bilsen öyle yorgunum ki / yalnız alnımı örtüyor uyku

(CS, Çay Bahçesi’nden detay)

Bu akşam çok yorgunum, az çok biliyorum niye, koştur/çalış/kızgın güneş altında taş kır (kanunla çarpıştım, kanun galip geldi). Hava çok sıcaktı, günler uzuyor. Bilbao’da gün doğumu ve gün batımı çok güzel bir renk alıyor gökyüzü, ilk geldiğimde gün doğumlarını görmüştüm, bu aralar gün batımlarını görüyorum. Ayın 24’ünde İspanyolca kurslarına başlayacağım, bir ara da bedelli askerlik için uğraşmaya başlamam gerekiyor.

Manyetik uzay gruplarıyla uğraşıyorum bu aralar, öyle böyle değil sayın seyirciler, tam 1651 tane (as opposed to the 230 (spatial) space groups). Burada grup teori ve simetri üzerine çalışıyorum, Bilbao Kristallografi Sunucusu‘nda. Ortam güzel, programlar(lar) yazıyorum, canavar bilgisayarlarla uğraşıyorum, bir işi yapmanın değişik yollarını keşfediyorum. Tavanı, zemini, duvarları boydan boya aynayla kaplı bir odaya girdiğinizi ve uçabildiğinizi düşünün, ben işte ortaya çıkacak olası görüntülerin ne olacağı üzerine düşünmekteyim genel olarak. Odanın şekli değişir, sizin yeriniz değişir, sihirli aynalar çıkar kimi görüntünüzü ters, kimi de mavi çıkarır, kimi az öteler, böyle bir şeyler. Dikkatle inceleyince malzemeler de bizden çok farklı değil (skip a life completely, stuff it in a cup. she said money is like us in time, it lies but can’t stand up, down for you is up).

Hazır bilgisayarın başında yorgun argın beklerken, bir şeyler yazayım dedim, onu da pek beceremedim (sanırım). Bir tane süper kahraman projem var, süper kahraman olduğunu bilmeyen biri hakkında, kaldı ki süper gücü gelmiş geçmiş en büyük güç, zira yürekten dilediği her şey oluyor ama o bunu bilmediğinden ve bu gücü sonradan edindiğinden hayatı çok da değişmiyor, en azından kendi yağında kavrulup gidiyor, bir de biraz kaderci, o yüzden pek undo da dilemiyor başına az biraz kötü bir şey geldiğinde. Zaten belki de bu öylesine özel bir süper güçtür ki, kişi biraz farkına varır gibi olduğunda uçar bir başkasına konar, onun keşfedilmedik süper gücü olur, evet belki de böyledir.

Netice itibarı ile ey kâri,

Çiçekleri sulasan, kurumuş yaprakları kessen
Sözgelimi tırnaklarını yemesen
Akşamları erken yatsan iyi olur.

(EC, ‘Çiçekleri Sulasan’ detay)

diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık

Mutlu Yıllar!

Hepinize mutlu yıllar! 2010 durup da düşününce benim için hiç de fena geçmedi, sonu iyi biten her şey iyidir düsturum uyarınca, epey güzel bir yıl oldu, torunlara anlatacak anı da yükledik heybeye, böyle bir sürü sorun problem lay lomla uğraşıp da hayatta kalınca daha bir yaşadığımızı hissettik, geçen senenin aksine bu sene birlikteyiz de hem, daha ne ister deli gönül?

2011’e süper düper bir giriş yaptık. 24ünde Barışla Efeler geldiler. Bizim oturma izni kartlarımız (AT:+2 DEF:+3 removes borders, iki hava bir deniz resource kullanır, ante olarak oyuna sokulamaz, başkasına devredilemez) henüz yenilenmediğinden İspanya’nın dışına çıkamıyoruz, o yüzden burada toplanalım demiştik, ama Barış da Belçika’da yeni sayılır, o da 3 aydır “Kartım ha bu gün, ha yarın, ha bu diyar geldi gelecek” dediğinden bir türlü kesin bir şeyler yapamıyorduk ama hayallerimiz vardı tabii, bir Kabrio Chevrolet kiralayıp, lastikleri düşene dek sürecektik…

Alınan uçak+tren biletlerinin elde patlamasına birkaç gün kala Belçika göçmen bürosu beni derinden şaşırtan bir hamleyle bizim ramazan rehaveti ile ilişkilendirdiğim noel salmasına rağmen, Barış’ın kartını yolladı, 24’ü Cuma günü (Silent Night) sınırlar aşıldı, Bilbao eyaletine gelindi, bayram havası yaşandı.

İki gün Bilbao’da takılıp bol bol internet üzerinden otel ve araba ayarlanmasıyla uğraşıldıktan sonra (bu vazifeler hanımlara havale edilirken erkekler tavla, bezik, pişpirik ve masasına okey oynamakla meşguldüler), pazartesi sabah otobüsle Madrid’e geçildi, otelden evvel (bu arada otel zincirinin adı ABBA idi!) araba kiralama şirketinin ofisine merak ve ürküyle (ürküntü diyecektim, kötü geldi kulağıma) ziyaret gerçekleştirildi, devasa minivan (hem de Mersedes ama sonradan anlaşıldı ki teybi mp3 cdsi çalmıyordu, ne yapayım ben o halde öyle arabayı!) ayarlandı (Bilbao’da 6 kişilik araba bulamamıştık), Madrid gezildi, o gece orada kalındı, çok kalabalıktı, ne kadar aranıldıysa da, 40°24′55.27″N 3°42′32.45″O koordinatlarındaki, arkadaşlara göstermek istediğimiz San Miguel Pazarı bir türlü bulunamadı, önümüzdeki maçlara bakacağımız sözü verildi.

Ertesi gün de Madrid’i şöyle bir arşınlayıp, arabamıza atladık ve uzun süren bir yolculuğun ardından Endülüs Bölgesi’ndeki Sevil’e vardık. Şimdi oraya Sevil yazdım ya, siz de “Hangi Sevil, o ne?” diyor olabilirsiniz, haklısınız da. Hani kırk yıllık (235 aslında) Sevil Berberi var ya, oranın Sevil. Daha entel olanlarınız Sevilla yazınca anlayacaklardır ama ben tabii ki ona ne Sevil, ne de Sevilla değil, bilakis “Sebiyya” diyorum çünkü adı bu (böyle okunuyor İspanyolca’da). Neyse, bırakalım şimdi bunları. Hava 24 derece (st. petersburg) idi mesela, gömlekle dolaştım, müthiş binalar vardı, yemekler güzeldi, bizde kavak filan olur ya sokaklarda iki sıra, orada turunç ağaçları vardı, dallardan sarkıyordu meyveleri. Buraya (Bilbao) göre çok ucuzdu, programımıza İsviçre’den katılan Efelere göre nasıl olduğunu varın siz tahmin edin. Büyülü bir yer olan İspanya Meydanı’nı (Plaza de España) gezdik, yediklerimiz bize kalsın. Star Wars ep. II’de Anakinle Amidala otobüs terminalinden buraya geliyorlar, eve dönünce kontrol ettik bir kez daha yeri, evet aynen öyle ama Anakin niye hamal gibi yüklenmiş iki bavulu, ayrıca o zamanda bavul ne? (ve daha birkaç soru).

İki gün Sevilla’da gezip tozup, 3. gün Cordoba’da yağmur yedikten sonra, ver elini Madrid, arabayı teslim et, otobüse bin, Kaixo Bilbo! dediğimizde 31 Aralık akşamı, saat 21.30’du. Her yer kapalı, herkes dışarıda idi. Bir acele yiyecek bir şeyler hazırlandı, hediyeler açıldı, 1. dereceden akrabalarla konuşuldu, mesajlaşıldı, dans edildi (çılgın dans, öyle böyle değil asla da göremeyeceksiniz ne yazık ki!), yeni yıl geldi.

Ertesi sabah süper üçlü geldikleri gibi kaldıkları ülkelere geri yollandı, ben ayakta uyuyordum, yeni yılınızı kutladım.

İki Hamiş:
* Başlık yeni öğrendiğim ve koptuğum bir internet şeysinden (aksanların yerini bilmediğimden “meme” yazamadım).
* Tencereli fotoğraf Barış tarafından (Canon EOS 5D Mark II)
, turunç ağaçlı olan da Bengü tarafından (Kodak EasyShare M530) çekildi.
* Zil, şal ve gül, Endülüs’te Raks, Yahya Kemal Beyatlı var ya, YKB bildiğiniz/bilmediğiniz üzere İspanya elçimizdi, Franko’nun darbesinden sonra Kral Madrid’den çekilirken, o grupla beraber o da şehri (Madrid) terk etmiş ve bunun üzerine Atatürk tarafından “sananeoluyorlayn?” vezninde ayar verilerek o görevden alınmıştır (ve ben YKB’yı sevmem, sevemedim sevdiceklerim, niye bilmem, bilirim az buçuk ama yeterli bir sebep değildir bunlar da makul bir insan için) Böyle de dedikoducu/karalamacı bir insanımdır, evet, yes orrayt.

Anahtar Kelimeler: Jarmuch, The Limits of Control.

something you don’t know about.

Surface Detail

amazon.de’ye başka bir iş için uğramıştım da, tanıdı hemen, yanıma geldi, iain m. efendi’nin yeni culture kitabı çıkıyormuş, 7 ekimde, onun müjdesini verdi, “haberim yoktu.” dedim çok da ilgilenmiş görünmemeye çalışarak, ne de olsa matter hezimetini daha yeni yeni atlatıyorum (bunu da çoklukla ardından giriştiğim alternatif arayışlarında okuduğum alastair reynolds’un house of suns’ının acemiliğine borçluyum). neyse, çıksın da, okuruz elbet. ne de olsa şunun şurasında bir tanecik sf serimiz var, atsan atılmaz satsan satılmaz, kol kırılır yen içinde kalır. editör bu çözünürlükte çok güzel görünüyor da, yazdıkça yazasım geliyor ama bir yere kadar, iş vakti, güç vakti, birlik beraberlik vakti (bir de birileri pls “yetmez ama evet” olayını açıklayabilir mi? refahçılar mı böyle demiş, liberaller mi, anlayamadım, öyle göndermelerle karşılaştıkça da sözlükte, orada burada şurada, öyle bakıyorum – evet iyi fikir, iyisi mi, sözlüğe sorayım, iyiyim güzelim oh mis, tamam tamam sonlandırıyorum yazmayı the end)

bu arada — ispanyolca bilmiyorum diye kan bağışlayamadım bir 20 dakika evvel, iyi mi!

yo (no) hablo castellano.

(“Merhaba, tanışabilir miyiz/konuşabilir miyiz?” anlamına gelmekte).

Buraya geleli, dile kolay, 10 ay oldu. Başımızdan bir sürü şey geçti, macera, anı oldu, daha da devamı gelmekte gibi görünüyor (burada iftar tarifesini 21.30’dan açtık, bu aralar 20.55’e kadar indirdik sıkı pazarlıklar sonucu (ne diyorsun, İstanbul’da aynı iftar sadece 19.45’e miiii!).

İlk geldiğimde, Danel sağolsun, gölge oldu bana, her gittiğim yere benimle geldi, çevirmenlik yaptı yoksa halim haraptı. Hani Fransızlar ve Almanlar için denir ya, “bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar” diye (ki yalanmış, gittik gördük, konuşuyorlar — ama tabii bir takım detayları Fransızların lehine atlıyorum bu noktada), lşte İspanyollar İngilizce bilmedikleri gibi, konuşmuyorlar da. Hani böyle Türk olarak zorlanırız ya turiste bir şeyler anlatmaya çırpınırız, dururuz dururuz “I love you, brown, smith, pencil, şimdi buradan go go go left…” filan, öyle bir teşebbüste de bulunmuyorlar, çok güzel, düzgün ve akıcı bir şekilde İspanyolca konuşmaya devam ediyorlar tek kelime anlamadığınızı bile bile.

İspanyolca’ya da İspanyolca demiyorlar zaten, “Kastelyen” diyorlar. Bütün Latin Amerika’ya (tamam, Brezilya hariç) tek bir dili konuşmayı zorla da olsa öğretmişler ama gel gör ki, İspanya’nın bizzat kendisinde 4 resmi dil var, salladım hemen 4 diye, bir sayayım bakalım: Kastelyen (Madrid yöresi halk oyunu), bizim buranın Baskçası, Barcelona ve civar illerin Katalancası, batıya doğru Galisyan, bir de şimdi baktım Wiki’den, Aranez varmış, bilmiyorum onu. Madrid başkent olduğundan, Kastelyen ortak payda muamelesi görüyor, Basklılara mesela “büyükanne, peki senin İngilizcen niye bu kadar kötü?” diye sorunca da “e Baskça anadilimiz, yabancı dil olarak Kastelyen öğrenince, kotada başka bir dile ancak bu kadar yer kalabildi yavrucuğum” diyorlar. Haklı olabililer çünkü tanıştığım Madridlilerin hepsinin İngilizcesi çok düzgündü. Bask dili bu arada, çok teşvik edilse de, Bilbao ve normal kasabalarda standart olarak Kastelyen kullanılıyor (tekrar edeyim: Burada Kastelyen denen şey, İspanya dışında İspanyolca diye öğretilen dil), Baskça ancak kırsala gittiğinizde etkin oluyormuş.

Kimse İngilizce konuşmayınca, haliyle biz birer ikişer İspanyolca kapmaya başladık, biraz da baskça, işte n’aber, netekim, gene geldi şapka, öptüm bay.. Geçen gün (iki hafta olmuştur belki), Ece’yi parka götürdüm, işte oynuyordu, bir hanımla sohbet ettik çocuklar birlikte oynarken. O da İngilizce bilmediğinden tabii, sohbet tamamıyla İspanyolca yapıldı, çırpına çırpına anlattım, anladım. Gerçi sonradan Bengü bize katılınca birtakım şeyleri yanlış anlayıp/aktardığımızı anladık ama olsun (park arkadaşım benim aslında Türkiye’nin kralı olmadığımı öğrenince onda biraz hayal kırıklığı sezinlemedim desem yalan olur).

Bengü kursa gidiyor, pek yoğun bir kurs değildi ama bu aydan itibaren bir aksilik olmazsa daha yoğun olanına başlayacak. Ece desen okulda paso İspanyolca, haftada 3 saat ilave Baskça’yla söktü zaten dilleri. Ama olsun, sonuçta o gün ben tanışıp sohbet edecek kadar İspanyolca öğrenmiş olduğuma inandırdım kendimi, hem de insan böyle aracı olmadan birisiyle tanışınca daha da bir mutlu oluyor. Ertesi gün buluştuk onlarla, festivale gittik. Yalnız meğerse onlar Fransa’da yaşıyorlarmış, artık bir daha onlar geldiğinde ya da biz oraya gittiğimizde dedik, en çok da Ece için üzüldüm, nihayet onca uyuz İspanyol çocuğun arasından kendi dengini bulabilmişti.

İspanyollar (ya da Basklılar, bilemeyeceğim), pek çok açıdan biz Türklere benziyorlar. Yabancı sevgisi var, size yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar, Hollanda’da bir mesafe vardı hep insanlar arasında (ha, ben onu tercih ederdim tabii ama o da safi benim kasıntılığım). İyi kalpliler, bir de, özellikle burası (Getxo “semti”) böyle 80ler Türkiye’sine filan benziyor tanışıklık açısından – herkes herkesi tanıyor, çocuklar birlikte sokaklarda oynayarak büyüyorlar, herkes her akşam dışarıda — zaten yılın çoğunda bir festival yapılıyor oluyor.

Özetle, özellikle İspanyolca öğrenmek istemiyorum ama yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başladığımı fark edince de sevinmeden edemiyorum. Bu yılbaşı 3 kraldan bana yaşıtım ve kafa arkadaşlar getirmesini diliyorum, başka birkaç şeyin yanı sıra. Hollanda’daki ortam çok iyiydi, çok iyi oluşunun da farkındaydık, o yüzden şimdi böyle güzel özlemle anıyorum oradaki arkadaşlarımı. E, İTÜ ile ODTÜ arkadaşlıklarımız efsane zaten. Burada, dediğim gibi, çocuklar çok iyi ama yaş ortalamasının 8-9 yaş üstünde kalıp, üstüne bir de dil bariyerinden -3 yiyince, iyi niyetlerle kalıyoruz çoğu zaman.

amaan, neyse, boşver, bir sigara ver.. (Ceeeemiiiiiiilllllllll!)