Doğum günüm / Kutlu / Oldu

Birtakım (yazıyla üç) BH elemanı Strasbourg’dan bildirdi:

eller, eller eller
Eller, eller eller…

 Evet. 35 and going. Up (sky is the limit). (¿Que mas?)

Bir de -ek bilgi niyetine- normalde pek yüzüne bakmadığım Facebook’un hoşuma gittiği tek gün bugün (gün ola harman ola).

Doğum günü şarkısı olarak kendime ne çalsam?… Georgina, Beatles’ın "Happy Birthday"ini yollamış, ben de Duran Duran ile devam edeyim bari, "happy birthday to you is created for you" (Come Undone, diyecektim ama şarkı güzel olmasına karşın çok alakasız kaçınca vaz geçtim). Şimdi de aklıma "doğum günün kutlu olsun sevgilim, ki ben sana değişe değişe aktım" mısraları geldi, arayalım bakalım hangi şiirdenmiş…. Tabii ki Turgut Uyar, "Aramızdaki" — çok severdim (severim) ben bu şiiri, <insert şiir>

sevgilim sevgilim
kuzey sanrısı gibidir
geceyi beşe filan böler
sonra ayılar hüzünden ölmez
sevgilim sevgilim
açlıktan ölür onlar

işte bundan ötürü
hüznü artık bir ayıya bıraktım
sevgilim sevgilim
bir ayıya
ister ormanda kullnasın
ister buzdağında

hayatın kutlu olsun sevgilim
ki sana değişe değişe aktım
kimi zaman bir japon gibi uykusuz kaldım
-uykusuz kalır mı onlar bilmem aslında-
sevgilim sevgilim
bir orman gibi çoğal aramızda
şehirden bir çocuk olarak şurda burda
bir sabuntozu markasında köpürerek
çınarın tutsaklığını
ve menekşenin tutsaklığını
ve menekşenin sevincini yaşa
sevgilim sevgilim
hüzüne yer var hayatımızda

Aramızdaki / Turgut Uyar

Şiir tamam (ama öyle, ama böyle, şarkı bilemedim hala, başka bir şey yazacaktım bir de, onu da arada unutuverdim).

Hatırlayamadım. Onun yerine aklıma geçen gün tekrardan guzelonlu’da yataktan kalkmaya dair şu müthiş haiku geldi:


no no no no no /
no no no no no no no /
no no no no no

 Özetle: Doğum günüm kutlu oldu, oh ne güzel.

———– Bır 10 dakika kadar sonrasından gelen edit:
Hatırladım yahu neyi unuttuğumu: Entel-dantel klasmanından/kotasından, Louis Althusser’in "Gelecek Uzun Sürer" adlı otobiyografisinin açılış paragrafında görülüp vurulduğum şu cümleyi kullanacak idim yazının bir yerinde:

(…)

yok, internette aradım bulamadım ama "19xx yılında, xxx şehrinde, 5 yaşında doğmuşum." gibi bir şeydi (x’ler kitapta doğrularıyla bildiriliyordu, ben bakmaya üşendim). Ece’nin (ve bizim) favori kitaplarımızdan olan Pıtırcık’ın ve birtakım başka kipatların da yazarı olan Rene Goscinny de "14 Ağustos 1926’da Paris’te doğdum, hemen sonrasında da büyümeye başladım. Ertesi gün 15 Ağustos’tu ve evden hiç çıkmadım." diyor iç kapak bilgisinde. Ben? Ben hemen hiçbir şey hatırlamıyorum hemen hemen üniversiteye gelinceye kadar (höh!), tamam, ilkokula gelinceye kadar olsun, o da sizin güzel hatrınıza. Oradan üniversiteye de epey atlamalı-zıplamalı bir güzergah var (Quantum Leap). 35 yahu! 23’te üniversite bitmiş. 12 sene sırf oradan. Heh! 8)



Ben, Efe, Yas, Barış, sene 2003
[yalan, güzide grup Discount‘un grup fotoğrafından arak. 8P]

——————- Gene Sururi, gene son dakika (+1 saat) edit’i:
Klip, şarkı olayını da buldum: Bu sene sevgili Hüseyin vesilesiyle öğrendiğim, yavaş yavaş hazmettiğim Chinawoman’dan gelsin: Lovers are Strangers (orijinal, ofisiyal kliptir, okuyucunuzun ayarıyla oynamayınız, cız)


Ne yaptığımız ve kim olduğumuza dair…

 Bildiğiniz, bilmediğiniz, fark edip-etmediğiniz üzere, bu blogda pek bilim işlerinden söz açmayı tercih etmiyorum (tercihimi daha çok fütursuzca ahkamlar kesebileceğim, inciler düzebileceğim edebiyat ve felsefe alanlarından yana kullanıyorum) ama gerek geçen gün Noel Baba’ya dair yaptığım devrim niteliğindeki bir keşif, gerekse de hemen aşağıda paylaşmakta olduğum fotoğraf vesilesiyle daha fazla durduramadım kendimi (bir de son zamanlarda hasıl olan kariyer kaygılımsıları var serde).


Georgina ile Ben, fi tarihinde…

Fotoğraf 1997 yılında çekilmiş: o yılın ulusal "Bilimsel Yetenek Arayışı" ("Science Talent Search")  yarışmasının kazananları olan Lisa Randall ile John Andersland’ı gösteriyor. Bizim zamanımızda biz geekler böyle görünürdük. Resimlerde illaki gözlerimiz kapalı çıkardı. İkisinin de sınıftaki alfalar, betalar ve dahi gammalar tarafından bile nasıl ezildiğini tahmin edememek imkansız, takdir edersiniz ki. Sonra, 90larda bile değil ama 2000lerde, internetin yüklü gazıyla bir anda fizik, bilim tralala yükselen değer oldu, lablardan çıkıp, filmlerde dünyayı bile kurtarmaya başladı pek saygıdeğer bilim adamları.

Belki daha önce yazmışımdır, belki bir başkasından duymuşsunuzdur yahut kendiniz ayırdına varmışsınızdır, yine de söylemek isterim: bu dünya, adil bir yer değil. Bir futbol takımı düşünün ki, oyuncuları oyunun güzelliğini, sporun bütün iyi niyetini içlerinde taşıyor, gece gündüz çalışıyorlar, yokluktan paylarına düşene şükredip, en iyi şekilde faydalanmaya uğraşıyorlar; her biri de gerek takımları, gerekse de diğer arkadaşları için gözünü kırpmadan kendini feda edebilir, o kadar önemsiyorlar yaptıkları işi, birbirlerini. Bunlar çok büyük bir mücadele vererek, sevenlerinin desteğiyle bir kupada finale kadar çıkmış olsunlar. Karşılarında da, bir para babasının (Arap prenslerinden biri olsun mesela — Araplara karşı önyargılarımız var ya, antipatiyi arttırmış oluruz bu sayede hem) bastığı paralarla bir araya getirilmiş, tamamıyla para için oynayan dünyaca ünlü futbolculardan mürekkep bir takım olsun. Filmlerde tabii ki ve illaki bizim "underdogs" yenecektir (gerçi ilk Rocky’nin sonunda Rocky puan farkıyla Apollo Creed’e yeniliyordu), ama gerçek hayatta ne olur siz de ben de biliyoruz, işin kötüsü kazanan takım sevinmez bile, umrunda bile olmadan kazanırlar. En saf/temiz/güzel duygularla sevdiğiniz kızın, sınıfın yakışıklı oğlanı tarafından hem de sadece elinden geldiği için ("because he can") baştan çıkarılıp, sonra bir köşeye koyulması ve üstelik kızın bu oğlana hayranlığının devam etmesi gibi bir durum. Ya da diyelim ki Galatasaray deplasmanda Mersin İdman Yurdu ile hazırlık maçı yaparken, Mersinli Galatasaray seyircisinin tribünden Mersin’e küfür etmesi gibi bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen / hani insan bir telaş duyar ya birden).

Daha kötüsü de var. Daha kötüsü, sizin sizin gibi olan arkadaşlarınızla bir oyun (spor, penny can) oynamaya başlamanız. Saçma sapan bir oyun olsun bu, millet de sizinle dalga geçsin. Sonra diyelim şans, ya da fırsat (şans), bu oyundan alfalardan birinin haberi olsun, bu oyundaki maddi açıdan potansiyeli görsün, sizden bağımsız bir şekilde bu oyunu pompalasın (promote), bu oyun bir anda meşhur olsun, kuralları resmileşsin, federasyonları kurulsun… sonra normalde sizinle bu oyun için dalga geçecek olan insanlar, çıkarları doğrultusunda bu oyunda oyuncu olsunlar ve ruhsuz bir şekilde sizi kendi oyununuzda eze eze yensinler ve hiçbir şekilde umurlarında bile olmasın. İşte bu daha kötüsü.

Hollanda’da katıldığım bir konferansta (Ulusal Fizik Konferansı idi (FOM)) birbirinden süslü ve havalı fizikçi insanlar görmüştüm – benim için oxymorondu böylesi bir tanım, halbuki ne kadar normal, ne kadar olası ve gerçekçi. Ama adaletsizlik duygusu uyandırıyor bir yandan da (uyandırmıyor mu?). En sevdiğiniz 100 şarkıyı birine dinletseniz, 100 şiiri bir kitapta toplasanız, 100 kitabı tavsiyeleseniz, illa ki bunların aralarından bir kısmı daha çok tutulacak, bir kısmı aşağılara itilecek. Sosyolojik/Psikolojik bir şey. İyi sınıfın kötüsü mü olmayı mı tercih edersiniz, kötü sınıfın iyisi mi (ben ikinci şıkkı). [Kim kime ne deseymiş / Her yer tanrı gibiymiş, bir sonsuz pistmiş — E.C.].

Sadede gel kardeşim, ne demek istiyorum, kafamdaki şey ne? Kafamdaki şey net bir şey değil, zaten o yüzden yazıp duruyor, evirip çeviriyorum ya bu kadar salatayı. Başarılı insanlardan pek haz etmiyorum, bu doğru. yaptığından mutlu olan insanları, yaptığından mutlu olmayıp da daha başarılı olan insanlara yeğ tutuyorum (her zaman her yerde). Yaptığından mutlu olan başarısız insanları da yaptığından mutlu olan başarılı insanlardan daha çok seviyorum. Maçlarda hep yenileni tutarım zaten oldu bitti, onlar öne geçtiklerinde de taraf değiştiririm. Bilimde karizma beni hiç açmadı, fizikçinin cool’u olmaz (Feynman diyeceklere ön cevap: Feynman geeklerin cool’uydu, bilim dünyasının dışında pek borusu ötmezdi be yaw [zaten tanısaydım sevmezdim herhal, büyük ihtimal… ama benim gıcıklığım, tersliğim, kendisinin çok büyük bir olasılıkla bir suçu yoktur, olmazdı]).

Niye yazdım ben bunları? Geçen gün bölümün koridorlarının birinde işte şu yukarıdaki resmi de alıntıladığım Amerikan Fizik Derneği’nin (APS) 90larda yaptırdığı posterlerden birine gözüm takıldı. Arkadaşların isimlerini not ettim, sonra da şimdi neredeler ne olmuşlar diye arattım. Lisa Randall Harvard Princeton, MIT ve Harvard’da çalışmış, herkesin tanıdığı ve hatta adını Google’a yazmaya başlayınca "Lisa Randall hot" şeklinde tamamlandığı derecede popüler bir insan olmuş.

yukarıdaki resmi aldığım kaynak da "Is Lisa Randall the hottest physicist alive?" başlıklı forum – böyle bir forumda emeği geçen arkadaşları saygıyla anmak isterim (sarcasm’ın Türkçesini aradık bugün, bulamadık, kinaye değil imiş -Ece’yi anlaşılan o kadar maruz bırakıyoruz ki entel dantel ebeveynler olarak, bugün kollarındaki yara bereleri gösterip gülerek "geçen gün oynarken kendime masaj yaptım" dedi, ardından da "masaj yapmak" ile aslında düşmelerini söylemek istediğini, hani öyle deniyor ya, tam aksini söylüyoruz biz de ona bazen… ah canım kızım benim…).

John Andersland’a gelince, o küçük bir üniversitede kalmış, hala mutlu görünüyor, çoktandır güncellenmemiş sitesine gittiğinizde heyecanla size bir yaprağa nasıl resminizi çıkaracağınızı anlatıyor, bir de vesikalık fotoğrafını koymuş. Murathan Mungan koyalım mı araya, "parça" niyetine?

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

Bu şiiri de ne zaman alıntılasam, ansam, aslında tam tersi anlam için öne sürerim de, her seferinde unutkanltığım ters köşeye yatırır beni Evvelsi gündü galiba, internet üzerinden Milliyet Sanat’ın eski sayılarına bakıyordum ki, geçen sene, "Şairin Kitabı" vesilesiyle yapılmış bir röportajına denk geldim, orada da inceliğini göstermiş M.M. (Marilyn Manson değil, Monroe da), kendisine aşık olup da karşılık veremediği insanlara üzülüyor, keşke ben onlara aşık olsaydım da karşılık görmüyor olsaydım diyor, kendinden kaynaklı üzüntü vermek yerine kendisini acı çeken pozisyonunda görmeyi yeğliyor. Ben aktarınca, "sarkazm" yapıyormuşum gibi oldu ama değil — misal Cezmi E. söylemiş olsaydı böyle bir lafı vıcık vıcık olurdu ama M.M.’ın samimiyetine, naifliğine, inceliğine inanıyorsunuz.

Yahu ben ne diyordum, nereye geldim. Şimdi geç oldu (1.30), uyuyayım da, yarın gönderirim bir şeyler daha ekleyip artık (Whitney Bowe)



(…) Ertesi günden merhaba! Whitney Bowe dediğimiz kişi, Castle’ın kızını hallice andıran, yukarıda bahsi geçen STS yarışmasında bahsi geçen bir diğer kişi. O zamanki hali şunun gibi bir şey (güzelimsi inek kız figürü, nadir bulunur, en tatsız şeylerden biridir, fenadır, kesinlikle geek değildir, geek tribünlerine oynar, ilk fırsatta level atlamaya bakar):


(10 parmağında 10 marifet)

sonra ne mi olmuş, YALE mezunu, uzman dermotolojist, şöyle bir şey:

bana da dert olmuş. Bu yazdığım yorumların hepsini kendi -pek de sağlıklı olmayan- tahayyülümden geçirip, uydurup buralara yazdığımı ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım…

Gelelim Zuckerberg’e. Bizim burada bir çocuk var, dahi midir bilmiyorum ama epey bir potansiyel var, ama hiç arkadaşı yok, ben bile çömezim olmasına rağmen pek meraklı değilim görüşmeye. Bilmek sevmeye yetmiyor, çekilmez bir adam. Landau da böyleymiş diyorlar, önemli olan fizik, algı… ama olmuyor, hakikaten olmuyor. Zuckerberg de eminim böyle bir adamdı, onunla da arkadaş olmak istemem, sıkılırım, gerçekten değmez. Deha nasıl bir şey diyeceksiniz (diyecekseniz), onu da anlatayım, bu vesile ile yazının başında bahsetmiş olduğum Noel Baba fenomenini de açıklama fırsatım olur hem, o nedenle geçelim büyük keşfime: Noel Baba hani her çocuğun adını, iyi mi kötü mü olduğunu biliyor ya, aslında öncesinde bu bilgiye sahip değil, yani ona malum olmuyor. Bu bilgiler çocuğun suratında yazıyor, bir şekilde kendini manifest ediyor. Onun için bir çocuğa bakıp da "senin adın Hebe, bu sene iyi şeyler yapmışsın" demekle "sarı saçların, mavi gözlerin var, boyun da 1.5 metre civarında" demek arasında pek bir fark yok (aura). Onun ekstra duyu organları var (ne Noel babalar tanıdım, yoktular). Deha da böyle bir şey. Bir probleme bakarken, oradaki bu normalde doğrudan algılanamayan şeyleri algılayabiliyorlar. Körler dünyasında yapılan deneyleri düşünün bir: ışığın yansıdığındaki dalga boyundan bizim hop diye söyleyebildiğimiz rengi ölçebileceklerdi, yarı-iletkenler, multi-ferroikler vs.. vs..  Oliver Sacks’in kipatlarından birinde vardı, iki otistik arkadaş/kardeş, oyun olarak birbirlerine takır takır asal sayıları sıralıyorlar sırayla. Dr. Sacks de ("Dr Seks" diye telaffuz etmemek için bunca yıldır "Saks" (Sucks) demekte olduğumu fark ettim az evvel, bu bağlamda Turan’ın gençliğinde takıldığı Emmanuel serisini de anarım (Immanuel Kant/Kent tabii ki, ya ne olacaktı?), işte ne diyorduk, Dr. Sacks de bir cetvelden, büyük asal sayıları not alıp, otistiklerin oyununa karışıyor, otistikler de şaşırıyor, sonra da bozuluyorlar. Başta dediğim konu, hani siz bir oyun uydurmuştunuz, sonra bu oyundan zevk bile almayan birileri sırf çıkarları var / ya da daha fena olarak, sadece yapabildiklerinden kelli oyununuza dahil olup, üstüne bir de sizi yenmeleri olayı.

Çok yazdım, sıkıldım, bu kadar yazmışlığım olduğundan göndermemeye/silmeye de kıyamadım, siz kusuruma bakmayın, bir ara Nurullah Ataç’tan acı-tatlı bir deneme yollarım, ödeşiriz. İyi pazarlar (pazorlor)!

Poffidi pof pof.


Benle Georgina, baştaki resimden 5 yıl önce, 10 yıl sonra

ph.d. comics, revisited…

 Efendim, rivayet odur ki, yours truly’nin doktora tezi şu ithafla başlar:

rivayet değildir, doğrudur. Ece tamam da, Mike Slackenerny kim diyecek olursanız, o da benim gibi feleğin çemberinden geçmiş/geçmekte olan bir Ph.D. Comics karakteridir. Kendisinden ilk defa olarak 26 Şubat 2007 itibarı ile bahsetmişiz, sonrasında 17 Mayıs 2007’deki girişte TUDelft mülakatım vesilesiyle tekrar anmışız. Uzun zamandır ortalıkta görünmüyordu ki geçen gün Ande bahsetti, buyrunuz, halet-i ruhiyemdir:

Kaynak: http://www.phdcomics.com/comics.php?f=1500

Ooooffff, off!

Tarihi bir gün!

 Bugün Ece biten çayımı mutfaktan getirdiği demlikten yeniledi! Ben de bu önemli olayı tarihe not düşmek istedim — taa Ece’nin doğduğundan beri, "bir gün gelecek kızım bana çay getirecek" diye söyleyegelirdim, işte bugün, o gün de geldi. Az evvel bunu bloguma yazacağımı söyledim, Ece de blogun ne olduğunu sordu, anlattım, doğduğu günlerde yazdıklarımı okuduk sonra birlikte. 8) Yıllar geçiyor…

Cennet…

 "Cennet", Kieslowski’nin, 3 renk üçlemesinden sonra çekmek isteyip de ölümüyle yarım kalan bir başka üçlemenin (Cennet – Cehennem – Araf) ilk filmiydi. Vaktiyle 3 renk üçlemesini "son filmleri" olarak lanse ettiğinden, arkasından konuşmuş gibi olmayalım ama, filmler iyi iş yapınca, "ah, dur bir üçleme çekeyim" demiştir belki fakat sözünden döndüğü için de kaşığı/kamerası kırılmış, üçlemesinin ilk filmini çekmek de Tom Tykwer’a nasip olmuştur, iyi de olmuştur zannımca (hem Cate Blanchett de vardı, güzeldi). Film, bir helikopterin göğe doğru (ya nereye olacaktı?) yükselmesiyle bitiyordu (yanlış hatırlamıyorsam): güzel, temiz bir bitiş olduğunu düşünegelmişimdir.

Benim için cennet, içinde sonsuz, yazılmış/yazılmamış kitabın, kitaplarınkine benzer niteliklerde filmlerin ve müziklerin olduğu dev bir kütüphane. Artı olarak, bir yandan film izleyip, kitap okurken, beri yandan fosur fosur puro/pipo tüttürebilmeniz de cabası. Kola (Coca-cola) ırmakları zaten hep vardı ama bir süredir kebapçılar da standlarda yerini aldılar.

Pek kalabalık olsun istemem: tabii ki Bengü ile Ece olacaklar ama çekirdek ailemiz dışında, diğerlerinin cennetlerine bağlantılar olsun, istedikçe gidip görelim.

Vaktiyle Magnetic Scrolls’un "Pawn"  adında bir oyunu vardı – oyunun sonunda oyunun kodunu değiştirip, "God mode" tabir edilen, sonsuz sınırsız bir moda geçiyordunuz. Dünyaya öyle gelmek bir süre sonra mutlaka sıkar bence, ama yine de illa ki denerim tabii. Bir de yüzyıllar boyunca uyukladığım, yorganın altında uyku mayalaya mayalaya ekmeğe dönüştüğüm bir evre de kaçınılmaz olarak varolur bence.

Eğer hala anlaşılmadıysa, evet, ölümden sonra ahret filan, inanıyorum, getirisi var, kar marjı yüksek, kaybedecek pek bir şey yok. Kollektif cennetlerden çok, bireysel olanları yeğliyorum ve aslına bakarsanız daha pratik/uygulanabilir buluyorum.

İnsan cennette yaşamaktan sıkılır mı? Büyük konuşmayayım ama bana yeterince film/kitap/müzik/oyun verirseniz, bir de işte aralarda Gürer Bey’le filan da buluştuk mu nargile başında, ben sıkılmam. Marx’ın icabından teknolojik gelişim geldiyse eğer (en basit yaklaşımla), benim sıkıntımın hakkından da entel-dantel eğlencelikler gelir derim ben size.

Zaman göreceli bir kavram. Ölüp de yataktan kalkıncaya geçen zamanda, herkesin de ama öyle, ama böyle eninde sonunda ölmüş ve hep birlikte, aynı anda uyanıyor olduğunu düşünün. Vaktiyle, coğrafyanın gazabına uğrayan aşklardan bahsetmiştim ("defter bir ayrılık havası taşıyordu ama hiç olmamış bir beraberliğin ayrılığıydı bu. garipti. ama yine de dokunaklıydı. hiç bir araya gelmemiş insanların ayrılığı üzerineydi sanki defter. başka dünyaların değil fakat şüphesiz başka kıtaların birbirlerini hiç tanımamış insanlarının ayrılığıydı o anda söz konusu olan. mesela avusturalya’da hiç görmediği, tanımadığı, bilmediği bir kıza aşık hollandalı bir gencin ayrılık acısıydı. çünkü kız o sıralar bir başkasıyla evleniyordu ve genç bunu bile bilememenin çaresizliğiyle yazmak istiyordu bu deftere. ayrılık evrensel bir olguydu." ES, EAD, 1996), neyseki internet çıktı, uçak biletleri ucuzladı filan, yavaştan o konu çözülmeye başlandı, işte geriye bir tek zaman sorunsalı kaldı (Tom Hanks, Big), o da artık öte dünyada inşallah.


aslına bakarsanız, bütün bu laf salatasının tek gayesi, Bill and Ted’s Bogus Journey’sinden bir resim koyabilmek idi.

Sonsöz: "Beyond Black" adlı sıkıntı yumağını bitirdikten sonra başladığım Levent Şenyürek’in Cennetin Kalıntıları’nda bugün Cennete geldikten sonra, bir de çoktandır blog göndermemiş olduğumdan kelli, bugün böyle biraz (Coca-cola) light takıldık. Bu günkü programımızı burada bitirirken, kapanışı 2/5 Bz’nin "Kurtuluş Yok!" adlı güzide şarkısıyla yapıyoruz. Esen kalın (ölüm bir kurtuluş değildir, just remember, that death is not the end… Serhat ve Nick Cave)