Bende tarçın sende ıhlamur kokusu
Az mı dolandık Başkentin sokaklarında
Ama işte şölenin kaçınılmaz acısı
Bizim payımıza düştü sonunda
C.Süreya, "Dikkat, Okul Var!"dan detay.

Comida Despedida – 12/12/2012 // ¿Cuando nos vemos?..
tekrar et, bugün günlerden cuma…
Bende tarçın sende ıhlamur kokusu
Az mı dolandık Başkentin sokaklarında
Ama işte şölenin kaçınılmaz acısı
Bizim payımıza düştü sonunda
C.Süreya, "Dikkat, Okul Var!"dan detay.
Orta hazırlıktaydım sanırım, öyle değilse orta bir. İngilizce derslerinin birinde bir şiir okumuştuk: her akşam yatmadan evvel televizyondaki hayran olduğu spikere iyi geceler diyen, onunla dertleşen bir yaşlı kadının hakkındaydı. Sonunda kadın ölüyordu ama o dert ortağı spiker cenazesine bile gelmiyordu. O şiiri bir ara (post internet) yoğun bir şekilde aramıştım da bulamamıştım. Dün bir de bunu yazacaktım.
Uzun uzun yürümek istiyorum (Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.). Yürürken müzik dinlerim genellikle, yürüyüşün başında bölük pörçük bir şeyler düşünüyor olsam da, kısa bir süre sonra kafam dingin bir alana varıverir, belki rahatlarım. Düşünecek pek bir şeylerim de yok aslına bakarsanız, sıkıntım da. Durumumu özetleyen bir tanım olarak "Araf" akla geliyor (bugün Hande ile "Purgatory" ile "Limbo"nun arasındaki farkı, Türkçe’deki karşılıklarını konuştuk).
Gelmiş gibi hissetmiyorum, kalmış gibi de değilim. Neredeyim?
İyice arabeske kaçacak ama sabahtan beri kafamda çalıp duran şarkı Lady’nin yorumuyla "Every time we say goodbye / I die a little…" (zaten bunun yanına bir de 2046’nın soundtrack’ini götürmüştüm)
Hesapta, bir ay kadar önce, "Şimdi neredeler – maziden gelenler" benzeri bir başlıkla son 2 ay içinde yaşadığımız epey bir değişikliği aktaracaktım, olmadı. İnsanın yazacak çok şeyi olunca yazmak daha bir zorlaşıyor mudur, nedir. Özetle: "Burada"yız artık.
Bugün biraz kırık gibiydim, sabah servisle okula giderken "yıllar boyu onu hayal etti, bekledi. Oysa hiç gelmedi." gibi bir cümle belirdi aklımda pencereden bakarken. Murathan Mungan’ın "Kırk Oda"sında vardı böyle bir hikaye sanırım ("O ayakkabı Külkedisi’nin de ayağına olmadı. Yarın diye bir şey yoktu." diye biter). Bir de makas hikayesi (altın makas olan değil de, tren raylarındaki makasa dair olan hikaye). Kırk Oda’yı en son okuyalı kaç yıl oldu? 20? Bazı şeyler kalıyor ama.
Mutsuz değilim aslına bakarsanız (ey kâri!), keyifsiz bile sayılmam. Beklediğimiz bir şeyler var, an itibarı ile de işler yolunda gidiyor, tünelin ucunda ışık ve diğer metaforlar var.
Neyse, yazarım uzun uzun elbet. $izoSuru – Kırmızı’da dediğim gibi: Aslında bu bir üçleme olacak, peş peşe hazırlamayı düşünüyorum, listeler de hazır. ("Eskişehirli bir tüccar vardı. Var mıydı?..") Sular seller gibi yazacağım. Evet.
Bizim sokak, sizinkinden yoğun olmasın ama, hakikaten çok yoğundur. Vızır vızır arabalar anlamında değil: yakınlarda bir otoparkın olmamasından ötürü (bu sorunu çözmek için, yüzeyin üst kısmında kalan kısımları kültür merkezi olacak şekilde 2 yıldır katlı otopark yapılmakta), sokağımıza giren arabaların %90’ı işbu hal ve ahval uyarınca, misafirliğe değil, yol üzerinde olduğundan hiç değil, bilakis "bir umut bir park yeri bulurum" ümidiyle çevirirler direksiyonlarını. Abartmıyorum (hem de hiç abartmıyorum), kaldırımın kıyısındaki olur da boşalan bir park yeri olduğunda diğer "devriye gezen" arabalar kilometrelerce ötelerden kan kokusu alan köpek balıkları gibi (şimdi böyle yazınca kötü bir şey gibi oldu ama değil aslında, sadece hayret verici) hemencecik gelir, bir dakika içinde doldururlar o boşalan yeri.
Amma konuştum, lafı açtıkça açtım yahu, kusura bakmayın. İşte beni en son bıraktığınızda park yeri ayırmak için yerleştirdiğim tahtadaki metni ya da bizzat tahtanın kendisini ya park yerine kendini daha layık gören bir şöförün, ya da okula gidiyor olmanın sıkıntısını yollarının üzerinde buldukları bu tahtanın yazılarıyla oynayarak (biz taksimetre’yi "beni yıka!"dan açalım) gidermenin yollarını arayan öğrencilerin gazabından korurum amacıyla ikide bir pencereden (tahta) arkadaşı gözlüyorum, her yavaşlayan arabanın sesine haydi koş pencere… bkz. Şekil A:
Akşam vakti otururken, yazıda bir şeylerin değiştirilmiş olduğunu fark ettim. Birileri hem kara tahta tarafına tebeşirle, hem de beyaz tahta kısmına markörle yazdığım kısımları bizzat değiştirmişti.
Bengü ve Ece’ye ayrı ayrı teyit ettirdiğim üzere, imla hatamı düzeltmişlerdi! (Hasta a las 11 → Hasta las 11)
Sevgili Gümlük,
Editörün açılmasını beklerken kafamda sözlerinden vaktiyle Ande’nin bir blog girişi sayesinde haberdar olduğum ve sanırım hiç dinlemediğim İkili Delilik’ten (Sezen Aksu) bölük pörçük gidip gelmeler vardı. Az evvel son-uzunca-bir-zamandır yoğun bir şekilde enerjimi ve vaktimi alan bir şeyin sanıyorum bendeki kısmını bitirdim (akademik bir şey bu arada, çok şükür ilişkisel filan değil (canım arkadaşım OBM’ye de selam çakalım bu vesileyle)), sonumuz hayırlı olsun.
Ne diyecektim ben? Kafam karışık, yorgunum ve sanıyorum uykum var. Olayın bendeki kısmı bittiyse bile, daha ilgili konuda yapmam gerekenler bitmedi. Çok da bir değişiklik yok aslına bakarsanız (gizemli adamın terennümleri), bir piyango bileti almak gibi. (işin özü aynı kalmamızdır)
Bugün kahvaltıda bir ara Ece’nin Küçük Prensini açtım, sonunu okudum. Daha önce kırk kere okumuşluğum var kitabı, çocuk değiliz yani, biliyoruz ne olduğunu, ama yine de etkiliyor, üzüyor ya insanı. Ece’ye "yok, ölmüyor, ölür gibi yapıp, o yolla gezegenine dönüyor, bak vücudunu bulamıyor mesela pilot" dedim, Pan’s Labyrinth’i masal kıvamına getirip anlattım destek olsun diye, yine de ben artık büyümüşüm (aka "çocuk değiliz yani") artık anlaşılan, eskiden o söylediğime inanırdım, bu sefer öyle olmadığını bildim. (bu noktada Sartre’ın 2. Dünya Savaşı’na dair sevdiğim bir gözlemi vardır, onu da alıntılayıp yatayım: "Anlamıştım ama hissetmemiştim." deyü, uydurmuş da olabilirim çünkü biraz bakındım ama kaynak/destek bulamadım).
İyi gecelerzzzzzzzzzzzzzzzz.