Hacettepe, Hacettepe

Şimdi sevgili kız kardeşim Neslihan’ın dürtmesi üzerine şöyle bir silkelendim, kendime geldim, yazmaya başladım (hoş, taslak girişlere göz attığımda taa 11 Şubat’ta -görünüşe göre- ıspanaklardan başlayıp akademik durumuma ulaşmayı planladığım bir yazıya başlamış, sonra da bırakmışım, şimdi de bağlantıyı kuramadım, ama ne gam, yeniden başlarız. Nereden başlayalım? 2007’de ODTÜ’den doktorayı aldıktan sonra Hollanda’ya gidiş olabilir; 2009’un aralığında binbir vize badiresini atlatıp İspanya’ya gidişim olabilir; 2012’nin aralığında İspanya’dan (hem onlar, hem biz) ağlaya ağlaya ayrılışımızın ertesi olabilir, ama ağlak şeyleri sevmiyorum, onu da geçelim, mesela 2014 Nisanı civarına konalım (evet, bu iyi). O halde,

Nisan 2014
TÜBİTAK bursu vesilesiyle ODTÜ’deki doktora sonrası çalışmalar devam ediyor, ODTÜ’de tanıdık hocalar, çok sevgili öğrencilerim, hayat devam ediyor ama o sıralar artık ODTÜ’nün olamayacağı kesinlik kazanmış gibi (insan bildiğinden ayrılmaya korkuyor). Aklımda birkaç üniversite var, hepsi Ankara’da, Ankara büyük öncelik. İspanya’dan, sağolsunlar, teklifleri devam ediyor ama dönersek yine büyük sıkıntılara gireceğiz (özet: tek maaş, bir sürü belirsizlik); bir de sağolsunlar başka şehirdeki bir üniversiteden gayrı-resmi teklif aldım bu arada ama sonuç itibarı ile elimde hiçbir şey yok. Aklımda sürekli şu analog canlanıyor: sarmaşıktan sarmaşığa atlayan Tarzan – elimdeki sarmaşığı bırakmışım, "Aaaaaaaa!" diye havada ilerliyorum, bir sonraki sarmaşığı bulurum umuduyla, yoksa yok. Kafamda bir B planı yok, Bengü ile konuşuyoruz, C planı olarak "İspanya’ya döneriz" ağırlık kazanıyor ama dahasına gelmeden bırakıyoruz, "hele bir o noktaya gelelim, o zaman düşünürüz".

Hacettepe, geçen seneye kadar benim için bilinmedik bir üniversite idi, bunun birçok nedeni var, benim için en ön plandaki sebep -sanırım- bölümün (Fizik Mühendisliği) deneyci ağırlıklı bir bölüm oluşu idi: benim gibi bir teorikçi/modellemeci/hesaplamacı/simülasyoncunun yolu malesef pek deneyle kesişmiyordu (henüz). Bu arada, evvelki sene Bulgaristan’daki kristallografi okulunda Damla ile, onun sayesinde de Hacettepe’den Süheyla Hoca ile tanışmışız, hatta onunla tanışma vesilesi ile Hacettepe Fizik Müh. bölümüne ilk kez gitmişim.

22 Nisan’da (Ece’nin doğum günü) Yiğit Hoca’ya (bölüm başkanı) görüşme ricamı iletip, mail’e ek olarak CV’mi, ve birkaç belgeyi daha iliştirmişim (şimdi e-posta arşivimden teyit ettim). Sonrasındaki yazışmalarda 28 Mayıs’a seminerimi ayarlamışız.

Seminer, ne mutlu ki çok güzel geçti. Sağolsunlar, ODTÜ’deki öğrencilerim, arkadaşlarım (–mon semblable,–mon frère!) beni yalnız bırakmadılar: filmlerdeki düğün sahneleri gibiydi: sol taraf ODTÜ, sağ taraf Hacettepe tarafı. Seminer, ne mutlu ki, çok güzel geçti. 

 

Sonra yaz geldi, Ece ile Altınoluk’a, Ar-tur’a, İstanbul’a, Bilbao’ya gittik, güzel bir yaz geçti, ben bekliyordum… Bu işlerle ilgili bir sürü yeni site öğrendim, "memurlar.net" bunların başında geliyor! Ben memurlar.net’e ve Hacettepe’nin akademik personel alımına ilişkin duyuru sayfasına bakadurayım, ekimde Hacettepe toplu ilana çıktı (haberini de sağolsun ilk Müge’den aldım). Zar zor başvuru dosyalarımı hazırladım (bürokratik işlerde hakikaten çok zorlanıyorum — oturma/çalışma vizesi sıkıntılarımdan kalma bir fobi olsa/oldu gerek), bavula koydum, Beytepe yollarına koyuldum. Yine bekleyiş ("…bekleyişin zaferdi…" gibi bir şiiri son 20 dakikadır boşuna aradım… Edip Cansever? Turgut Uyar? bulamadım). Çok vakit geçti, işler ama hep iyiye gidiyordu, yine de hep kaygı vardı, neyse, sonunda oldu, sonuçlandı, nihayet, 2 Şubat’ta resmi olarak işe başlama imzamı attım, 3 yard doç başladık göreve (Bora, Sercan ve ben), dün "hoşgeldin" partimiz vardı, ne güzel geçti, haftaya ODTÜ’de / ODTÜ’ye veda partisi.

Bu dönem açmak istediğim derslerin başvurularını yetiştiremedim. Makine/Otomotiv ve biraz da İnşaat Mühendisliği bölümüne genel fizik dersine gidiyorum, bir tane lisans bitirme projesi yaptığımız öğrencim oldu, Nadire ile doktora tezine devam ediyoruz, ODTÜ’de gayrıresmi DFT kursu yapmaktayız (yüzümün akıyla halledebilirsem, onu da gelecek dönem Hacettepe’de derse dönüştürmeyi istiyorum). Bu yaz bir kristallografi yaz okulu düzenlemekle koşturuyoruz (Tolga sağolsun, hayatımızı kurtardı!), İTÜ’de olacak, Mois, Manu, Massimo, Rosica ve daha kimler kimler gelecekler de hasret gidereceğiz inşallah. İşler yoğun, işler güzel ama niye bu giriş devrik?

Özetle: Hacettepe’deyim, mutluyum, beklerim.

Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari)

Geçenlerde (xkcd eliyle) Peter Pan hakkında korkunç sayılacak bir şey öğrendim. Hepimiz okuduk değil mi? Evet. Hayır, hepimiz çizgi filmini seyrettik, ya da kısaltılmış versiyonunu okuduk (çünkü o zamanlar küçüktük, İngilizce bilmiyorduk ve Türkçe’de aslına sadık bir baskısı yok idi (belki de)). Sonunda ne oluyor? Peter, Kaptan Kanca’yı öldürüyor, Wendy eve dönüyor. Bunu hatırlarsınız sanırım.

Aslında olan şu: Peter, Kaptan Kanca’yı öldürdükten sonra Wendy, Michael ve öbür kardeşle ve bütün kayıp çocuklarla birlikte Darlingler’in evine gidiyorlar. Bay & Bayan Darling bütün çocukları evlat ediniyorlar ama Peter gururundan kalmayı kabul etmeyip, olmayan ülkeye dönüyor. Wendy’yi de götürmek istiyor ama Bayan Darling izin vermeyince, pazarlık sonucu, yılda bir haftalığına bahar temizliği için gitmesinde anlaşıyorlar.

Peter arada sırada bahar temizliği için Wendy’yi almaya gelmeyi unutsa da, yıllar böyle geçiyor. Sonra kayıp çocuklar o günleri unutuyorlar. Sonra Michael, ucundan da Wendy unutmaya başlıyor. Burada alıntı yapmak üzere kipatı (ithaki yayınları, çev. Betül Avunç, 2001) açıp parmakları çalıştırmaya başlıyorum:

‘Bahar temizliği zamanı gelinceye kadar beni unutmayacaksın, değil mi Peter?’

Peter söz verdi; sonra da uçup gitti. Bayan Darling’in öpücüğünü de yanında götürmüştü. Kimselerin alamadığı öpücüğü Peter kolayca alıvermişti. Tuhaf bir durum; ama Bayan Darling mutlu görünüyordu.

Elbette bütün çocuklar okula gitti ve çoğu 3. sınıfa girdi. Tüysiklet ise önce 4. sınıfa, sonra da 5 sınıfa alındı. En yüksek sınıf 1. sınıftır. Okula başlamadan bir hafta önce, adada kalmamakla aptallık ettiklerini anladılar; ama artık çok geçti. Kısa zamanda siz, ben ya da Jenkin kardeşlerin küçüğü kadar sıradan olmaya alıştılar. Söylemek çok acı, ama zamanla uçma yeteneklerini de kaybettiler. Geceleri uçup gitmesinler diye, önceleri Nana ayaklarını karyola direklerine bağlıyordu. Gündüzleri de otobüslerden atlar gibi yapıp eğleniyorlardı. Ama çok geçmeden geceleri onları yatağa bağlayan ipleri çekiştirmeyi bıraktılar ve kendilerini otobüsten atınca bir yerlerini incittiklerini gördüler. Zamanla, şapkalarının ardından bile uçamaz oldular. Onlar buna antrenmansızlık diyorlardı; ama bunun gerçek anlamı artık inançlarını yitirmeleriydi.

Michael, diğer çocukların alaylarına karşın, onlardan daha uzun bir süre inancını korudu. Bu yüzden, ilk yılın sonunda Peter Wendy’yi almaya geldiği zaman, o da Wendy’nin yanındaydı. Wendy, Düşler Ülkesi’nde iken yaprak ve böğürtlenlerden yaptığı elbisesini giyerek, Peter’la birlikte uçup gitti. Tek korkusu, elbisenin ne kadar kısalmış olduğunu Peter’ın fark etmesi idi; ama Peter hiç fark etmedi. Kendisi hakkında anlatacak çok şeyi vardı.

Wendy, Peter’la heyecanla eski günlerden konuşmayı dört gözle beklemişti. Ne var ki, yeni serüvenler eskileri Peter’ın aklından silmişti. Öyle ki, Wendy baş düşmanlarından söz açtığında, merakla, ‘Kaptan Kanca mı, o da kim?’ diye sordu.

‘Hatırlamıyor musun?’ Wendy hayretler içinde kalmıştı. ‘Onu öldürüp hepimizin hayatını kurtarmıştın.’

Peter umursamazca, ‘Öldürdükten sonra onları unuturum,’ diye yanıt verdi.

Wendy, Çıngırdak’ın kendisini görmekten mutlu olacağını sanmadığını belirttiği zaman da, ‘Çıngırdak kim?’ dedi.

‘Aman Peter!’ Wendy çok şaşırmıştı. Peter’a Çıngırdak’ı anlattı, ama Peter yine de hatırlamadı.

‘Onlardan o kadar çok var ki. Herhalde ölmüştür.’

Herhalde haklıydı, çünkü periler uzun yaşamazlar. Ama o kadar küçüktürler ki, kısacık bir zaman dilimi bile onlara asırlar gibi gelir.

Geçen yılın Peter’a dün gibi geldiğini görmek de Wendy’yi üzmüştü. Oysa Wendy için beklemekle geçen uzun bir yıl olmuştu. Ama Peter’ın her zamanki büyüleyiciliği sayesinde, ağaçların tepesindeki küçük evde bahar temizliği yaparak eğlendiler.

Ertesi yıl Peter Wendy’yi almaya gelmedi. Eski elbisesi dar geldiği için, Wendy yeni bir elbise giyip Peter’ı bekledi; ama Peter gelmedi.

‘Belki de hastadır,’ dedi Michael.

‘Biliyorsun o hiç hasta olmaz.’

Michael Wendy’ye sokulup, titrek bir sesle, ‘Belki de öyle biri yoktur Wendy,’ diye fısıldadı. Michael ağlamamış olsaydı, Wendy ağlayacaktı.

Peter, bir sonraki yılın bahar temizliğinde geldi. Garip olan şey, geçen yılı atladığını hiç fark etmemiş olmasıydı.

Bu, Wendy’nin küçük bir kız olarak Peter’ı son görüşü oldu. Peter’ın hatırı için kısa bir süre daha büyümemeye çalıştı. Bilgi yarışmasında ödül aldığı zaman Peter’a vefasızlık ettiğini hissetti. Ama gelip geçen yıllar, vurdumduymaz oğlanı geri getirmedi. Yeniden karşılaştıkları zaman Wendy artık evli bir kadındı ve Peter, çocukluk oyuncaklarını sakladığı kutudaki bir toz zerresinden başka bir şey değildi onun için. Wendy bir yetişkin olmuştu. Bu yüzden ona acımanıza hiç gerek yok. Büyümeyi seven insanlardandı o. Sonunda kendi isteğiyle, öbür kızlardan bir gün önce büyümüştü.

Artık oğlanların hepsi büyüyüp olgunlaştılar; bu yüzden onlardan daha fazla söz etmeye değmez. İkizler’i, Küçükbey’i ve Kıvırcık’ı, ellerinde birer çanta ve şemsiyeyle her gün işlerine giderken görebilirsiniz. Michael makinist oldu. Tüysiklet soylu bir kızla evlenip lord ünvanını aldı. Demir kapıdan çıkan şu peruklu yargıcı görüyor musunuz? İşte bir zamanların Dütdüt’ü. Çocuklarına anlatacak bir tane masal bilmeyen sakallı adam ise, eskiden John’du.

Wendy beyazlar içinde evlenirken, pembe bir kuşak takmıştı. Peter’ın kiliseye süzülüp töreni engellememesi inanılır gibi değil.

Peter Pan
J.M. Barrie
çev: Betül Avunç
ithaki Yayınları, 1. Basım 2001

Roman birkaç sayfa daha devam ediyor ama durumun özeti bu (Fazıl Hüsnü Dağlarca yıllar önce demişti halbuki). Şimdi burada "Benim durumum da işte biraz böyle…" desem ne kadar kafa karıştırıcı olur (en azından benim kafamı). Hayat devam ediyor. Birtakım gelişmeler var, oldu, buraya yazmak için %100 resmileşmesini bekliyorum.

Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a!