hemen yenisini almayla aynı fiyata geliyor.." doğrudur büyük ihtimalle, içim epey karardı. Ertesi gün (perşembe) yine sabahtan ODTÜ’ye gittim elimde akşamdan yaptığım bir "paşa dolusu" kısır ve Bengü’nün nefis keki. Ayşegül de bizim buralara taşınmış, o da kurabiyelerle bindi ileriden. Bu noktada tabii "niye ki?" kısmını açıklamak lazım gelir:

işte niyesi bu… 2 Şubat’tan bu yana Hacettepe’de resmen "YardDoçDr" olarak görev yapmaktayım. 27 Şubat’ta Hacettepe’de "Hoşgeldik" partisi vardı (3 YardDoç başladık), 5 Mart’ta da ODTÜ ile hem ilişiğimi kestim (şerif yıldızım, tabancam ve "007" imtiyaz sertifikam), hem de işte arkadaş, hoca ve öğrencilerle bir araya gelip vedalaştık. Kırık bir monitörle başladığım o gün ayrıca iki bankamatik kartımı kaybedip sonradan birini bulup, diğerinin haberini aldım; partiden önce Cem’le 40 tabak almıştık, tabaklar bitince, ben de hem biraz hava alayım (kendi partilerimden kaçmamla ünlüyümdür 8), hem de kartı en son markette kullanmıştım, acaba orada buldular mı diye, Cem’le tekrardan gittik, 30 tabak daha aldım, kasada kuyruk vardı ve ben döndüğümde aradan epey vakit geçmişti 8). Toplu resimler çektirdik, sonrasında arkadaşlarla demlenmeye başladık derken saat iki oldu – üçte Ankara Üniversitesi’nde bir hoca ile görüşmem olduğundan sağolsun Sibel patlıcan moru arabasıyla beni metroya bıraktı, elimde kocaman bir buket çiçek, metroda ilgi odağı olduğum halde Beşevler’e gittim, hocayla da yeni tanışacağız, odasına girdim, tabii doğal olarak önce bukete sonra bana biraz şüpheyle baktı ama ben "hemen çiçeğin benim değerlimisss olduğunu, asla vermeyeceğimi, gollum! gollum!" bir şeyler söyledim (ilk izlenimler önemlidir ama dürüstlük daha önemlidir, öyle değil mi!). Güzel bir tanışma, görüşme geçti, inşallah devamı da gelir.


Oradan tekrar metro, bu sefer Kızılay’a geldim, Bengü’nün çıkışına yetişeyim diye hızlı hızlı ilerliyorum (bu arada telefonum da şarjsızlıktan kapanmış durumda). Yolun üstünde kayıp bankamatiğin bankasını görünce, hızla içeri girdim, "bireysel müşteri temsilcisi" için bir bilet aldım, beklerken gişenin boş olduğunu görüp, oraya hamle yaptım. Gişedeki kızcağız beni o halimle görünce biraz şaşırdı ama zaten o sırada bankadaki gerek çalışanlar gerekse bekleyen müşteriler bir anda sessizleşmiş, pür dikkat kesilmişlerdi ("ya da bana öyle geliyordu" diyebilirim ama öyleydi). Bütün gözler üzerimdeydi. O sırada arkamdan bir bey: "pardon beyefendi, benim numaram yandı…" dedi, ben de elimde buketle ve bütün telaşım ve ciddiyetimle özür dileyip, bankoyu boş gördüğüm için fırsattan istifade yanaştığımı, "çok önemli bir işim" (bendeki anlamıyla "kayıp kartımı iptal ettirmek", herhangi bir normal insandaki yansımasıyla "evlilik teklif etmek") olduğunu belirttim. O bey de sağolsun -benim o sırada hiçbir şekilde anlam veremediğim, ama aslında apaçık olan bir nedenle- bir anda yumuşadı, yüzü güldü, "canım arkadaşım, sen yeter ki mutlu ol, ben seni beklerim tabii ki, sen işini hallet!.." dedi. Sonra işte ben gişedeki bayana derdimi anlatınca bütün gizem çözüldü, gerilim bitti, iş ortaya çıktı çok güldük (sırasını kaptığım iyi kalpli bey hariç, o tabii mahcup olup, kızdı haklı olarak). Kartımı iptal ettirdim (yok, kimse çekim yapmamış — zaten kartımın kaybolduğunun da onu kampüste bulan kişinin ODTÜ facebook grubunda yaptığı duyuruyu gören Evren’in beni haberdar etmesiyle fark etmiştim / bu arada diğer kayıp olan kart da kırk kere deliler gibi kontrol ettiğim cüzdanımdan (market yolunda) 41. aramada ortaya çıktı), gişedeki bayanlara "göz hakkı" olarak birer dal çiçek koparıp verdim ve hikayenin bu kısmını burada bitirdim.

Cumartesi sabah Ece’nin korosu var, onu götürdüm, eve döndüm, bu yaza bir yaz okulu düzenliyoruz, onun yazışmaları ile uğraştım biraz (laptop’u televizyona bağlamak suretiyle). Ece’yi aldım, bunları bu girişe başladığımın ertesi günü yazıyorum ve şimdi hatırlamıyorum sonra ne yaptığımızı (Bengü’ye sorar, bir sürü şeyi öğrenir/hatırlar).. VAIO yetkili servisi haftasonu telefonlara kapalıydı, başka bir servis buldum internetten, aradım sordum, Öveçler’de imiş, "getirin bir bakalım" dediler, pika dedim. Sonrasında Bengü gittiği yerden geldi, yola koyulduk, Mügeler’le nicedir görüşememiştik (yukarıda yazmış mıyım, Hacettepe’nin ilanını bana ilk Müge görüp söylemişti, taa o zamandır), akşam onlara misafirliğe gidecektik, Ece’yi, kendi isteği üzerine Onur’la oynaması için önceden Mügeler’e bırakıp yola devam ettik, teknik servisi bulduk, girdik, ellerinde sisteme uygun monitör varmış, "yarım/bir saate takarız" dediler, fiyatı söylediler (laptop fiyatının 10’da biri civarı (haydi 8’de biri olsun)), tamam dedik, arabaya atladık tekrardan, ODTÜ’ye gittik (şerif rozetimi perşembe teslim ettiğimden, ve Hacettepe’ye diğer kapıdan çıkıp gideceğimizden kelli, biraz "non-personnel library card"ımla numara çekip kapıyı açtırdım güvenliğe. Bölüme geldik, arka kapı tabii kapalıydı, kartım yoktu, manyetik yapamadım, sağolsun Serdar sigara molasına çıkmıştı da, o açtı kapıyı, yukarı çıktık, aldık birkaç bir şey, aşağı indik, kapı yine kapalıydı, yukarı çıktık, Yüksek Enerji Lab’ındaki arkadaşlardan rica ettik, bizle indi, kapıyı açtı, o da sağolsun. Hacettepe’ye vakit kalmamıştı (teknik servis kapanacaktı, geç olacaktı), biz de orayı yarına (pazar) bırakıp doğruca servise yollandık, gösterdiler bilgisayarı, yes orrayt (sonuçta taktıkları halis Sony monitör değil, OEM tabii ki ama iş görüyor mu, görüyor, hem göz alışınca gönül katlanır, hem de laptop geri geldi yahu! Yeeeey!), laptop’ı da yüklendik, arabanın bagajı elektronik ekipman dolu, go go go… Mügeler’de güzel bir akşam geçirdik, eve döndük, eve bir şeyler çıkardım arabadan, ertesi gün yine yüklendik, Ece yine gelmek istemedi, onu dedesine bıraktık, biz Hacettepe’ye gittik, ofise çıkardık eşyaları Bengü’yle (manyetik kapılar kilitli olsaydı açabilecektim bu sefer ama açıklardı zaten). Sonra hava çok güzeldi, dolaşalım dedik, çıktık, şu gölün, ormanın içinden geçtik, biraz keşif yaptık, hoşumuza gitti ama Vadi Restaurant haftasonları kapalıymış, geçen gün derste öğrencilere sormuştum "misafir nereye götürülür?" diye de, "Parlar var hocam" deyip tarif etmişlerdi, "ODTÜ’nün Çatı’sı gibidir ama daha iyidir…" meğer bu Parlar da "bizim" Parlar Vakfı’nın Parlar’ı imiş, gittik, ben yaşlanmışım, biraz huysuzlandım ama yedik güzelce, sonra eve döndük. Sonra haftasonu bitti. Hacettepe, hoşgeldim. (Childe Roland to the Tower came…)

erdim ereceğim eriyorum ya da kaynama noktam…

Oldu epey, Vonnegut’un… — baktım şimdi, 18 Ocak’taki girişte bahsetmişim (Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari) başlıklı giriş):

Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a!

demişim en son, bugün bir kitap (bir ihtimal "anachronism" terimini bulurum diye Fransız Teğmeninin Kadını’na dikkatimi çeken "Postmodernizm ve Sinema" kitabını arıyordum — bunun muhabbetini de Bahar’ın ilgili girişinin yorumlar kısmında bulabilirsiniz) ararken, gene Vonnegut’un çevirisiyle göz göze gelirken hatırladım.

Ben iyi bir insan değilim, kendimi iyi bir insan zannetsem de bazı bazı, değilim (yok ısrar etmeyin, teşekkür ederim, gelmeden önce arkadaşlarla bir şeyler yemiştim). Vonnegut gibi bir adam bile içindeki iyimserliği kaybetmemiş. "İnsanlık bunca yıldır sadece bir güzel düşünce üretebildi, o da ‘affedin’ oldu.." diyor. Hayır, böyle demiyor, doğal olarak daha güzel, daha etkileyici söylüyor (geçen girişte çeviriye o kadar laf etmişiz, şimdi gecenin bu saati mecbur kaldık, iyi mi, böyle olur işte Sururi Efendi..):

(Spokane konuşmasının metnini daha sakin, dingin, çevirmeye yatkın bir günüme bırakıp, şimdi işin kolayına kaçıyor ve doğrudan Dan Wakefield’in sunuşundan ve başka konuşmalardan ilgili yerleri apartıyorum/biraz da kolaj)

Öyle akıllıyım ki, dünyanın sorunu nedir, biliyorum. Herkes savaşlarımız sırasında ve sonrasında ve dünyanın her yanında sürüp giden terör saldırılarında, "Nedir mesele?" diye soruyor.

Mesele, lise öğrencileri ve devlet başkanları dahil hemen herkesin, neredeyse dört bin yıl önce yaşamış Babil Kralı Hammurabi’nin yasalarına boyun eğmesidir. Aynı yasaların yankısını Eski Ahit’te de görebilirsiniz. Peki, hazır mısınız?:

"Göze göz; dişe diş."

İzlediğiniz bütün kovboy ve gangster filmlerinin kahramanları da dahil, Hammurabi Yasaları’na boyun eğerek yaşayan herkes için verilmiş kati emir, gerçek yahut hayali her türlü zararın intikamının alınması gereğidir.

İntikam intikamı, intikamın intikamı, intikamın intikamının intikamını getirir ve bugünün uluslarını binlerce yıl öncesinin barbar kabilelerine bağlayan, kesintisiz bir ölüm ve yıkım zinciri yaratır.

Liderlerimizi ya da başka ulusların liderlerini her hakaret veya zarara intikamcı, şiddetli karşılık vermekten hiç caydıramayabiliriz. Bu Televizyon Çağı’nda şovmenliğin, köprüydü, karakoldu, fabrikaydı vesaire patlatarak filmlerle rekavate dalmanın çekiciliğinden uzak duramayacaklardır.

Ama hiç değilse şahsi hayatlarımızda,iç dünyamızda hastalıklı eğlenceden, şu ya da bu kişiyle veya bilmem hangi grupla yahut ırk ve ülkeyle hesaplaşma coşkusundan uzaklaşmayı öğrenebiliriz.

İşte o zaman, bize karşı işlenen suçları bağışladığımız için kendi suçlarımızın bağışlanmasını dileyebiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza aynını öğretebiliriz, böylece onlar da kimseye tehdir oluşturmazlar.

Tamam?

Amin.

Merhamet göstermek, şimdiye dek aklımıza gelen tek iyi fikir gibi görünüyor bana. Belki günün birinde bir başka iyi fikir daha gelir aklımıza, o zaman iki iyi fikrimiz olur.

——————-

Vonnegut dönemin, gençlik kültüründe dişe dokunur hiçbir şey bulamayan yetişkinlerinden değildi. "Sanatçının işlevi, insanların hayattan daha fazla hoşlanmalarını sağlamaktır," yazmıştı ve "peki, bunu yapanı gördünüz mü?" sorusuna, "Evet, the Beatles," yanıtını vermişti.

Emir sever Vonnegut’u, benim de ondan öğrenmişliğim vardır. Geçen gün de Emir’le yazıştık, oh ne güzel, ilaç gibi geldi. Neyse, ne diyordum, evet, ben pek iyi bir insan sayılmam. Başka ne diyecektim? Doris Lessing ODTÜ’de şimdi, ondan ilgili kısmı alıntılayamam (ama The Temptation of Jack Orkney seçkisine kıyaslayınca, To Room Nineteen çok sönük kaldı hakikaten), ah, Bahar, Resim/Müzik: 

(geç oldu ama hiç olmayacak bu gidişle, o yüzden iki kalem yazıp çizivereyim)
Kendimi ne zaman anket vs. okuyor bulsam, hemen ben de kendimce cevaplamak isterim soruları, kendim sorarım, kendim cevaplarım, gül gibi geçinip giderim. Geçenlerde Bahar, müzikle arası iyi olan bir arkadaşından rica etmiş: ona (sanal ortamdan) bir dolu  tablo yollayıp, hangi müzikleri hatırlattığını sormuş, o da bir güzel yanıtlamış. Yazının sonunu getiremedim kendime kızgınlığımdan, o derece diyeyim, sebebini de sormayın, kalbinizi kırarım. Zaten geçen gün Turan yüzünden Chinawoman’ın gerçekten de bir bayan olduğunu öğrenip dumurlara uğradım; ben de onun çocuksu naifliğini Tindersticks’in Chocolate’ını dinletip bozguna uğratarak intikamımı aldım (halbuki iyi bir insan olsam "Another Night In"i dinletirdim, misal, değil mi?).

Resim koymak çok mu şart? Dün yılda bir bağlandığım Facebook’a resim bombaladım, içim dışım resim oldu, imgelem imgelem… Kemal de lise mezuniyet partisinden bir dolu resim göndermiş, bir tanesini çok beğendim (very like, thumby up)…


1994, solda Burçin, sağda Kemal, ortada ben(17)

Dükkanı kapatıp gitmiştim ki, Bahar’a söyleme sözü verip de, sonra tutmadığım bir şey geldi: Goya’nın "El Sueño de razón produce monstruos" lafı… Şöyle bir şey hatta, buyrun, göstereyim:

 

şekil bu. (Herhalde) İlk olarak, Bahar’ın blogunda Espanyolca’sı ile alıntılanırken görmüştüm. Geçen gün Tivaytır (Laynuks’un küçük kız kardeşi olur kendileri), "aaa, bak Bahar’ın envai çeşit hesabından bir de kendi adıylasanıyla bir hesabı da varmış" dediydi de, orayı açınca bir baktım İngilizce’si karşımda duruyor: "The sleep of the reason produces monsters". Bir garip oldum, bir garip oldum, şöyle bir yutkundum. Nitekim:

Espanyolca’da (aslında "İspanyolca" derim ama şimdi artistlik yapayım estedim) ‘sueño’ kelimesinin iki anlamı var: biri ‘uyku’; diğeri ise ‘rüya’. Uyumak fiili "dormir" (mesela "Uyuyorum" : "Duermo"). "Uykum var" için "tengo sueño" diyorlar, buradaki "tengo", "tener" fiilinin 1. tekil şahsa çekilmiş hali, anlamı da İngilizce’deki "to have" yani "sahip olmak", yani neredeyse Türkçe’yle birebir anlam çıkıyor: "uykum var". Martin Luther, "Bir hayalim var"ı İspanyolca söylemek isteseydi, "uykum var" zannedilmesin diye, "Tengo un sueño" diyecekti. Gündelik konuşmada "uyku", nesne olarak hemen hiç kullanılmıyor — ya uyuyorsunuz ("dormir"), ya da uykunuz var ("tener sueño"). Hal böyle olunca, ben de İspanyolca’yı aman efendim çok bilince, Goya’nın o lafını ilk gördüğümde "Aklın rüyası canavarlar yaratır" diye algılamıştım, hoşuma da gitmişti. Halbuki aynı şeyi "aklın uykusu canavarlar yaratır" diye okuyunca, anlam ne de çok değişiyor, değil mi! (keşke tek derdimiz bu olsa bu arada!). Ben akıl gibi gerçekçi bir şeyin hayallerinin gerçekdışı şeylere yol açtığını, işte diyalektik, işte taraftar, ying-yang (yok, ying-yang benzetmesi doğru olmadı, geri aldım), gölge/ışık falan filan… Halbuki Bahar ve Bengü ve bütün internet: "aklın uykusu" (yani "lapse of reason", yani "aklın o bir anlık/bir sürelik yokluğu…") olarak algılamışlar, yani kötü bir şey gibi. Bahar’a bunu belirttim, Nerea’ya da bilirkişi olarak danışacağımı da ve kendisine hemen döneceğimi de. Nerea’yla her gün yazışıyoruz, pek de ipucu vermeden sordum, o da benim gibi düşündüğünü gösteren bir yanıt verdi, Bahar’a Nerea’nın da benim gibi düşündüğünü yazmadım, bilmiyorum neden, büyük ihtimalle benim tembelliğimden, bir ihtimal Nerea ile bu konudaki ilerleyen tartışmamızın sonucunda, algı cinsinin (mavi üzerine siyah mı yoksa beyaz üzerine altın mı — şimdi bunu yazdım ya, kesin iki hafta sonra baktığımda ne demek istediğimi unutmuş olup şaşıracağım, o yüzden müsadenizle göndermeyi açık edeyim: http://xkcd.com/1492/ ) – siz hala okuyor musunuz kuzum bunları bu arada? neyse, işte algı cinsinin kişi bazlı su boyası olduğundan falan dem vurduk (yine düşürdüm cümleyi, değil mi?). 8P Ama Goya bizim gibi düşünmemiş zira ileride benim böyle düşüneceğimi bildiğinden, Woody Allen / Marshall MacLuhan misali, açık açık açıklamasını yapmış: "La fantasía abandonada de la razón produce monstruos imposibles: unida con ella es madre de las artes y origen de las maravillas." bu da bana kapak olmuş ("La fantasia abandonada de la razón…" : "Aklın terk ettiği hayal…"). İşte Bahar, böyle böyle… Bir de üç (4?) hafta İstanbul’dayken Bengü’yü cuma günü 14:00 gibi, o toplantıdayken arayacaktım, üç cumadır ıskalıyorum, ona canım sıkılıyor…