Leylek, leylekler ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz

leylekGeçen hafta çok sevdiğim bir hocama, hediye olarak Bilge Karasu’nun ilk kitabı olan "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı almıştım. Bilge Karasu’yu da çok severim; sohbet gibi yazdığındandır mıdır, o kadar kipatını okudum, hepsi uçup gitmiş. Hediye alışımı vesile sayıp, yıllardan sonra bir kez daha okumaya başladım. Dingin, acelesi olmayan, her kelimenin tadını çıkarırcasına, tek tek tartarcasına, neredeyse temkinli bir anlatış. Bezginlik de sezdim sanki bu okuyuşumda. Yeni bir başlangıcı anlatan bir hikayede bezginlik tabii ki olmalı. Sonlara doğru, yorucu gününün akşamında, Andronikos başını kumsalın taşlarına yorgunlukla dayar, gökyüzüne bakmaktadır:

Başını geriye atıyor, kayaya dayıyor. Uyumak istemiyor. Güneşin batmasına en az üç saat vardır daha. Gözünü yumarken gökten bir şey geçiyor. Açıyor yeniden gözünü.

O zaman, ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi. Uzun gaganın ucundan küçücük başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, biribirinden ayrı, her an gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvarlara çizdikleri resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgi; bu çizgiyi gövde üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar…

Bu leylek, havada, dikine yükselirken, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor. Andronikos anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği, yaşlıların, bir leylek göçü daha görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü… Gene silkiniyor.

Andronikos, şu anda, ne çocuk, ne yetişkin, ne de yaşlı.

Heyecan duymuyor, gülmüyor, sevinçle acıdan uzak, yorumlamıyor… Yalnız hayranlık duyuyor.

Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha yüksekte. Andronikos yerinden fırlıyor, soldaki kayalara tırmanıyor, çakıllığın öte yanına atlayıp basamak basamak duran kayaların tepesine çıkıyor. Yarın üstüne doğru, bütün hızı ile tırmanıyor, sabahleyin erişmek için bunca güçlük çektiği kayanın üzerinden biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe çıkabilmek için uğraşıyor. Düz bir yer bulunca, leyleklerin nereden geldiğini anlamağa, kestirmeğe çalışıyor.

O zaman, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeğe, yaklaşmağa başladığını görüyor.

Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş yüz oluyor, bin oluyor. Kara bir yol, adanın arkasında alçalan güneşin kızarmağa başlayan ışığında, bir ağararak, bir turuncuya vurarak, tepenin dibinden gökyüzünün orta yerine doğru köprü gibi uzamağa başlıyor. Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra, gökyüzüne doğru yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok uzakta, ufacık.

Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırtılarına, gürültüsüne, arada bir, martı sesleri karışıyor. Gitmedikleri, gitmeği tasarlamadıkları için, leyleklere kendilerinden ne kadar ayrı olduklarını söyler gibi çığrışan martıların sesi…

Bu aralar halim (elini avucu aşağıya bakacak şekilde uzatır, sağa sola dalgalandırır, dudağını büker) "(m)eh işte", pek tadım yok. Üzerimde bir yılgınlık var, nicedir atamadığım. Geçen gün Bay T. (ki sanıyorum Bay OBM’nin de geçen günkü blog girdisinde bahsettiği kişi olmakta) Barış Bıçakçı’nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den alıntıladığı bir pasajla Ankara, nostalji ve yumurtacı üçgeninde yol alıyordu. Barış Bıçakçı’ya geçen seneydi sanırım, çok iyi niyetle ve heyecanla başlamak istedim, kütüphanede "Sinek Isırıklarının Müellifi" vardı, okumaya başladım, kendimi zorladım, zorladım, zorladım… olmadı. Kısmet nispet.

Bizim büyük çaresizliğimiz başlıkta aklıma geldi, kitapla aslında pek bir alakasız yok(tur herhalde) şimdi diyeceklerimin. Biz çocukken filmler iki şekilde biterdi: ya Arnold ya da bir başka kaslı arkadaş kötü adamın omuriliğini bedeninden ayırırdı, bu herkese ders olurdu, ya da daha şık, "entel" filmlerin sonunda filmin başından beri aralarındaki elektriklenmeye şahit olduğumuz kız ve oğlan, binbir kovalamacanın ardından herkesi kandıran kötü yöneticilerin asıl niyetlerini açıkladığı kayıtları bütün TV kanallarında yayınlamayı becerir, bu kötü, çıkarcı, bencil, hilekar, düzenbaz, şöyle, böyle adamların ipini pazara çıkarırdı. Dünyanın dört bir yanında halk ekranlar başında şok olmuş bir halde bunları izler ve film burada, bu zafer anında biterdi. Bize de bundan sonrasının mutlu, tozpembe günlerini düşlemek kalırdı.

Öyle olmuyormuş meğer, onu öğrendim. Gerçi daha evvelden de değinmiştim: modern zamanlar, post-modern algı, herkes haklı, herkes kahraman, herkesin haklı bir sebebi, bir açıklaması var sorsanız (benim bile! Yani başkalarına laf ederken bile, bunu bir eleştiri olarak değil de bir saptama olarak yapmaya çalışıyorum arka planda, karınca kararınca / hem ne demiş ennnn entelektüelimiz: "Teoride iyi bir insanım" (güzelonlu)). [Alakasız olacak ama söylemeden de geçemeyeceğim: ben bunları yazarken, arka planda "Badly Drawn Boy"un adının şimdi "bu ne be! yeter ama!" diyerek durdurmak üzere yöneldiğim müzik listemden gördüğüm üzere  "Pissing in the Wind" olan şarkıları çalıyordu. Neden şarkı söyleyemeyen insanlar şarkılarını, söylemek değil ama, başkalarına da dinletmek ister?].

Haydi en kötüde olduğumuzu düşünelim artık. "Bundan kötüsü olamaz" diyelim, rahatlayalım, "demek buymuş…", bundan sonrası küçük varyantlar. Modern zamanlar.

—————————-
Andronikos gibi başımızı alıp gideceğimiz bir ada yok, ada olsa yeni başlangıçlar için yorulmuşuz artık, leylekler gitsinler, bırak.

Leylek göç yolları – Kaynak: Environmental pollution and biodiversity / Ekaterina Batchvarova‘nın alıntılaması eliyle artık olmayan www.poland.pl/spec/storks sayfası imiş.


Gene daldım, asıl diyeceğim şeyleri demeyi unuttum: Leylekleri severim ben, sanırım sevmeyen yoktur, bilmiyorum. Yapı Kredi Bankası’nın eskiden simgesi çatıya tünemiş leylekti yanlış hatırlamıyorsam — şimdi gittim baktım, mevcut logosu da leylekmiş hala — eğer öncesini biliyorsanız leyleği çıkarabilirsiniz. Galiba Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul-Ankara arası yolculuklarda bir ya da iki kez leyleği havada gördüm ama bilinçli olarak (nasıl bir anlam içinde kullanmaktaysam!) son görüşüm İspanya’nın Rioja bölgesindeki bir köy olan Sajazarra’ya (Emma’ların köyü idi, Nergis Hanım’ın köy çeşmesinin musluğu ile ilgili yazdığı şu girdisinde de bahsi geçer) giderken aktarma yaptığımız kasabanın belediye binasının (/kilisesinin de olabilir) kulesinin tepesine yuva yapmışken idi — bir saniye beklerseniz gidip arşive bakayım fotoğrafını çekmiş miyim diye, hemen geliyorum… (ayak sesleri uzaklaşır, ileriden bir kapı açılma gıcırtısı duyulur…) Bulamadım, akşam eve gidince bakarım yeniden, olması lazım. 

==== sonradan giriş ==== aç ==


Eve gelir gelmez eski klasörleri açtım, resimleri de çok uğraşmadan buldum (bu kolaylıkta Nergis Hanım’ın ilgili blogundan tarihi saptamış olmamın da büyük katkısı vardı, ama bundan sonrası için kendime ve tüm dünyaya not: Birilerine, bir yerlere fotoğraf göndereceğiniz zaman, adını tümüyle değiştirmeyin: Eğer fotoğrafın dosyasının adı "100_4545.JPG" ise ve bu "leylekler.JPG" olacaksa, öyle olmasın da, "leylekler_100_4545.JPG" olsun, sonrasında bulmak gerekirse büyük kolaylık sağlıyor…)

Birincisi resmin kendisi, ikincisi ilgili kısmın zoomlanmış hali; altına da google maps’ten Haro’daki o yeri saptayıp sokak görüntüsünü aparttım (Google Maps, bağlantı verse de, street view’a vermiyor, o yüzden siz de benim gibi görmek istiyorsanız sarı adamı "Estación de Autobuses de Haro"nun civarına bırakıp, sağa sola bakınmanız gerekiyor). Haro, Rioja bölgesinin başkenti (başkent dediysem tabii ki bölgesel anlamda – yoksa 10000 nüfusu var), Bilbao’dan oraya otobüsle gitmiştik, oradan da sevgili Sofia’nın annesi, Emma’nın anneannesi Adelina bizi arabayla alıp Sajazarra’ya götürmüştü… Ahh ah!.. Haro’ya bir kere de Manularla, hem de tam bağbozumunu takiben gidecektik…


Haro – Rioja bölgesinin başkenti. http://goo.gl/maps/ZHqHW

==== sonradan giriş ==== kapa ==

Şimdi böyle buruk, nostaljik gidiyorum diye Ahmet Haşim / "Gurabahane-i Laklakan" filan girmeyeceğim, merak etmeyin, ama leyleklerden hareketle balıkçıla (kingfisher) da değinmeden geçemeyeceğim. Delft’teki evceğizimizin (Oostsingel’daki) az ilerisindeki İnek Kapısı Köprüsü’nün (Koepoortbrug) orada yaşayan bir balıkçıl vardı (tam cinsi "büyük mavi balıkçıl" imiş – ayrıca ben onu İngilizce’de yıllar yıllar yıllardır "kingfisher" sanardım meğerse "great blue heron" imiş, kingfisher deseniz karnavaldan yeni çıkmışa benzer koca kafalı bir şey imiş!), ne kadar asil, ne kadar vakur bir yaratıktı o! (tyger! tyger!) onu hatırladım; dilimizde allı turna diye türkülere geçmiş uzun bacaklıların da "bildiğimiz" flamingolar olduklarını, seneler evvel sevgili Betül’e "frambuaz"la ilgili bir şey sorduğumu ve onun verdiği yanıta ek olarak "ama neden ahududu gibi güzel bir adı varken frambuaz diyorsun?" şeklinde bir soru sorup beni de bu güzelliğe uyandırdığını ve daha birtakım başka şeyleri de… Şair (Başo) ne de güzel demiş: "Neler getirir, neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!" (aslı haiku ama ben ezberimden yazdım).

Muceno lugere colelil…

Iebu areyisos sebah pielutar to! Nilolo silo okenieto tinec naharam riesiel ceruse ka soka ra. Iecuc jetosel iyisena tifeha fa isodoraf ker nana wonas. Nifisol rudatec xinar maberos ya gape itegi. Pomos azohieti lenenah qaline, ta nihe ca ace isotanil ociera sierora, teku tun gi oyemiewo anutifet te tas? Rasos ironebe atonid aci hapecem. Sierosa narili tob tot. Ateri hecat seseba ne sil vad ta eriyugev, aluvur dipiebe tur. Lodi ierut yato esa icoleced hasat ceno.

Dadane fima ocehupu dam terasa yan tedus yes, depe asat go rulegi arelehi ce aten, ficapon hos odieyu pi de ibase: Serur logesel inarec rahamoc sare amelah fanetar yec vu emobera. Se nafemoc layiti olorir! Coniye nari budine taredul na usenipel her seyerin cerifat eci. Arewe ehaloril ro eyepatet onieleb benal: Mico to comehan latedil roses ponew sema. Abefek egil aledoser ne rupedi tisido ofe duv. Tev yiwawi nireme ucu lehiep. Ota ga etesan gepi gi munite tu depal rava galope; sa tusipuv esasenit teqita.

Tar tili nilafar to rifari cot yenapen limosir res. Sen pu lar icalec. Pecie cal del icer enico. Eliza fotad giece ameranak ke: Ro di laba pehe tobon ina ieniro nolipon eqon? Bi ca metiho lipis notadoc anir, gotaso asade eki, lofisi ucobita nu nuc ce seriru horone alose. Nad nayito one diete sa. Ato adipiv lel lo cid igeyemin nohom! Vepiepen te ede iyaso. Reriet lotiret oratuc! Ocoxigis ton sienu: Pocol liened yat.

Cani tatoc cila ape ratis no tasayie lim. Eti hacek tenires ren le aler iga fievisal. Yele bewie ro iris opimecuh tele nocir cotime numomie! Nac ada bicipos obi, cirates sewabil yamiene nenuti le teno. Lidogo no rumi; dug dinate ericere gemaco yelig etetutit lisar, macieweh dagulur amuriet ralafa! Riekol lehem ine cole ce.

Charlotte, sometimes…

Lorca’nın sevdiğim ama hep de bir şeyleri pek sevmediğim zamanlarda aklıma gelen dizeleri vardır: 

Al oído de una muchacha

No quise.
No quise decirte nada.

Vi en tus ojos
dos arbolitos locos.
De brisa, de risa y de oro.

Se meneaban.

No quise.
No quise decirte nada.

–Federico García Lorca

 

(Benim aklıma böyle tutup da bir anda Espanyolcası gelmez tabii, şiirin tümü de gelmez, ki şöyle bir şiirdir dilimizde (Tüzün Gürson çevirisi imiş, internette ararken buldum):

Bir Genç Kızın Kulağına

İstemedim, hiçbir şey
söylemek istemedim sana.

Gözlerinde iki çılgın ağaç gördüm,
gülüşten, esintiden, altından iki ağaç.
Kımıldanıp duruyorlardı, istemedim.

Sana hiçbir şey söylemek istemedim.

 

/ dediğim üzere, benim aklıma gelen kızım başı ve sonudur ("İstemedim. / Sana hiçbir şey söylemek istemedim." kısmı).)

Canım sıkkınken, bir şey söylemek istemezken, Lorca’nın aksine, kendimi hiç de romantik hissetmediğim zamanlarda, söyleyip, söylememek isterim. Çetin Altan’ın "bugün canım yazı yazmak istemiyor"u gibidir, insanın canı sıkılır bazen, konuşmak istemez — ben bunun mu karşılığı olan bir kelime görmüştüm acaba – bir gidip bakayım, üzerinden zaman geçti. [sonra] bulamadım, orada değilmiş, İşte öyle kalkıp gitmek hali. [Emel mi göndermişti facebook’tan "Acı’nın tanımı" diye yoksa? [sonra] hakikaten öyleymiş, o göndermiş, NW tarzı feyzlerden (bir de bizim zamanımızda NWOBHM vardı (arka planda Tailgunner’ın intro çalmaya başlar): şöyle bir şeymiş, çok merak ettiyseniz (ben ettim mesela):

The saddest kind of sad is when your tears can’t even drop and you feel nothing. It’s like the world has just ended. You don’t cry. You don’t hear. You don’t see. You stay. For a second, the heart dies.

Tabii ki, benim durumumda böyle değil ve tabii ki bu yukarıdaki "dönerse senindir vs…" bir şey benim kendimi beğenmiş algı panellerimde ama işte merak ettiniz (tamam, ettim), gittim buldum, böyle bir şeymiş. Benim durumumdaki nasıl? Benim durumumda biraz değişik işliyor.

Bildiğim kadarı ile bir sıkıntı ile karşılaştığım zaman bunu kendime saklarım (mümkün mertebe) — sıkıntıların paylaştıkça azaldıklarına inananlardan olamadım hiç – tabii bir de yurtdışında en zor şekilde öğrendiğimiz "en önemli şeylerin birlik ve sağlık" oluşuna değin (değgin de kullanılıyor, mu böyle durumlarda?) sarsılmaz kanaatimizin de epey faydasını görüyoruz (ailecek).

Neyse, işte buraya geldik geleli, gördük ki (ey kadim Türk milleti): ya arkadaş konuşmayı ne kadar çok seviyormuşsunuz siz böyle! Herkes her şey hakkında konuşuyor (samimi söylüyorum bak)! Hep bana derlerdi ki "bölümde gruplar arası çekişmeler, taş koymalar var", ben naifliğimle fark etmezdim, hala da pek etmiyorum ya neyse. Benim kariyere istinaden ilginç bir hikayem var, bir gün yaşlanınca anlatırım belki ama tabii hikayeyi de sonuçta bir taraftan duydum (iki kere, bir yılı biraz aşkın bir zaman aralığıyla) ilk duyduğumda çok sarsıldım, bir o yana, bir bu yana döndüm, inanamadım, neyse, sonuçta doğru yolu buldum (siz nasıl diyor: "attım sistemimden"), geçtiğimiz günlerde bir kez daha benzer bir "bilgi beslemesi" ile karşılaşınca bu sefer daha kolay atlattım.

Bulabilsem de, size 2000 yılında, İTÜ’de istatistik mi, termodinamik mi, bir finale gidişimle ilgili HiTNet’e yazdığım girişi gönderebilsem [okuyucular sabırsızlık ve endişeyle birbirlerine bakarlar — "gider mi gider şimdi bu manyak"]

[ertesi gün] ama dün gece buldum. Benim hatam HiTNet’in 1999’da BBS’lerin kapanmasıyla (şansını biraz internet üzerinde denedikten sonra) onun da sona ermiş olmasını sanmammış. BlueWave arşivlerimi bir güzel aradım, taradım bulamadım (benim güzel mesajım!), ama sonrasında bir şimşek çaktı, The Bat’in arşivlenmiş halini kurcalayıp, ve dahi sanal makineye Windows üzeri The Bat! ve Thunderbird yükleyip oradan alıp, buraya aktarıp sonrasında da keyifle okumak!.. işte şimdiki durumum budur. 

Date: Sun, 18 Jun 2000 14:02:24 +0300
From: Emre Sururi Tasci <etasci@hitnet.bbs.tr>
To: Duzyazi Alani Sakinleri <duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Subject: [DUZYAZI] ben.. gene hep.

bugün pazar sabahı. aslında saat 13.17 gibi bir şey ama bu zamanın
sabah olduğunda ısrar edeceğim. okulla ilgili sorumluluklarım -en
azından bu dönem için- bitti. yani, artık yapabileceğim pek bir şey
yok. bir bekleme eylemine girmişim, action, reaction yok. cuma sabahı
kritik bir final (ekşi sözlükte bkz: istatistiksel fizik) ve dahi
akşamında bir bitirme savunması olduğundan, perşembe gecesini
sabahlayarak ve istatistik çalışarak geçirdim. bir de şunu anladım,
ama önce vaktiyle (seneler evvel) bl oynamasını öğrenen bir arkadaşıma
verdiğim bir öğüdü hatırlatmak isterim:

(3dmania için) eğer bir iki tane L art arda gelmişse ve sen ona rağmen bir yüzey yok
edemiyorsan, oyun senin için bitmek üzeredir demektir bu.

ve işte perşembeyi cumaya bağlayan zaman diliminde bulduğum/bulunduğu
çıkarımım:

eğer bir derse çalışırken, çalıştıkça ne kadar az şey
bildiğinin ayırdına varıyorsan, başlangıçtaki moralin azalıyorsa, bu
kötü bir şeydir.

yani sabah evden çıkmadan az önce moralim berbat durumdaydı (bütün o
hayaller, umutlar, yüzüp yüzüp sonuna gelmeler...) sonra annem de
kalktı ben giderken, beni yolcu etti, ona neşeli görünmek istiyordum,
ona neşeli göründüm, üzülmesini istemiyordum.

kapıdan çıktım, her sabah apartmanın bahçe kapısını açarken ettiğim
duaları ettim bir kez daha.

sonra aklıma ulaş gökçek, çetin, kaan ve ulaş apak geldi. gece,
bir ara istatistik çalışmaktan iyice sıkılıp internete bağlanmıştım,
ulaş'la (gökçek) karşılaşmıştık, müthiş bir görüşme yapmıştık. kaan ve
ulaş'la (robin) yapmış olduğumuz muhabbetleri de hatırladım sonra ve
işte, o apartmanın kapısını açarken yüzüme bir gülümseme geldi.
durağa gittiğimde ise, birbiri ardına şükürlerimi bildiriyordum,
yüzüm gülüyordu ve geceleyin kendime "bahşetmiş" olduğum 30
dakikalık bir gözleri dinlendirme seansından başkaca hiçbir şekilde
dinlenmemiş olan vücuduma rağmen "bomba gibi" hissediyordum. otobüsü
bekledim bir süre, bengü'ye, uyanınca, gsm'sini açınca eline geçsin
diye bir "günaydın!" mesajı attım, "sınavdan korkmuyorum, sınav
benden korksun..." diye biten.

otobüsüm geldi, harem yoluyla ferhatpaşa-üsküdar. bindim. yoldan da,
koray kara adında ve soyadında bir arkadaşıma mesaj attım, koray
uyuyakalmamdan korktuğunu söylemişti bir gün öncesinde, okula erken
gelip istatistik çalışacaktık. ayrıca, kütüphaneden kendi için
çıkartmış olduğu, landau'nun istatistik kitabını da, benim işime daha
çok yarayacağını düşündüğünden, bana vermişti. ona, "hala uyanık"
olduğumu söylediğim bir mesaj attım. mesaj "canım.." diye başlıyordu -
emir'in, koray'ın (löker), doğan'ın, doruk'un ve çok şükür ki bu
listeyi bir hayli uzun tutmaya yetecek kadar çok arkadaşımla gerçek
bir içtenlik paylaşılır aramızda. örneğin, löker'i ne zaman görsem,
gider sarılırım, bu çok hoşuma gider. en son ne zaman bir can
dostunuza şöyle sıkı sıkı sarıldınız, söyleyin bakalım?.. neyse,
dediğim gibi, koray'a (kara'ya) "canım" ile başlayan bir mesaj
atmıştım, bunun sonuçlarına sonra değineceğim 8)

motorla beşiktaş'a geldim, poğaçalarımı aldım ve okul yoluna devam
ettim. okul sabahın körüne göre bir hayli kalabalık sayılırdı, sınav
saat ikideydi.

ben gittiğimde koray, hakan ve bora çalışmaya başlamışlardı bile.
koray, sabahleyin gsm'ye mesaj gelmesiyle gözlerini aralamış, niyeti
mesaja şöyle bir göz atıp uyumaya devam etmekmiş ama mesajın başını
görünce zannetmiş ki, "ümit ettiği bir başkasından"! hemen doğrulmuş,
heyecanla devam etmiş mesaja ve sonunda "emre"yi görmüş! ama başka
türlü de kalkamazmış. hakan, koray'ın çok yakın bir arkadaşı. hakan
istatistik almıyormuş ama ona rağmen işte, koray'la birlikte sabahın
köründe uyanmış o da. çok güzel bir şey bu!

moralim iyiydi günün genelinde, sınav da güzel geçti sayılır (güzel
geçtiğini umarım). akşam 5'te bitirmemin savunmasını yaptım, hocalarla
tanışık olduğumdan dostça bir ortamda gerçekleşti, AA verdiler bana!
(banae AA verdiue! banaeu AA verdiiuuuueeee! kuasimodo modunda
okunacak 8) bir de, kuruldan haluk bey (özbek), bitirme konumla ilgili
şu teknik soruyu sordu:

-emre, peki bengü kim?

8)))))))))))))))))))))

daha ben cevap veremeden, danışma hocam benim yerime konuştu:

- emre'nin okulu bitirmesindeki en büyük etken...

koptuk tabii... buna benzer bir olay, odtü'ye başvuru yapmak için
sevgili hocamız ayşe erzan'la aramızda geçmişti. işte ben, o güne
kadar yaptıklarımı özetliyordum, bir ara okuldan kopma kertesinde
uzaklaştığımı... derken,

- (...) sonra birden bitirme kararı aldım hocam. bu kararı alışımın
çok bilimsel olmasını tabii ki ben de isterdim lakin, genel deyişle
şöyle özetleyebiliriz: "tamamıyla kız meselesi..." 8)

o gün de kopmuştuk ayşe erzan'la gülmekten... malum, "bu sene itü'yü
bitirene ankara'dan kız veriyorlar!"... 8))

okuldan çıkıp bora ben emir, emir'lere gittik, akşam benim çok
sevdiğim "my summer with des"i vereceklerdi... onu beklemeye koyulduk,
monty phyton izledik bir ara. film başlamadı. paniğe kapıldım, sonra
filmi bir saat ertelemiş olduklarını anladık, film başladı, gene çok
güzeldi...

sabahın ikisine doğru yattık sanırsam... sonra, uykumu almış bir
şekilde uyandım, kalktım, emir'in ışığı yanıyordu, o da geldi yattığım
odaya, internete bağlandık... ve saati öğrendim: sadece 45 dakika gibi
bir zaman uyumuşum (rüyamda ekşi sözlüğe şu maddeleri ekliyordum:
matematikte gamma fonksiyonları vardır, tamsayılar için olan
faktöriyel fonksiyonunun reel sayılara genelleştirilmiş hali olarak
düşünülebilir, benim bitirmemde de çözümün içinde yer alıyorlardı
(hipergeometrik fonksiyonlar bünyesinde) işte sözlüğe sırasıyla
gamma(5), gamma(7) ve gamma(5+7)'yi giriyordum... neyse, 45 dakikalık
uyku uyuyup da, mevcut olan o kadar uykusuzluğa rağmen kendimi iyi
hissetmemle ilgili olarak, şu yorumu yaptım: vücudum, şu bir haftalık
koşuşturma sonucunda artık doğal düzenimin bu olduğunu sanmaya
başlamıştı ve bana şöyle diyordu:
- tamam abi, ben minimumda depoyu doldurdum, sen rahatına bak, ders
çalış, ben idare ederim, beni merak etme...
8)

emir'le biraz oyalandık nette sonra gene yattık. bu sefer rüyamda
liseden bir arkadaşın küçük yeğenine kuantum'da kullanılan bra/ket
notasyonunu öğrettim 8)

ertresi gün (yani dün) emir'lerden çıkıp, sevgili patronumla buluştum.
hava yağmurlu olduğundan emir hırkasını bana verdi, kapişonu da var!
patronum bana bir 28.800 modem verdi, artık iki katı daha hızlıyım bu
alemlerde, ona göre! sonra eve geldim, yaklaşık 4 saat modemi
tanıtmaya çalıştım, tam umutsuzluğa düşüyordum ki, becerdim nihayet...


işte, sonuçta bir ihtimal, 6 senelik itü maceramın sonuna geldim.
kuantum'dan kalmaktan hala korkuyorum ve bir son dakika sürprizi de
sağlık fiziğinden ve/ya istatistikten gelebilirim ama bekleyeceğim
bakalım.

cuma sabahı durağa yürürken, geniş, az kullanılan bir yoldan giderim,
150 metre kadar vardır bu yol, işte o sabah gözüme bambaşka göründü,
değişik bir ton düşünce... ama mutluydum çünkü çok güzel insanları
tanıyordum. hepinize sonsuz teşekkürlerimle... emre s., bir
"off-topic" klasiği..

sevgiler, saygılar....




-----------------------
("hareketli sınır koşullarında, vakumda parçacık yaratımı" başlıklı
bitirme tezinin önsözünden)

Üniversitede geçirdiğim süre boyunca, bana fiziği daha da çok
sevdiren, bilim tutkumu sürekli olarak körükleyen değerli hocalarım
Do. Dr. Neşe Özdemir'e, Prof. Dr. Ayşe Erzan'a, Prof. Dr. Mahmut
Hortaçsu'ya ve Prof. Dr. İ. Hakkı Erdoğan'a tüm içtenliğimle
şükranlarımı sunarım.

Ayrıca, vermiş olduğum bir aradan sonra, üniversiteyi bitirme kararı
almamda en büyük paya sahip olan Bengü Yazıcıoğlu başta olmak üzere,
birlikte -bilimsel veya değil- her konuda zevkle fikir alışverişinde
bulunmuş olduğum sevgili arkadaşlarım Bora Örçal'a ve Emir
Gümrükçüoğlu'ya da yürekten teşekkür ederim.
-----------------------


cranberries'in "desperate andy"si güzeldir. "hayat güzeldir"...




... KIllIng IN the nAmE of! ‘ !fO eman eht nI GNIllIK


-------------------------------------------------------------------------------
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri - http://www.hitnet.bbs.tr

 

EST 19 Ağustos 2013, photo: OBMİTÜ’yü geçen ayki ziyaretim sırasında, seminerden önce Ahmet Hoca ve Tolga ile "Fizik Mühendisliğine Giriş" dersine katıldım, orada bir ara Tolga benim son iki yılımda alıp geçmiş olduğum ders sayısını sordu da, hemen hatırlayamadım — sonrasında vaktiyle hazırlamış olduğum dökümü buldum, özetle, lisansta okunan toplam 48 adet dersin 34 tanesini son iki yıl (aka son dört dönemde ya da bir başka açılımla: 7+9+9+9 ders/dönem) vermişim, bu dönemler göz önüne alındığında ise 3.18 ortalama yapmışım. Yukarıdaki mesajda da sebebi, motivasyonu, her şeyi yazmışım zaten açık açık… (Ankara, Ankara, güzel Ankara). (Bir de, yukarıdaki mesajın bir hafta sonrasına ışınlanırsak: Kuantum Mekaniği’nden AA; Sağlık Fiziği’nden CB; İstatistiksel Fizik’ten de BA ile geçeceğim; sonrasında ODTÜ’ye yüksek lisansa kabul edileceğim (temmuz); gereğinden biraz daha fazla sonra (Aralık) asistan olabileceğim, sonrası geldi zaten… 8)

Bunları niye anlatıyordum ki? Ah evet, çok konuşuyoruz, çok konuşuyoruz, bir sürü şey söylüyoruz, bir sürü şey aktarıyoruz, bir sürü şey ima ediyoruz. Dediğim gibi canım sıkılmıştı, ama kısa sürdü, ben kendimi bildiğimi fark ettim. Georgina yarın Hollanda’ya uçuyor, yolu açık olur inşallah. Ben ne yapacağım, ne olacağım bilmiyorum ama artık o kadar düşünmüyorum (geçen gün bir üniversiteye başvurmak için özgeçmiş/çalışma alanları-yaptıklarım vs. belgeyi hazırladım da, insanın kendine güveni geliyor!

Diyeceğim odur ki, geçen gün ben sızlanadururken çok sevgili Sefa’nın da hatırlattığı üzere, önemli olan sağlık ve birlik, gerisinin icabına bakılıyor. Ece 9 yaşına girdi, ben aynıyım. El Jeffe’nin dediği gibi, "So you been broken and you been hurt / Show me somebody who ain’t " (Kamyonum olunca tamponuna yazdıracağım).